Maalesef taptaze, hep taze ve en taze hem de güzellerin en güzeli olan Kur’an hakkında, teker teker bütün insanlara: “Ne kadar geç tanıyabildim seni, ey kadimler kadimi, ey tazeler tazesi güzellik ne kadar geç sevdim. Yazık senden ayrı geçen yıllarıma, yazık” diyen AZİZ AUGUSTİNUS’ün Hint ve Hint edebiyatı için söylediği gibi bu tesbiti, bütün cihana söylettiremedik ve onu lâyık olduğu şekilde tanıtamadık…
Üstad Bediüzzaman Kur’an’da 200 çeşit mucizelik ciheti bulunduğunu bunlardan sadece 40 yönünü Yirmi Beşinci Söz’de anlattığını söylediği gibi, “Kur’an’ın Altın İkliminde” isimli eserinde de M. Fethullah Gülen Hocaefendi de geniş geniş pek çok özelliklerini ortaya koyuyor. “Kur’an’ın Kendine Has İfade Dili Ve Karakter Tasviri” bölümünden kısa bir parçasını takdim ediyorum:
Şu ana kadar, üzerinde durabildiğimiz kadarıyla gördük ki, Kur'ân beşer tarafından ortaya konması imkânsız ilâhî bir şaheserdir. Her şeyden evvel onun kendine has karakteristik bir ifade ve konuşma tarzı vardır. O, bu muhteşem ifade tarzıyla, her zaman insanları çok farklı bir sıcaklıkta kucaklar. Bu yönüyle de o, ne Allah'tan gelen sair kitapların ifadelerine ne de beşerî kelâmların, hatta en mükemmel akıllardan çıkan ifadelerin hiçbirine benzememektedir.
Kur'ân'ın kendine has o enfes üslûbunu zevketmek ve arz edeceğim bir kısım misallerin daha iyi anlaşılması için az da olsa araştırma yapmaya, ilim irfan adına biraz olsun derinleşmeye, biraz da bediî zevkten hissedar olmaya ihtiyaç vardır. Her şeye rağmen biz böyle bir kitleyi karşımızda var sayarak misalleri arz ederken, mümkün olduğu kadar o kitlenin anlayış seviyesine göre sunmaya çalışacağız.
Biz, Kur'ân'ın karakteristik ifadesi sözcüğüyle şunu kastediyoruz: O, pek çok meseleye girer, pek çok konuyu ele alır ve tahlil eder. Meselâ o, yerinde maziden ve gelecekten bahisler açar, geçmişi-geleceği çizgi çizgi gözlerimizin önüne serer ve bunu yaparken de âdeta bahsettiği yerleri, cemaat ve fertleri bütün karakteristik yanlarıyla gözlerimizin önüne serer.
Evet, o konuşurken âdeta geçmiş kavimler, o kendilerine has mimikleriyle, tavırlarıyla, oturup kalkmalarıyla birden gözlerimizin önünde tülleniverir. İngiliz edebiyatı tarihinin en meşhur siması, bugün de zevkle takip edilen Shakespeare (Şekspir)'in, o engin tasvir gücüyle ve edebî bir enginlik içinde vak'aları nasıl tasvir ettiğini zevkle okursunuz. Oysaki bu tasvir gücüne rağmen, yine de beşer karihasının bütün zaaflarını bu üstün tasvirlerde görmek mümkündür.
Şöyle ki, Shakespeare de olsa, eski devirlere ait vak'aları kendi hususiyetleriyle vermeye çalışırken, olayları tasvirde yine de kendi devrinin sesini soluğunu aksettirir. O kadar ki, neredeyse kendi döneminin insanlarının hayat hikâyelerini anlatıyor sanırsınız. Oysa beşer, o vak'aların cereyan ettiği güne nispetle çok değişmiş, çok farklılaşmıştır. Hayat şartları, hayat standartları, düşünce ufku bütün bütün başkalaşmış ve ayrı bir hâl almıştır. Ne var ki o, bunları görmekten ve ihata etmekten çok uzak bulunmaktadır.
Oysaki Kur'ân-ı Kerim'de geçmişe ait vak'aları ele alıp takip ettiğiniz zaman, Nuh kavmini, Âd ve Semud'u en ince ruh hâlleri ve en karakteristik yanlarıyla olduğu gibi görebilirsiniz. –Allah'ın salât ve selâmı o devirlerde yaşayan ve bu âsi ve tâği cemaatlere nebilik yapmış bütün peygamberlere olsun.– Burada elbette ki, Allah'ın mu'ciz kelâmı ile, beşer karihasının her türlü zaaflarını taşıyan Shakespeare'in veya bir başkasının yazdıklarını mukayese ediyor değiliz. Bizim maksadımız şudur:
Kur'ân, geçmiş milletleri anlatırken, o cemaatleri bütün hususiyetleriyle, bir sahne ya da sinema perdesinde, olup bitenleri sergiliyormuşçasına tablolaştırıverir. Kur'ân'da değişik devirlere ait ayrı ayrı insanları anarken, çok farklı devirleri insanlarıyla beraber birden duyar ve yaşarsınız. Figürler, figüranlar tamamen birbirinden farklıdır. Ve siz, Kur'ânî vak'aları peşi peşine takip ederken onda, roman ve tiyatrolarda çokça karşılaştığınız o acayip hortlakları da göremezsiniz. Zira Kur'ân, vak'aları takdim ederken, doğrudan doğruya onları hayatın içinden alır veya aynı hayat misalleriyle insanların görüşlerine arz eder. Ve böylece, bir ders içinde bin dersi birden verir.
Evet, işte Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyan'ın eşsiz ve benzersiz bir yönü! Onun aydınlık beyanında, şahıslar, mekân ve menziller okuyucunun hayalinde öyle canlanır, âbideler hâlinde hususî eda ve havalarıyla tecessüm eder ki, yüzlerce hâdise, yüzlerce şahıs zikredilmesine rağmen hiçbiri, ne zaman itibarıyla ne de keyfiyet itibarıyla karışmaz ve okuyucunun zihnini bulandırmaz.
Orta Çağ'ın meşhur ressamlarından Mikelanj, Hz. Musa'nın heykelini yapmış, bununla kendini veya Hz. Musa'yı anlatmak istemiş. Bu heykelin ne derece Hz. Musa'yı temsil ettiği belli değil. İhtimal bazı kaba hatları ile onu hatırlatıyor olabilir. Fakat ondan sonra gelen üç-dört asrın bütün mütefennin, mütefekkir ve sanatkâr insanları, eserle verilmek istenen şeyin verilip verilmediğine bakmadan bu sanatı asırlarca alkışlamışlardır...
Hâlbuki Kur'ân, hangi meseleyi ele alırsa alsın, kendi mücerret çizgisi ve üslûbu içinde asla putlaştırmadan, totemleştirmeden müşahhasın kat kat üstünde mücerret fikirlerle o meseleyi öyle sunar ki, sunduğu şeylerin silüeti, anında insanın kendi tahayyül ve tasavvurlarında canlanıverir.
M. Fethullah Gülen Hocaefendinin bu tesbitleri araştırıcılar için çok büyük ufuklar açıyor…