Risale-i Nur'da ayın ikiye yarılması

  • Prof. Dr. Osman Şahin
  • Prof. Dr. Osman Şahin
    23 Şub 2024 09:45
    MUCİZELER İNKAR EDİLEMEZ 15

    Önceki yazıda ele aldığımız ayın ikiye yarılması mucizesini bir de Risale-i Nurlarda takip edelim. On Dokuzuncu ve Otuz Birinci Sözlerin zeyli olarak “Şakk-ı Kamer Mu'cizesine Dairdir” başlığı altında bu mucize ele alınmaktadır. 
    Allame Hamdi Yazır gibi büyük âlimler tarafından mucizeler hakkında ortaya konulan yaklaşım ve düşüncelerin bir sistem dahilinde bu risalede de ele alındığını görmek mümkündür.

    Öncelikle geçersiz evhamlar üzerinden bu mucizeyi gözden düşürmek isteyen filozofların ve onları körü körüne takip edenlerin, "Eğer ay ikiye bölünseydi, bunun bütün dünya tarafından bilinmesi ve insanlık tarihinde naklediliyor olması gerekirdi” sorusuna cevap verilmektedir.

    Ayın ikiye yarılması mucizesinin, peygamberlik davasına delil olmak için, o dâvâyı işiten ve inkâr eden hazır bir cemaate, gecede, bir gaflet zamanında, birdenbire gösterildiğinden, hem ayın her yerde farklı zamanlarda görülmesi ve sis ve bulut gibi görülmeye engel sebeplerin varlığıyla beraber, o zamanda medeniyetin her yerde değil de sadece belli yerlerde geliştiğinden ve gökyüzünü gözlemlemenin az olmasından dolayı bu hadisenin bütün âlemde görülmesi ve böylece tarihe geçmesi gerekmediği vurgulandıktan sonra Şakk-ı kamer  mucizesi ile ilgili kuruntuları ve şüpheleri ortadan kaldıracak deliller beş maddede açıklanmaktadırlar.

    Birinci noktada, o dönem kafirlerinin Kur’an’da açık olarak duyurduğu ayın ikiye yarılması mucizesini inkâr etmemelerinden hareketle çok önemli bir delili ortaya koymakta ve hadisenin mahiyetini çok enfes bir şekilde ortaya koymaktadırlar: 
    “O zaman, o zemindeki küffârın gayet şedit derecede inatları tarihen malûm ve meşhur olduğu halde, Kur'ân-ı Hakîmin "Ve Ay yarıldı." demesiyle şu vak'ayı (olayı) umum âleme ihbar ettiği halde, Kur'ân'ı inkâr eden o küffardan hiçbir kimse, şu âyetin tekzibine, yani ihbar ettiği şu vakıanın inkârına ağız açmamışlar. Eğer o zamanda o hâdise o küffarca kat'î ve vaki bir hâdise olmasaydı, şu sözü serrişte ederek gayet dehşetli bir tekzibe ve Peygamberin iptal-i dâvâsına hücum göstereceklerdi. Halbuki, şu vak'aya dair siyer ve tarih, o vak'a ile münasebettar küffârın adem-i vukuuna (olayın olmadığına) dair hiçbir şeyini nakletmemişlerdir. 

    Yalnız, "Bu daimî bir sihirdir' derler." (54/2) âyetinin beyan ettiği gibi, tarihçe menkul olan şudur ki: O hâdiseyi gören küffar "Sihirdir" demişler ve "Bize sihir gösterdi. Eğer sair taraflardaki kervan ve kàfileler görmüşlerse hakikattir. Yoksa bize sihir etmiş" demişler. Sonra, sabahleyin Yemen ve başka taraflardan gelen kàfileler ihbar ettiler ki, "Böyle bir hâdiseyi gördük." Sonra küffar, Fahr-i  lem (a.s.m.) hakkında—hâşâ!—"Yetim-i Ebu Talib'in sihri semâya da tesir etti" dediler.”

    Bir sonraki noktada ise, daha önce de ifade edilen, ayın ikiye yarılması ve bazı diğer mucizelerin yalan üzerine bir araya gelmeleri mümkün olmayan bir topluluk tarafından rivayet edilmeleri hususudur. Bu şekilde çok sağlam kanallardan gelen ve görmeye dayanan haberlerin kabulü için imkânsız olmamaları yeterlidir:

