Kâinatta meydana gelen olayların hiçbiri tesadüfi ve anlamsız değildir. Her olayda bir hikmet, bir maksat ve bir hayr vardır.
ALİ AKPINAR
Kâinatta meydana gelen olayların hiçbiri tesadüfi ve anlamsız değildir. Her olayda bir hikmet, bir maksat ve bir hayr vardır. Bir olayın güzel ve hayr olması sadece zahire bakarak anlaşılamayabilir. Zira zahiren çirkin ya da şer gibi görünen şey, neticesi ve meyvesi itibarıyla güzel olur, hayr olur. Meselâ yağmur tüm canlıların hayatı için elzem olmasının yanında başka faydaları beraberinde getirir. Yağmurdan cüz’î bir zarar gören bir adam, “Yağmur çirkindir, zararlıdır, şerdir.” dese, hakikata aykırı hüküm vererek büyük bir hata etmiş olur. Aynen öyle de kâinatın küçük bir nümunesi olan insan için de aynı durum söz konusudur. İnanan insan, başına gelen her olayda bir hikmet, bir maksat ve hayr görür ki hakikaten de öyledir.
İnsanın bir ot, cansız bir cisim ya da hayvan olarak değil de akıllı, iradeli, şuurlu, düşünceli, vicdanlı bir varlık olarak yaratılıp insan olma şerefiyle diğer varlıklardan üstün kılınması; insanlar arasında da aklını, düşüncesini, iradesini doğru kullanarak hidayete mahzar kılınan kişinin mü’min olma şerefiyle yüceltilmesi en büyük hayr ve lütf-i ilâhîdir. Bunun yanında, pek çok nimetle serfiraz kılınan mü’minin başına gelen bir belânın, imanın nuru, sabrın kuvveti, tevekkülün sekineti ile büyük hayırlara ve lütuflara vesile olacağı malûmdur. Bu belâyı bir mü’minin çirkin ve şer görmesi ve ondan şekva etmesi, yağmurdan cüz’î zarar gören kişinin yağmuru zararlı ve şer görmesi gibi büyük bir yanılgı olur.
“Hiç s¸üphesiz sizi korku, açlık ve maldan, candan, hasılattan eksilme gibi unsurlarla bir s¸ekilde imtihan ederiz. Müjdele o sabırlıları ki onlar, bas¸larına bir musibet geldigˆinde, “Biz Allah’ınız (O’nun mahlûku, O’nun kulları, O’nun mülküyüz; O, mülkünde diledigˆi gibi tasarruf eder) ve zaten O’na dönmekteyiz, der (ve bu inançla, bu s¸uurla davranırlar).” (Bakara, 2/155-156) İlâhî hitabında belirtildiği gibi mü’min, imtihanın gereği olarak bir musibete -ki bu hastalık olur, yoksulluk olur, zulme ve gadre uğrama olur, haksız yere hapsedilme olur, bir yakınının ölümü olur, kaza olur vb.- uğradığında, bu musibetin nereden ve niçin geldiğini bilir. Ondan şekva ve musibeti verene isyan etme yerine, imanın nuru, sabrın kuvveti ve tevekkülün rahatlığıyla davranır ve öncelikle kendini hesaba çekerek musibete sebep olan hatalarını tespite ve bunları gidermeye çalışır. Sonrasında, aynı hatalarını tekrardan kaçınır, tevbe eder. Kendini ıslaha ve tevbe ile günahlarından arınmaya vesile olan musibeti şer olarak değil, hayr olarak görür ve Rabb’ine (celle celâlühû) şükreder. Hadiseleri bu inanç, tavır ve şuurla karşılayıp değerlendiren mü’min, “Onlar öyle kimselerdir ki Rab’leri dualarını kabul buyurur, ihtiyaçlarını giderir, günahlarını bagˆıs¸lar ve (dünyada da ahirette de) kendilerine rahmetle muamelede bulunur. Ve onlar, kâmil manâda hidayete ve gerçek hedefe ulas¸tırılmıs¸ olanlardır.” (Bakara, 2/157) ayetinde sözü edilenler sınıfına dâhil olur.
