Samanyoluhaber.com yazarlarından Abdullah Aymaz, yeni köşe yazısını 'İfradilik ve sadece şahsi çıkarlar' başlığıyla kaleme aldı.
Bizi geriliğe iten, atâlet ve betalet (hareketsizlik) zindanına atan sekiz engelden dördüncüsü için Üstad Hazretleri şunları söylüyor:
“Sonra da tabiatı ve fıtratı itibarı işe medenî olduğundan diğer insanların hukukunu muhafazaya ve hakkını onlar içinde aramaya mükellef olan insanın emellerini dağıtan infiradî düşünce ve şahsî tasavvur karşı çıkar.”
İmam-Hatip Okulunun dördüncü sınıfında Kanun Bilgisi dersi vardı. Bunun kitapları Maarifet Kitabevinde satılırdı. Yatılı öğrenci olduğumuz için oradan geçerken yanımızda para olmazdı. Para olduğunda orası kapalı olurdu. Biz de iki hafta kitap alamadık. Müdür Muavini Orhan Beyle düşünce farkımız olduğu bazan münakaşa da yaptığımız için fırsat eline geçtiğinden Fehmi Koru ile ikimizi sözlü yapmak için tahtaya kaldırdı. “Kanun niçin lâzımdır” diye kitaptan sonra sordu. O günlerde de İşârâtü’l-İ’caz tefsiri not tuta tuta okuyorum. Orada da Üstad Bediüzzaman bu konuyu çok güzel işlemiş. Ben de, “İnsanlar diğer canlılardan farklı olarak yemede-içmede, giyimde kuşamda, barınma v.s. de insanlığa lâyık bir yaşayış isterler. Bunların temini için hem rençber, hem terzi, hem fırıncı, hem mimar veya bina ustası, hem öğretmen v.s. olmaları gerekir. Tek başına bir insan bunları hepsi olamaz. Fakat toplu ve toplum halinde yaşarken herkes tabiatına, fıtratına uygun bir iş, bir sanat seçer ondan kazandıkları ile diğer ihtiyaçlarını insana yakışır şekilde temin eder. Buna mübâdele denir.
Ama insanların bazı çok akıllı, bazısı kurnaz, bazısı çok güçlü, bazısı zayıf, bazısı akıl itibariyle geri olduğu için bir çok haksızlıklar olabilir. Bunu önlemek ve hak-hukuka belirlemek için ortak bir akla ihtiyaç vardır. Bir haksızlık olunca ona müracaat edilmesi gerekir.
Böyle bir şey de KANUN yapmakla olur. Yani insanların kanuna ihtiyaçları vardır.” dedim, ibadetle de ilgisi olan bu uzun konunun İşârâtü’l-İ’caz tefisirinden sadece bu bölümü anlattım. Sonra Kanun Dersi kitabı elime geçince orada anlatılan bana yaran geldi. Her neyse, Orhan Bey bize iyi bir not vermedi ama, hiç olmazsa sıfır almaktan Risale-i Nur sayesinde kurtuldum. Coğrafya imtihanın da dünyadaki Müslümanlar hakkında
“nısf-ı arz, hums-u beşer” yani arzın yarısı insan nüfusunun beşte biri sözü beni kurtarmıştı…
İşte burada da insanın ‘medeni-i bitap’ olduğunu söylüyor. Yani tabiatı ve fıtratı itibariyle insan medenîdir, tek başına değil toplu ve toplum halinde yaşamaya mecburdur. Böyle olunca hem diğer insanların haklarını koruması hem kendi hakkını araması gerekir. Ama insan fıtraten nefsini yani kendisini ön plâna çıkarır. O zaman dengeyi bulmak zorlaşır.
Yani herkes kendi çıkarını düşününce toplumda huzur kalmaz. Onun için Üstad Hazretleri
“İnsanların en hayırlısı, en fazla insanları fayda dokunanıdır.” hadis-i şerifini hatırlatmakla, bu engelin aşılmasını tenbih ediyor. Bir nevi şahsî menfaatler ile umumî menfaatler, bir cenge çıkarıp, siz diğer insanlar insanların istifadelerinin yanında olan, îsar hasletiyle yaşama değil, yaşatma idealini tercih edin, diyor.
Beşinci engel olarak da Üstad Hazretleri şu tesbitleri yapıyor:
“Sonra başkasının tekâsülünden (tenbelliğinden) görerek fırsat bulup, hücum edip belini kırar. Siz de ‘Başkasına değil de, sadece Allah’a tevekkül edenler, tevekkül etsinler’ olan sağlam kaleyi, himmete sığınak yapınız.”
Bazı şeyler bulaşıcıdır. Tembellik de öyledir. İnsanlar “Bir ben mi varım? Benden başka bu işleri, bu Hizmetleri yapacak adam mı kalmadı?” demeye başlarsa, bütün işler ortada kalır. Üstad Hazretleri, Ankara’dakilerle anlaşamayıp Van’a dönünce, Birinci Dünya hengâmesinde Fransızların ve Rusların tahrikiye Van’a yarısı yakılmış, Üstadın 15 sene üst seviye öğrencilerine âli ilimler okuttuğu Horhor Medresesi tahrip edilmiş.
Bir müddet bir câmide kaldıktan sonra Molla Resûl, Molla Hamid gibi 4-5 talebesiyle Erek Dağında inzivaya çekildi. Bu arada Şeyh Said isyanı sırasında kardeş kanı dökülmesin diye Şeyh Said’e bir ikaz mektubu yazdı.
Diyarbakır Mahkemesinde Şeyh Said’in kitapları arasında Üstadın bu mektubu ele geçirildi, bunu hâkimler biliyor, devlet de biliyor. Her neyse…
Erek Dağında talebeleriyle kalırken Cuma günleri talebeleriyle namaz için Van’a geliyordu.
Çünkü Şafiilerde Hanefilerden farklı olarak üç cemaat yetmez imamdan başka 40 kişilik bir cemaatin olması lâzım. Yolda gelirken talebelerine “Ya siz önden gidin ben arkadan geleyim veya ben önden gideyim siz arkadan gelin” diyordu. Molla Hamid de “Yâ Üstadım böyle yolculuklarda herkes ister ki, yanında arkadaşları olsun sohbet ederek gitsinler. Böylece yolculuk bitmiş olur. Sen bizi niye reddediyorsun?” diye sormuş, Üstad Hazretleri de
“Ben yolda giderken bir çok evrad ve ezkârımı okuyup giderim ama siz olunca beni lâfa tutarsınız, ben de onları okuyamam diye cevap vermiş.” Sonra demiş ki, “İnsan vardır mesela bir grup hasad vakti tarlada ellerinde tırpanlar ekin biçiyorlar yanlarına gelin oturalım, diyerek birer sigara verir onları işten alıkoyar. Ama insan vardır, bakar ki, ellerinde tırpan ekinin başında tembel tembel insanlar oturuyorlar.
Hemen tırpanını sallayarak ekinleri biçmeye başlar, öbürleri de gayrete gelip kalkarlar hep birden ekinleri biçerler. Ah Molla Hamid gayretin, gayrete getirmenin Kıyamet günü nasıl işe yarayacağını bir bilseydin, bir sâniye bile vaktini boşa geçirmezdin.” demiş.
Gerçekten kendinden motorlu olmak, lokomotif olmak çok önemlidir.
Çünkü büyük potansiyele mensup, büyük işler yapacak insan toplumları, ancak bu kendinden motorlu lokomotif fıtratlar harekete geçirir, hayırlı işlere vesile olurlar…