[Safvet Senih yazdı] Derdi olmayan adam

Evet, Allah’ın bunca lütfu, ihsanı içinde herkes bir şeylere katlanıyorsa ve çekilen bu sıkıntılar neticesi çeşit çeşit doğumlar oluyorsa, bizim de bunca sıkıntıdan bir hissemiz olması lâzım…

Derdi olmayan adam
SAFVET SENİH | Samanyoluhaber 


M. Fethullah Gülen Hocaefendi diyor ki: “Osman Bektaş Hocaefendi, ‘Herkese bir dert var, bu âlemde mukarrer/Rahat yaşamış var mıdır gürûh-u ukalâdan" beytine misal verirken şöyle bir hadise anlatmıştı. Doğu’da ulema namaz vaktinden evvel gelip şadırvan etrafında SOHBET ederlermiş. 

Halk da bu esnada merak ettiği mevzuları sorma imkânını bulurmuş. Bir gün birisi şöyle bir şey sormuş: ‘Hocam, bizim köye minare yapılması mümkün değildi. Ben de -Eğer bizim köye minare yapılırsa, oraya eşekle çıkacağım' diye yemin ettim. Şimdi de MİNARE yapıldı. Yeminim ne olacak?’ Soru sorulan Hocaefendi sanki soruyu hiç duymamış gibi yapar ve diğerlerinin konuşmalarını dinler. 

Herkes bir takım dertlerden şikâyet etmektedir. Sadece biri Allah’a şükür, benim HİÇ BİR DERDİM YOK  demekte ve hiçbir derdi olmadığını söylemektedir. Bunun üzerine Hocaefendi, soruyu soran adama dönerek, ‘Binin şunun sırtına, çık minarenin tepesine, yeminini yerine getirmiş olursun’ der.”

Büyük Dertlinin, dertli talebesi Zübeyir Ağabeyimiz bir sıkıntı münasebetiyle şöyle demişti: “Eğer kağıt ve mürekkebi yok etseler, derimizi kâğıt, kanımızı mürekkep yapıp bu Kur’an hakikatlarını yazmaya azimliyiz!”

Sıkıntılar ve doğumlar konusunda M. Fethullah Gülen Hocaefendi şöyle diyordu: “Bir ölçüde iman ve Kur’an’a Hizmet yolunda bulunan BAHADIRLARIN değişik şekilde sıkıntılar çekmesi karşısında, ‘Benim de her gün doğum sancısı misilli değişik sıkıntılara katlanmam gerek’ diye nefsimi iknâ etmeye çalışıyorum. Fakat neylersin ki; etten-kemikteniz ve değişik duygularla, düşüncelerle örgülenmiş bir varlığız. 

İşte böyle bir mâhiyete sahip olması itibarıyla insan, düşmanlardan gelen her türlü ezâ, cefâ ve sıkıntıya katlanıyor da –yakından tanıyanlar buna şahittir– fakat tıpkı düşmanlar gibi ezâ ve cefâda bulunan, SU diye ZEHİR sunan dostları kabullenmekte oldukça zorlanıyor. 

Buna rağmen, böylesi dostlara eğer hakkım varsa, yerden göğe kadar helâl olsun!  Uhrevî hayatlarının, dinlerinin, diyanetlerinin bile kaybına vesile olabilecek yanlışlıklardan Rabbim onları muhafaza buyursun. Ayaklarını kaydırmasın… Evet bana  çektirenlere  hakkımı helal ediyorum. ‘Rabbim onlara da  çektirmesin’  diyorum. Aksi halde elimde olmadan, içten bile intizar etsem, Rabbimin karşılık vereceğinden  korkuyorum. Onun için geçenlerde bana çektiren, hem de çok çektiren  birine ‘Rica ederim, bana içten bile olsa İNTİZAR  ETTİRMEYİN…’ derken birden çocukları gözümün önünde tüllendi, ödüm koptu. 

