Annemi ebedi aleme uğurlarken

  • Şerif Ali Tekalan
  • Şerif Ali Tekalan
    02 Tem 2023 10:24

    Kayseri Tıp Fakültesi’nde öğretim üyesi iken, bir muayene için onu hastaneye getirmiştim. Randevuyu hastanedeki benim odamda oturarak bekledik. Bu bekleme esnasında, her zaman odamda üzerinde namaz kıldığım ince bir naylon seccadeyi sererek namazımı kıldım. Daha sonra onu muayene ettirip evimize geldik. Belli bir süre Kayseri’de kaldıktan sonra annem köyümüze döndü. Birkaç ay sonra onu ziyarete gittiğimde bana bir poşet içinde kalın bir seccade verdi ve “sen odandaki o ince seccade üzerinde namaz kılma, üşürsün, bu seccade soğuğu geçirmez, bunu götür ve bunun üzerinde namaz kıl” demişti. Bunları söyleyen, benim annemdi, böyle bir dikkatli gözlem ve neticesinde de verdiği kalın seccade bütün annelerin en büyük özellikleri olan şefkatin bir örneğiydi. Bu davranışı ve dersi hiçbir zaman unutmadım.

    Çocukluğumda kendimi tanıdığım andan itibaren ev işleri, yemek yapma, çamaşır yıkama, fırına gitme, testilerle çeşmeden su getirme, ahırdaki hayvanlarla ilgilenme yanında yayla, tarla, harman işlerinde de durmadan koşturan, ağabeyim ve benim ihtiyaçlarım yanında, rahmetli babamın, dedemin ve babaannemin ihtiyaçlarını elden geldiğince karşılamaya çalışan bir kadın gözümün önüne geliyor. Bu koşturmacalar arasında da mutlaka düzenli bir şekilde, şu anda benim elime geçen Kur’an’ı Kerim’ini okuyan, namazlarını düzenli kılan bir kadın. Kendisini ilgilendirmeyen, başkalarını çekiştirme gibi konulara hiçbir zaman girmeyen bir kadın. Zaten bunlara da hiç vakti olmayan bir insan.

    O yıllarda, bir gün, annem ve babam tarlaya çalışmaya gitmişlerdi, ben de evdeydim. Dedemin kaldığı odada bir dolabı vardı ve o dolapta sigaraları bulunurdu. Kendisi çok sigara içerdi, bundan dolayı da akciğer kanserinden vefat etti. Allah rahmet eylesin. Ben de merakımdan ilk ve son defa o sigaralardan birini aldım ve çok az kullanılan bir odada o sigarayı içip bitirdim. Daha sonra annem ve babam tarladan gelince,   annemin o az kullanılan odada herhalde bir işi vardı, odaya girince,   hemen babamı çağırdı, “koş koş buraya, herhalde bir hırsız girmiş” dedi.  Sigara kokusunu alınca böyle düşünmüştü. Çünkü dedem hiç o odayı kullanmazdı ve o odada sigara içmezdi.  

    Ben tabii çok korktum, acaba benim içtiğimi fark edecekler mi diye.  Oda zaten küçük bir oda, her tarafına bakılınca “burada bir şey yok’’ dediler. Sonra annem, babama; “Sigarayı Şerif Ali içmiş olmasın’’ dedi.  Beni çağırdılar ve ağzımı kokladılar, “evet bu içmiş’’ dediler. Ondan sonra da bana bir tek kelime söylemediler, bir fiske bile vurmadılar.  Gayet iyi hatırlıyorum bu durumu. Eğer bir şey deselerdi veya hafiften dövselerdi, belki de sigaraya devam da edebilirdim diye düşünüyorum.  Ama o günden sonra ben hiçbir şekilde ağzıma sigara almadım.  