    “Sa'd-ı Taftazanî gibi eâzım-ı muhakkikînin ekseri demişler ki: "İnşikak-ı kamer, parmaklarından su akması, umum bir orduya su içirmesi, camide hutbe okurken dayandığı kuru direğin mufarakat-i Ahmediyeden (a.s.m.) ağlaması, umum cemaatin işitmesi gibi mütevatirdir. Yani, öyle tabakadan tabakaya bir cemaat-i kesire nakletmiştir ki, kizbe ittifakları muhaldir (imkânsız). Hâle gibi meşhur bir kuyruklu yıldızın bin sene evvel çıkması gibi mütevatirdir. Görmediğimiz Serendip Adasının vücudu gibi tevatürle vücudu kat'îdir" demişler. İşte böyle gayet kat'î ve şuhudî (gözle görülen) mesâilde teşkikât-ı vehmiye (kuruntulara dayanan şüphecilik) yapmak akılsızlıktır. Yalnız muhal olmamak kâfidir. Halbuki, şakk-ı kamer, bir volkanla inşikak eden bir dağ gibi mümkündür.”

    Bir sonraki noktada, mucizelerin peygamberliği ispat ve inanmayanları ikna etmek için verildiği, ama imtihan sırrına aykırı olacak ve akılları kabul etmeye mecbur bırakacak şekilde meydan gelmedikleri ve buna uygun mucizelerin gerçekleştikleri belirtilmektedir: 

    “Mu'cize, dâvâ-yı nübüvvetin ispatı için, münkirleri ikna etmek içindir, icbar için değildir. Öyle ise, dâvâ-yı nübüvveti işitenler için, ikna edecek bir derecede mu'cize göstermek lâzımdır. Sair taraflara göstermek veyahut icbar derecesinde bir bedâhetle (açıklıkla) izhar etmek, Hakîm-i Zülcelâlin hikmetine münâfi (aykırı) olduğu gibi, sırr-ı teklife dahi muhaliftir. Çünkü, akla kapı açmak, ihtiyarı elinden almamak, sırr-ı teklif iktiza ediyor. 

    Eğer Fâtır-ı Hakîm, inşikak-ı kameri, feylesofların hevesatına (arzualarına) göre bütün âleme göstermek için bir iki saat öyle bıraksaydı ve beşerin umum tarihlerine geçseydi, o vakit sair hâdisât-ı semâviye gibi, ya dâvâ-yı nübüvvete delil olmazdı, risalet-i Ahmediyeye (a.s.m.) hususiyeti kalmazdı; veyahut bedâhet derecesinde öyle bir mu'cize olacaktı ki, aklı icbar edecek, aklın ihtiyarını elinden alacak, ister istemez nübüvveti tasdik edecek; Ebu Cehil gibi kömür ruhlu, Ebu Bekr-i Sıddık gibi elmas ruhlu adamlar bir seviyede kalıp, sırr-ı teklif zayi olacaktı. İşte bu sır içindir ki, hem âni, hem gece, hem vakt-i gaflet, hem ihtilâf-ı metâli (ayın doğuşunun zaman ve mekanlara bağlı farklılığı), sis ve bulut gibi sair mevânii (engeller) perde ederek umum âleme gösterilmedi veyahut tarihlere geçirilmedi.”
    Bir sonraki noktada, bu mucizeyi gözden düşürmek için gerçek olmayan ilavelerin yapılması, ve mucizenin gerçekleştiği zaman diliminde daha medenileşmemiş milletlerin tarihlerinde yer almamasını ileri sürenlerin tutarsızlığına dikkat çekilmektedir:

    “Şu hâdise, gece vakti, herkes gaflette iken, âni bir surette vuku bulduğundan, etraf-ı âlemde elbette görülmeyecek. Bazı efrada görünse de, gözüne inanmayacak. İnandırsa da, elbette böyle mühim bir hâdise, haber-i vahid ile tarihlere bâki bir sermaye olmayacak.

    Bazı kitaplarda "Kamer iki parça olduktan sonra yere inmiş" ilâvesi ise, ehl-i tahkik reddetmişler. "Şu mu'cize-i bâhireyi kıymetten düşürmek niyetiyle, belki bir münafık ilhak etmiş" demişler.
    Hem meselâ, o vakit cehalet sisiyle muhat İngiltere, İspanya'da yeni gurup, Amerika'da gündüz, Çin'de, Japonya'da sabah olduğu gibi, başka yerlerde başka esbab-ı mâniaya binaen elbette görülmeyecek. Şimdi bu akılsız muterize bak: Diyor ki, "İngiltere, Çin, Japon, Amerika gibi akvâmın tarihleri bundan bahsetmiyor; öyle ise vuku bulmamış." Bin nefrin onun gibi Avrupa kâselislerinin (dalkavuklarının) başına!”
    Son noktada ise, mucizelerin adi ve sıradan gerçekleşen olaylardaki kanunlarla açıklanmaması gerektiği, peygamberlik davasını ispata yönelik gerçekleşen bu mucizelerin buna muhatap olmayanlara duyurulacak şekilde olmalarının doğru olmayacağı ve ayrıca bütün umumda görülüp tespit edilen bir semavi bir olay olarak kaydedilse, bunun Hazret-i Peygamber’in (SAV) bir mucizesi olması özelliğinin kaybolacağı ifade edilmektedir: 

