'Affa Vesile Vefa'

''Zulüm, uzun ömürlü değildir. -İnşâallah- zâlimlerin kendi zulümleri içinde boğulup gittiklerini hayatta olanlar göreceklerdir. Vefâ affa vesîledir unutulmamalıdır..''
Mehmet Ali Şengül / samanyoluaber.com

Kazanmak da kaybetmek de bir imtihandır. Öteler ötesinde amellerin hangisi kulun lehine yada aleyhine olduğunu mutlak mânâda kestirmek mümkün değildir. İnsan, bulunduğu ortamı iyi değerlendirdiği takdirde hüzünlü ve kederli anları, âhiret hayâtında belki daha kazançlı olmasını sağlayabilir.
     
Mü’minin en bereketli ve en kıymetli yanı; Allah ile irtibatının sağlam olması, kalbi ile Allah arasındaki bağlantıyı ifâde eden yanıdır. Dünyâ insanın olsa, Allah hoşnut ve râzı değilse, yapılanların hiçbir değeri ve kıymeti yoktur. 
     
Mü’minler için; “...Hepsinden âlası ise Allah’ın kendilerinden râzı olmasıdır.  İşte en büyük mutluluk, en büyük başarı budur. ” (Tevbe sûresi, 72)
       
Dünyada kullar için en büyük musibet, insanları Allah’dan  uzaklaştıran, ölümle sona erecek şu fâni dünyâ misafirhânesinde küfür, dalâlet ve gaflet içinde bulunmalarıdır. Yâni, günahkâr bir ortamda dünyânın gayr-i meşrû lezzetleri, gurur, enâniyet, inat, hased, gıybet ve dedikodularla ömrü heder edip, haram-helâl demeden dikkatsizce yaşamalarıdır.
   
Ehlullah’dan merhum Alvarlı Efe Hazretleri, ‘Belây-ı ekber odur ki, özünü gaflete salmış insan olmaktır’ der. İhlâs ve samimiyetle, Allah için yapılmayan  hiçbir iş ve amel, semeredâr olmayacağına dair, büyük zâtlar ve âlimler dikkat çekmektedir. 
   
İnsan, Allah’a karşı vefâ hissiyle dopdolu olmalıdır. Bu yolla elde edilecek başarı, başka hiçbir şeyle elde edilemez. ‘Din nasihattir.’ (Müslim). İnsan, kalp ve ruhunu, akıl ve irâdesini devamlı din ile takviye edip beslemelidir.
    
Abdullah İskenderî (rahmetullahî aleyh); ‘O’nu bulan neyi kaybetmiş, O’nu kaybeden neyi bulmuştur?’ der. Mü’minler için bütün dert ve dâvâ, hülyâ ve rüyâ;  O’nu bulmak, O’nun yolunda olmak  ve herşeyde O’nun rızâsını  gözetmek olmalıdır. 
   
Evet, yapılan  her iş O’nun rızâsı için olmalı ama, O’nun muvaffak kıldığı başarılara da nefis hesâbına sâhip çıkılmamalıdır. Zirâ Nisâ sûresi 79.ayette Cenâb-ı Hak; “Ey insan! Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenâlık ise nefsindendir...” buyurmaktadır.
   
Bir defa olmak üzere gözünü şu fâni dünyaya açmış olan insan, bir daha dünyaya gelmeyeceğini hesâba katarak gaflet içinde olmamalıdır.
   
İnsan, ‘gâfil’ dendiği zaman hep ‘benden bahsediliyor’ deyip, mezkûr kelimeye sâhip çıkmalı, eksik ve kusurlarını hatırlatacak vefâlı bir hayırhah bulmalı, oltayı boşa atmamalı, Allah huzurunda kendisini mahcup edecek boş amellerle meşgul olmamalıdır.
    
Vefâ, dost ikliminde yetişen güller mesâbesindedir. O sevginin, mürüvvetin bağrında boy atar ve gelişir. Kalbî ve ruhî hayatı ölmüş insanlarda vefâ hissini aramak beyhûdedir.
   
Kendini yalan ve aldatmadan kurtaramayan, verdiği söz ve yeminlere muhâlif hareket eden ve ehl-i iman olmanın mes’uliyetini vicdanında duymayan ehl-i nifâktan, vefâ beklemek aldanmışlıktır.
    
Vefâsızla uzun yola çıkan yolda kalır. Vefâlı ile arkadaşlık kuran huzur bulur. Vefâ duygusu üzere kurulan yuvada huzur ve mutluluk vardır. Eşlerin Cennet’te beraber olma duygusuyla, birbirlerine Allah’ın emâneti şuuruyla hareket etmeleri, evlatlarını geleceğin ümit nesli şuuruyla yetiştirmeleri, karşılıklı saygı, sevgi ve muhabbeti devam ettirir.
    
Vefâlı olan hâkim, âdildir. Hak ve hukuka hassasiyet gösterir. Kendi çıkar ve menfaati için yanlış karar vererek insanlara zulüm etmez. 
     
Vefâlı olan öğretmen, talebesine kendi evlâdı gibi gönülden sâhip çıkar. O’nu vatana, millete ve insanlığa yararlı bir fert olma idealiyle yetiştirir. 
      