    İlkokul bitirip orta okul için kazamız olan Sandıklı‘ya gittiğimde, benim gibi üç dört arkadaşımla birlikte kiralanan bir evde, diğer arkadaşlarımın anneleri veya babaanneleri veya anne annelerinin de nöbetleşe gelip bize yemek yaptıkları, dolayısıyla annemin de bu nöbetlere geldiği zaman dilimleri. İşte o zamanlardan birinde ben hastalanmıştım ve doktora annemle birlikte gitmiştik. Doktor reçete yazdı ve biz de bir eczaneye gittik. Eczacıya, “bu ilaçları alacak paramız yok ama önümüzdeki pazartesi gün babamız gelecek o geldiğinde parayı veririz, siz bu ilaçları verir misiniz?’’ dediğimizde “ne demek, tabii ki veririm’’ deyip ilaçları bize vermişti. O eczacının adı da rahmetli Sait Mutlu idi. Ortaokul ve lise bittikten sonra Sait Mutlu’nun kim olduğunu daha sonra öğrenmiştim. Üstadımızı tanıyan, uzun boylu, güler yüzlü, başı daima önde, alçakgönüllü bir insan olarak hatırlıyorum, Allah rahmet eylesin.

    İşte bu yıllarda harmanda düven sürüyoruz. Yani çiftçiliğin o mevsimde yapılacak işlerinden olan ekilip dikilen mahsullerin hasat edilip harmana getirildiği zaman dilimi. Düven sürme sırası başkasına geldiği için, biz annemle ağaçların gölgesinde oturuyoruz. O anda biraz uzaktan harmana yürüyerek birisi geliyor. Ben anneme “köyün en zengini Cemil amca harmana girmek üzere” dedim. Annem de anında bana “zenginlik malla, mülkle değil sağlıkladır. Eğer sağlığın yerindeyse en zengin sensindir“ lafını da yine hiç unutmuyorum. 

    Üniversitede hizmeti tanıdıktan sonra, bir vesileyle köye geldiğimde rahmetli anneme ve rahmetli babama hizmeti ve yapılan ve yapılmaya gayret edilen çalışmaları anlatmıştım. Çok hoşlarına gitmişti ve beni teşvik etmişlerdi. Tıp Fakültesi’nin ilk yılında Kredi Yurtlar Kurumu’nda kalıyordum. Annem hastalanmıştı. Ben de onu İzmir’e bizim hastanemize muayene için getirmiştim. Getirmek için köye gittim ve annemi Sandıklı’ya götürüp o güne göre şehirde giyilen elbise ve ayakkabılardan almıştım ve annem köyde giydiklerini değil de onları giyerek İzmir’e gelmişti. O güne göre hocalarımın ve arkadaşlarımın annemi köylü kıyafetleri içinde görmelerini istemediğim için öyle yapmıştım. 

    Aradan bir sene geçti ve ben bu bir sene içinde Allah’ın lütfuyla hizmeti tanıdım, arkadaşlar edindim, dünyaya bakış açım değişti, gelişti, herkesi kendi konumunda kabul etme bilincini edinmeye başladım. Annem tekrar hastalanınca, ona telefonda “Sandıklı’dan aldığımız elbiseleri değil, köyde neyi nasıl yiyorsan onlarla seni getireceğim’’ dedim ve nitekim öyle yaptım. Sonra da o vefat edinceye kadar (Allah rahmet eylesin) hep istediği ve giydiği giysilerle benim olduğum yerlere gelmeye başladı. O da, rahmetli babam da arkadaşlarımızı ve hizmeti yaşayarak gördüler, öğrendiler, sevdiler. Tanıştıkları arkadaşlarımın da öğrenciliğimden itibaren, adlarını hiç unutmadılar ve onlara dua ettiler.

    Annemle babam, Kayseri’de beni ziyarete gelmişlerdi. Afyon’a gidecekleri zaman gelince, onlara Konya üzerinden gitmelerini ve bu arada Mevlânâ Hazretleri’ni ziyaret etmelerini söyleyince sevinçle kabul ettiler. O zaman Konya’da bulunan Abdullah Aymaz abiyi telefonla aradım, sağ olsunlar, onlar otobüs terminalinden onları aldılar, evlerinde misafir ettiler, Mevlana’yı beraber ziyaret ettiler. Annem son anlarına kadar hem Abdullah Aymaz abiyi, hem de eşini ismen söyleyerek onlara dua etti. Hemen hemen her seferinde telefon ettiğimde, onlara da, diğer tanıdıkları arkadaşlarıma da ismen dualarını ve selamlarını gönderdiler.