Evet, başta zahirî yüzü çirkin ve soğuk görünen musibetler, belâlar, dertler, sıkıntılar; insanın aylarca, yıllarca ve hatta ömrü boyunca ulaşamayacağı hayırlara, lütuflara, imkânlara -Allahü Teâlâ’ya tevekkül eder ve sabır gösterirse- kısa zamanda ulaşmasına vesile olabilir. Ondan değil midir ki belâ ve musibetlere en fazla Allah’ın (celle celâlühû) has kulları düçar olmaktadır. Bunların başında da resûllerle nebîler (aleyhimüsselâm), sahâbe-i kirâm efendilerimiz (radıyallâhü anhüm) ve onları rehber edinip yollarını takip eden Hak dostları gelir.
“Bas¸a gelen her musibet mutlaka Allah’ın izin vermesiyledir. Kim içten ve s¸uurlu olarak Allah’a iman ederse, Allah onun kalbini dogˆruya ve gerçegˆi idrake açar. Allah, her s¸eyi hakkıyla bilir.” (Teğâbün, 64/11) ayet-i kerîmesinde de vurgulandığı üzere değil mi ki her olay gibi musibet de Rabbü’l-Âlemîn’in (celle celâlühû) izni ile bir muradına ve hikmetine binaen geliyor; o hâlde sabır, tevekkül ve teslimiyetle karşılandığında ağır gibi görünen musibet hafifleşir, büyük görünen küçülür, şer görünen hayr olur. Elemi ve kederi gider, lezzeti ve huzuru kalır. Bedîüzzaman Said Nursî (rahmetullahi aleyh) buna işareten şöyle der: “Hayat musibetlerle, hastalıklarla tasaffî eder, kemâl bulur, kuvvet bulur, terakki eder, netice verir, tekemmül eder; vazife-i hayatiyeyi yapar.” (Lem’alar, İkinci Lem’a-İkinci Nükte-İkinci Vecih). Yani musibet önce acı gelse de sabır vesilesiyle sonu tatlı olur. Mü’minin günahlarının afvına, temizlenmesine ve ayrıca imanda kemale ermesine, manen mertebe kat’edip terakkisine vesile olur.
Bedîüzzaman hazretleri, bu terakkinin kısa zamanda nasıl gerçekleştiğine ve fani ömürde nasıl bakileştiğine dikkat çekme noktasında sözlerine şöyle devam eder: “S¸u dâr-ı dünya meydan-ı imtihandır ve dâr-ı hizmettir. Lezzet ve ücret ve mükâfât yeri degˆildir. Madem dâr-ı hizmettir ve mahall-i ubûdiyettir. … musibetzede zaafını ve aczini hissedip Rabb-i Rahîmine ilticâkârâne teveccüh edip, O’nu düs¸ünüp, O’na yalvarıp hâlis bir ubûdiyet yapar. Bu ubûdiyete riyâ giremez, hâlistir. Egˆer sabretse, musîbetin mükâfâtını düs¸ünse, s¸ükretse, o vakit her bir saati bir gün ibâdet hükmüne geçer. Kısacık ömrü uzun bir ömür olur. Hattâ bir kısmı var ki, bir dakikası bir gün ibâdet hükmüne geçer.” (Lem’alar, İkinci Lem’a-İkinci Nükte-Üçüncü Vecih).
Evet, fani dünya hayatını, ebedî ahireti kazanma adına böyle bereketlendirmeyi kim istemez ki! Böyle bir kazanca nail olmak isteyen insan, sahip olduğu iman, sıhhat, hürriyet, rahatlık gibi nimetlerin ve zaman gibi imkânın kıymetini takdir edip ibadet ve taat, hayr ve hasenat, hizmet ve gayret, zikir ve şükür ile değerlendirir; hastalık, belâ veye başka bir musibet geldiğinde ise kulluk vazifesini terk ve ihmal etmeden sabır ve tevekkül gösterirse bütün ömrünü aydınlatır, bereketlendirir, hayatdâr eder.
Hayatı ve musibetleri böyle görüp böyle değerlendiren ve ona göre amel eden mü’min zindanda da olsa bahtiyardır, mesuttur, özgürdür.