Ben aslında, bir karıncanın helâya düşüp ölmesi karşısında üzüntüsünü aşamayan bir insanım. Kaldı ki, canım gibi sevdiğim çocuklar…

“Evet, Allah’ın bunca lütfu, ihsanı içinde herkes bir şeylere katlanıyorsa ve çekilen bu sıkıntılar neticesi çeşit çeşit doğumlar oluyorsa, bizim de bunca sıkıntıdan bir hissemiz olması lâzım… Lâzım ama keşke bu dostların eliyle olmasa… Her ne ise, siz de çok dua edin, Allah kalblerimizi telif buyursun. Kâfirce sıfatların gönlümüzde yer etmesine imkân ve fırsat vermesin. Bize güç-kuvvet lütfedip, Yunusvârî ‘Dövene elsiz, sövene dilsiz ve elli defa gönlümüzü kırsalar bile gönülsüz’ yaşama gücünü ihsan buyursun.
“Allah’a binlerce hamd ve senâ olsun ki, bize, yığınla insana hak ve hakikatı anlatma imkânı verdi; verdi ama, ben bu konuda endişelerimi hiç yenemedim. Yani bunca insana İslam’ı tebliğ etme fırsatı bize verdiği halde, acaba biz bunu iyi değerlendirebildik mi? O kadar insanın, iman Hizmetine olan teveccühünü, mukabil teveccüh dinamiği kullanarak, faydalabildik mi? Mazhar olduğumuz lütuf ve ihsanlara, kendi cinsinden şükürle mukabele edebildik mi? Yoksa nefsaniliğimizi mi yaşadık? MÜTREFİN  (Bolluk içinde şımarıp azgınlaşanlar) gürûhu gibi yaşamaya mı dolduk veya nimetler karşısında mirasyediler gibi mi davrandık? Şan, şeref, şöhret, para, makam sevdasına mı kapıldık? Evet, bunlar benim endişelerim… Ve ben bu endişelerimi öteden beri hiçbir zaman aşamadım…  

“Evet, çile, ızdırap, göz yaşı üzerine kurulmuş din-i Mübin-i İslamı taşıma ve gelecek nesillere, hem de en güzel biçimde emanet etme vazifesi, eğer bu Kur’an Hâdimlerine verilmiş ise bu vazifeyi, verilen bunca nimetlerden istifade ile tam tekmil yerine getirmek de bize düşer.”
Hocaefendi seneler önce şöyle  demişti: “Elbette, 70’ine 80’ine ulaştığı halde genç kalanların yanında ihtiyarlardan da olacak ve tabiî önümüzdeki yıllarda toplum çapında yaşanacak imtihanlarla elenen bir çok insan da olacak. Bunların bir çoğu safvetini, sadeliğini kaybedecek. Allah ile olan irtibatı önemseyecek. Dünyevî hazlar ve zevkler  adına kendini salıverecek… Ve kimileri tamaha, kimileri tenperverliğe, kimileri şöhrete, kimileri riyaya, kimileri haneperstliğe; çoluk-çocuk sevdasına, mal-mülk-menal arzusuna kapılacak. Ve pek tabiî kimileri de başlangıçtaki inanç, azim ve gayreti ile yoluna devam edecek.”

“Sancılıyız. Çile ve ızdırap içindeyiz; ama olacak bunlar. Çünkü bir millet doğuyor. Tabii ki, böyle bir doğumun  sancısız olması düşünülemez. Nasıl bir anne doğum  öncesi çocuğunu dokuz ay karnında taşıyor. (…)  Doğum mevsimi gelince de sancı üstüne sancı çeker. İşte aynen öyle de şimdilerde bir millet yeniden doğuyor. Elbette ki, bunun da kendine göre sancıları olacaktır. (…)  İşi gerçek yörüngesine oturtmak için, hep beraber, el birliğiyle seferber olup bir kere daha gayret mi gösterelim.”
Muhterem Hocaefendinin bu tesbitleri üzerine kendi muhasebemizi ve durum muhakememizi çok iyi yaparak üzerimize düşenleri yerine getirmeliyiz.

17 Eylül 2020 11:34
DİĞER HABERLER