    Annem bebekken annesi vefat etmiş ve annesini hiç hatırlamıyor. Daha sonra bir üvey annesi olmuş. Bu üvey anne ona ve kardeşlerine o kadar çok güzel davranmış ki annesinin yokluğunu hissettirmemiş. Onlarla ilişkilerini de, saygılarını da hem annem, hem de bizler aynen devam ettirdik. Bu durumdan dolayı da annemin karakterinde farklı ve menfi bir durum asla sezmedim ve görmedim. Tarlalarda, harmanda çalışırken rahmetli babaannemle annem, evde yemekleri yaparlar, sırtlarında, başlarında ve ellerinde, hem de sıcakta çok uzak tarlalara kadar bunları getirirlerdi.

    Köyde her mevsim yapılacak işler olurdu. Ben de rahmetlik abim de bu işlere okullardan artakalan zamanlarda daima yardımcı olurduk. Fakülte öğrencisi iken de yine yazları köye gelir bu işlere devam ederdik. Annem, gerek diğer kardeşleri, gerekse akrabalarımız yönüyle onların dert annesi, danışmanları ve başvurdukları rehber konumunda idi. Son nefesine kadar da bunu devam ettirdi. Yemeklerin evde yapıldığı gibi ekmeğin hamuru evde hazırlanarak köyün fırınında pişirilir, başın üstüne konan ve tahtadan yapılı tekne içinde eve getirilirdi.

    Rahmetlik abim sağlık memuruydu, o da yazın senelik iznini alır ve köye gelir birlikte köy işlerinde ailemize yardımcı olurduk. Fakülte üçüncü veya dördüncü sınıfta yine bir yaz tatilinde köye geldiğimizde rahmetlik abim babama artık çiftçiliği bırakmasını, onların ihtiyaçlarını Allah’ın izniyle bizim göreceğimizi söyleyince, onlar da bunu kabul ettiler ve tarla ve harman işlerini bıraktılar. 


    Birisi Covid’den dolayı rahmetlik olan iki arkadaşımızla birlikte Tıp fakültesindeki hocalarımızdan Prof. Dr. Ahmet Satoğlu, bizi evinde bir akşam yemeğine çağırdı. Sonra bize “babanız, ananız ne kadar zengin olurlarsa olsunlar, ihtiyaçları olmasa da ilerde maaş almaya veya para kazanmaya başlayınca mutlaka onlara belli miktarlarda para vermeyi, göndermeyi ihmal etmeyin’’ demişti. Bu tavsiye benim çok dikkatimi çekmişti ve öğrenciliğimde aldığım burstan arttırarak babama ve anneme göndermeye başladım ve Allaha şükürler olsun hep devam ettirdim. Gençlere de böyle yapmalarını hep tavsiye ediyorum.


    İzmir’de ihtisasım bittikten sonra İsviçre’ye gittiğimde, oradan ayarlama yaparak babam ve annemi hacca yazdırdım ve o yıl Allah’a şükür hacca da gidip geldiler. Bütün bunları yapmaya çalışırken de, Hocaefendi’den duyduğum o söz benim için bir kılavuz olmuştu. Bir vesileyle konuşmasının bir yerinde aynen şöyle demişti; ‘’Allah’tan sonra insanın üzerinde en çok hakkı olan anne ve babasıdır. Çünkü onlar varlık sebebidir. Sadece Allah’a isyanı emrettiklerinde nezaketle bunu yerine getirmeme dışında asla onları kırmamak ve onlara çok iyi muamele etmek gerekir” demişti. Tabii ki onun bu sözünün arkasında da Rabbimizin Kur’anı Kerim’de bize bildirdiği “ …onlara üf bile demeyin..“ emri yatmaktadır. 


    Rabbime ne kadar şükretsem azdır. İşte o zamandan beri de bu verme durumu rahmetlik babam ve annemin vefatlarına kadar da devam etti. Evet şu anda ikisi de yoklar, yok olacak olan geçici bu dünyadan kalıcı bir aleme göç etmediler, gittiler. Geriye dönüp baktığımda evet belki bazı konularda bazı keşkelerim olabiliyor ama genel anlamda kalbim mutmain ve bundan dolayı Rabbime durmadan hamd ediyorum ki beni bu şekilde onları düzenli arayıp soran, ihtiyaçlarını gideren bir evlat olarak yaratmış.