    “İnşikak-ı kamer, kendi kendine, bazı esbaba binaen vuku bulmuş, tesadüfî, tabiî bir hâdise değil ki, âdi ve tabiî kanunlarına tatbik edilsin. Belki, şems ve kamerin Hâlık-ı Hakîmi, Resulünün risaletini tasdik ve dâvâsını tenvir için, harikulâde olarak o hâdiseyi ika etmiştir. Sırr-ı irşad ve sırr-ı teklif ve hikmet-i risaletin iktizasıyla, hikmet-i Rububiyetin istediği insanlara, ilzam-ı hüccet (teslim ve susturma delili) için gösterilmiştir. O sırr-ı hikmetin iktiza etmedikleri, istemedikleri ve dâvâ-yı nübüvveti henüz işitmedikleri aktâr-ı zemindeki insanlara göstermemek için, sis ve bulut ve ihtilâf-ı metâli haysiyetiyle, bazı memleketin kameri daha çıkmaması ve bazılarının güneşleri çıkması ve bir kısmının sabahı olması ve bir kısmının güneşi yeni gurub etmesi gibi, o hâdiseyi görmeye mâni pek çok esbaba binaen gösterilmemiş. 

    Eğer umum onlara dahi gösterilseydi, o halde ya işaret-i Ahmediyenin (a.s.m.) neticesi ve mu'cize-i nübüvvet olarak gösterilecekti; o vakit risaleti bedâhet derecesine çıkacaktı, herkes tasdike mecbur olurdu, aklın ihtiyarı kalmazdı—iman ise, aklın ihtiyarıyladır—sırr-ı teklif zayi olurdu. Eğer sırf bir hâdise-i semâviye olarak gösterilseydi, risalet-i Ahmediye (a.s.m.) ile münasebeti kesilirdi ve onunla hususiyeti kalmazdı.”

    Şakk-ı Kamer mucizesinin gerçekleştiğinin altı adet delili ise bir paragraf içerisinde şu şekilde özetlenmektedir:

    “Ehl-i adalet olan Sahabelerin, vukuuna icmâı (gerçekleştiğine dair ittifak etmeleri); (1) ve ehl-i tahkik umum müfessirlerin “Ay yarıldı” tefsirinde onun vukuuna ittifakı; (2) ve ehl-i rivâyet-i sadıka bütün muhaddisînin, pek çok senetlerle ve muhtelif tariklerle vukuunu nakletmesi; (3)  ve ehl-i keşif ve ilham bütün evliya ve sıddıkînin şehadeti; (4)  ve ilm-i kelâmın meslekçe birbirinden çok uzak olan imamlarının ve mütebahhir ulemanın tasdiki; (5) ve nass-ı kat'î ile, dalâlet üzerine icmâları vaki olmayan ümmet-i Muhammediyenin (a.s.m.) o vak'ayı telâkki-i bilkabul etmesi, (6)  güneş gibi inşikak-ı kameri ispat eder.” 

    Risalede, bu mucizenin mümkün olması ve gerçekleştiğinin delilleri çok şahane bir şekilde ortaya konulduktan sonra, iman ve hakikat nazarında bu mucizenin mahiyeti ve anlamı çok tatlı bir şekilde ifade edilmektedir: 

    “Semâ-yı risaletin kamer-i münîri olan Hâtem-i Divan-ı Nübüvvet, nasıl ki, mahbubiyet derecesine çıkan ubûdiyetindeki velâyetin keramet-i uzmâsı ve mu'cize-i kübrâsı olan Miracla, yani bir cism-i arzı semâvâtta gezdirmekle semâvâtın sekenesine ve âlem-i ulvî ehline rüçhaniyeti ve mahbubiyeti gösterildi ve velâyetini ispat etti. Öyle de, arza bağlı, semâya asılı olan kameri, bir arzlının işaretiyle iki parça ederek, arzın sekenesine, o arzlının risaletine öyle bir mu'cize gösterildi ki, zât-ı Ahmediye (a.s.m.), kamerin açılmış iki nuranî kanadı gibi, risalet ve velâyet gibi iki nuranî kanadıyla, iki ziyadar cenahla evc-i kemâlâta uçmuş, tâ Kàb-ı Kavseyne çıkmış; hem ehl-i semâvât, hem ehl-i arza medar-ı fahr olmuştur.”

    23 Şub 2024 09:45