    Her ne kadar gerek abimin gerekse benim yanıma babam ve annem gelseler de, vakitlerinin çoğunu köyde geçirmek isterlerdi. Biz onları zorlamazdık. Çünkü böylece daha çok mutlu oluyorlardı. Babam rahmetliğin de şu andaki gözümdeki imajı olarak, ezan okunmadan abdestini alıp hazırlanan, ezan okununca da farklı bir tabir olan “iki eli kanda da olsa’’ mutlaka camiye cemaate yetişen bir insandı, sabah namazları dahil. Aynı evde kaldığımız rahmetli dedem ve babaannem de bu hassasiyetlere sahiplerdi. Böyle bir ortamda bu konularla ilgili bizlere bir şey söylemeseler bile, davranışlarıyla, hareketleriyle en güzel şeyleri anlatmış oluyorlardı. Allah onlardan razı olsun.


    Ben Ankara’dayken annem bir gün beni aradı ve bana “baban gittikçe zayıflıyor, herhalde bir şeyi var, gelip Ankara’ya götürsen iyi olur“ dedi. Ben de hemen köye gidip babamı Ankara’ya getirdim. Gastroenteroloji uzmanı bir arkadaşım, midesinden biyopsi aldı, herhangi bir şey çıkmadı, babamı tekrar köye götürdüm. Bir ay geçtikten sonra annem tekrar aradı, her ne kadar öyle demişler ama babanda mutlaka bir şey var, tekrar götürsen dedi. Ben de köye gittim, tekrar getirdim. Yine biyopsi alınınca bu sefer mide kanseri teşhisi konuldu ve Ankara’da mide ameliyatı oldu. 


    Ankara’da uzun süre annemle birlikte bizim evimizde kaldılar. Sağ olsun eşim, her yerde ve her zaman olduğu gibi ve son ana kadar, onlar için elinden gelen bütün bakımı esirgemedi. Daha sonra yine köye gidip belli zaman dilimlerinde kontrollere gelmişlerdi. Ameliyattan dört beş sene sonra çok ciddi zayıflayan babam rahmetlik oldu ve onu köyümüzde, aile büyüklerimizin bulunduğu kabristana defnettik Allah rahmet eylesin. Annem köyde yalnız kalmaya başladı, ama belli zaman dilimlerinde yine bizim yanımıza geliyordu. 


    İsviçre’de yanında çalıştığım Prof. Montandon ve eşi bir seferinde bir kongre için Türkiye’ye gelmişlerdi. Ben de arabayla onları Antalya’dan alıp köye annemi ziyarete getirdim. Eve gelmeden önce de anneme haber verdim. Köyde bu hocamız ve eşiyle birlikte evinde annemi ziyaret ettik. Annem köyün fırınında onlara börek yapmış. Eşine da kenarları oyalı güzel bir eşarp hediye etmişti. Hoca senelerce bana bunu asla unutamadığını söylemişti. Nitekim ben Cenevre’ye gittiğimde bu sefer onun gözleri görmeyen annesini ziyaret etmiştik. Ve hoca annesine bizim köydeki bu ziyaretimizi anlatmıştı.


    Her yıl mayıs ayının sonu ve haziranın başında çiçek açan ve insan boyunda olan afyon çiçeklerini görmek için, davet ettiğim misafirlerle birlikte bizim köye giderdik. Tarlaları gezdikten sonra da ya annemin evinde, ama büyük çoğunlukla rahmetli kayınpeder ve kayınvalidemin bulunduğu evde köy kahvaltısı yapardık, annem de onlara gelirdi. Her yıl onlar da dört gözle bu ziyareti beklerlerdi. Ben de dört gözle beklerdim. Çünkü bu afyon çiçeklerini görme, köyün etrafında dolaşma, köylülerle konuşma, arkadaşlarımızla beraber olma bana, en etkili sakinleştirici ilaçlardan bile daha tesirli olurdu.


    Köydeki evimize, köye gelir gelmez, su ve elektrik de bağlatmıştık, televizyon almıştık ve telefon bağlatmıştık. Düzenli bu telefon vasıtasıyla görüşüyorduk. Bu arada maalesef ortaokulda bir şekilde alışkanlık edindiği sigarayı bir türlü bırakamayan abim de çok ciddi bir kalp krizi geçirdi. Arkadaşlarım çok ciddi ilgilendiler. En sonunda kalp nakli gerekti, ama uygun kalbi buluncaya kadar bile hayatını sürdüremeyeceği için İzmir’de yapay kalp takıldı, fakat böbrekleri çok ciddi hasar gördüğü için onu kaldıramadı, o da rahmetlik oldu. İzmir’den köyümüze getirdik, evimizin avlusuna getirince, annem mutlaka yüzünü görmek istiyorum dedi, yüzünü açtı gördü, sonra metanetini muhafaza etmeye çalıştı. Ama o günden sonra hiç gözlerinin içinin güldüğünü görmedim annemin. Dünyaya bakışı tamamen değişmişti. Ben içinde bulunulan konjonktürün mecburiyetinden dolayı yurtdışına çıkınca, annem de daha çok zamanını Ankara’da evimizde eşimle beraber geçirmeye başladı. 


    Annemle hemen hemen neredeyse telefonda her gün görüşüyorduk. Bir seferinde bana maalesef şu anda içinde yaşadığımız konjonktürden dolayı, “eğer ben ölürsem, asla gelme, çünkü dama (hapishaneye) koyuyorlarmış demişti.


    95 yaşındaydı. Bir gün ciddi rahatsızlanınca sağ olsun çocuklarımız onu bir hastanenin yoğun bakımına kaldırdılar, bir ay kadar orada kaldı. Her gün bana düzenli bilgi veriyorlardı. Bir gün yatsı namazını kılarken telefon gelince, ben o haberin geldiğini hissettim, namazdan sonra tekrar telefonla arayınca kızım “başımız sağ olsun babacığım“ deyince yukarıda anlattıklarım ve anlatamadığım her şey bir anda gözümün önünden geçti epey bir ağladım. Arkadaşlarım teselli ettiler. Ama sonra Rabbimin lütfettiği sekine ile kendime geldim. ‘’Sen verdin ya Rabbi ve sen aldın’’ dedim. Ona rahmetinle muamele et diye dua ettim ve halen dua etmeye devam ediyorum. 


    Sağ olsunlar, çocuklarımız, torunlarımız, akrabalarımız köyümüze götürülen annemin cenazesinde bulundular, dua ettiler ve onu rahmetlik ağabeyim ve rahmetlik babamın yanına defnettiler Allah rahmet eylesin. Bu haberi duyan başta Hocaefendi’nin telefonla arayarak başsağlığı dilemesi ve duaları yanında, dünyanın her yerindeki arkadaşlarımız baş sağlığı dileklerini ilettiler ve hemen her yerde hatimler indirildi, Yasinler okundu, dualar yapıldı. Anneme gıpta ettim ne kadar da şanslıymışsın dedim. Rabbim başta Hocaefendi olmak üzere, gerek telefonla arayan gerek mesajla baş sağlığı dileyen, hatimler indiren, dualar eden bütün abilerimizden ve arkadaşlarımızdan razı olsun. Rabbim anneme rahmetiyle muamele buyursun, kabrini pürnur eylesin, Efendimiz’e (sav) komşu eylesin, kabir azabından onu muhafaza eylesin, âmin. 


    Tabii ki son cümlenin bu son noktasından sonra denilecek fazla bir şey kalmıyor. Ama denilecek ve denilmesi gereken o az şey, belki de en önemlisi herhalde. Doğum nasıl gerçekse ölüm de böyle bir gerçek. Hepimizin bu gerçeği görerek ona göre hareket etmesi, hazırlıklı olması gerekiyor. Kırmızı kartın kime ne zaman gösterileceği belli değil. Rabbim hepimizi rızası istikametinden ayırmadan, kim ve ne olursa olsun, O’nu cc tanıma ve tanıtma adına, bu gerçekleri ve güzellikleri paylaşma, bu çerçevede hiç kimseyi kapsama alanı dışında bırakmadan, O’nu cc zamanın ve mekanın diliyle, Kur’an makuliyeti içinde bilme ve bildirme yolunda hepimizi daim ve kaim eylesin.

    02 Tem 2023 10:24