Vefâlı olan millet fertleri, birbirini kardeş bilir. Kardeşini ise, dâima nefsine tercih eder. Kardeşinin her türlü maddî mânevî sıkıntılarına ortak olarak onun, dünyâ ve âhiret mutluluğunu sağlamaya çalışır.
       
Vefâlı olan devlet adamı, vakar ve ciddiyetiyle, şefkat ve merhametiyle, güvenilir bir insan olarak, raiyyetine kendi aile efrâdı gibi sahip çıkmak suretiyle, ırk, din ayırmadan onların mutluluğunu temin etmeye çalışır ve aynı zamanda  kendi itibârını da korumuş olur. Varsa kusurları tashih eder. Onların rızkına mâni olmaz, hak ve hukuklarını korur, isnat ve iftiralarda bulunarak itibarlarıyla oynamaz.
      
Vefâlı mü’min, kendi hayâtını, niyetlerini süzgeçten geçirmelidir. Kendi istekleri mi, Allah’ın rızâsı mı? Dünya mı, âhiret mi? Bu hususta derin bir murâkebe ve muhâsebe gerekmektedir. Zirâ en önemli ve gerçek vefâ, Allah’a ve Resûlullah’a karşı yapılmış olanıdır.
      
Hz.Ebûbekir (ra) babasını, Allah Resûlü’nün (sav) huzuruna getirip iman ettikten sonra ağlıyor. Efendimiz (sav), ‘Ya Ebûbekir, Baban iman etti sevinmeli değil misin?’ deyince; O da (ra), ‘Babamın yerinde, sana sahip çıkan amcan Ebû Talib’in olmasını ne kadar arzu ederdim’  diye cevap veriyor. Keşke mü’minler de, Allah’a, Resûlüne ve dâvâlarına karşı, vefâ ve sadâkat da zirveyi tutan  Hz.Ebûbekir (ra) gibi olabilselerdi.
   
Topyekün dünyâda, husûsiyle âlem-i İslâm’da çıkartılan yangınlar, o ateşte kavrulan insanlık ve geleceğin ümidi olan nesiller hakkında mü’minlerin içi ne kadar yanıyor? Yapılan duâlar, anne ve babanın ölüm döşeğindeki yavrusunun gözünü açması,  yangında yanan evladının kurtulması adına yapılan duâlar kadar samîmi mi?
        ‘Bana Hakk’dan nidâ geldi
         Gel ey âşık ki mahremsin
         Bura mahrem makâmıdır,
         Seni ehl-i vefâ gördüm.’        
(Nesîmî)
     
Günümüzde saldırıya uğramış, hizmet-i imâniye ve Kur’âniye’nin izzeti ve onuruyla oynanmış, meydana getirilen güçlü fırtınalar içinde îmânını, ahlâkını, nâmusunu, haysiyet ve şerefini kaybetmiş evlatlar ve nesillerin, dünyâ ve âhiret saâdetlerine vesile olan imanlarını kurtarma yolunda ne kadar gayret gösteriyor, ne kadar dert ve ızdırap çekiliyor?
    
Fethullah Gülen Hocaefendi, ‘En büyük derdimiz dertsiz oluşumuzdur’ ; Hz.Üstad da, ‘Yetmez mi dert derman sana’ buyurarak, en büyük dermanımızın dertli oluşumuza bağlı olduğunu ifâde etmektedirler. Bu beyanlar ışığında, hayatı ne kadar tanzim ediyor, nefisleri bu mevzuya ne ölçüde iknâ etmeye zorlayabiliyoruz?

Ey dost! Allah’a, Resûlullah’a, dâvâna ve insanlara karşı samîmiysen; -samîmi olduğunda şüphe yok- O zaman hayatını, gençliğini, ilmini, sahip olduğun her türlü imkanlarını, hasbî, fedâkarca, hiçbir beklenti içinde olmadan, ihlâs ve samimiyetle hizmete fedâ et ki, vefâlı olasın.
     
Ankebut sûresi 69.âyette Cenâb-ı Hak; “Bizim uğrumuzda gayret gösterip mücâhede edenlere elbette muvaffakiyet yollarımızı gösteririz. Muhakkak ki Allah, iyi davrananlarla beraberdir” buyurmaktadır.
     
Gerçek mü’min, marziyyât-ı İlâhiye’ye kavuşabilmek için, kalbini, rûhunu, duygu ve düşüncelerini, hiç birşeye alet etmeden O’na (cc) bağlaması gerekir.
     
Ey vefâ ehli, ne olur verilen söz yerine getirilsin! Diklenmeden, dik durup hak bilinen yolda dâvâya karşı geriye adım atılmasın... Zor olsa da sabredilsin... Allah’a dayanıp güvenerek ölüm dahi olsa sıkıntılara katlanılsın...
      
İçinde bulunulan sıkıntılar, çekilen çile ve ızdıraplar kolay değil ama; bütün bunları merhamet-i sonsuz olan, re’fet ve şefkat sâhibi Allah (cc) görüyor, en ince teferruâtına kadar bunları Kirâmen kâtibin olan Allah’ın memurları melekler, emr-i İlâhi ile kayda alıyorlar. Bir gün, zerre kadar hayır ve şerrin mutlakâ hesabının görüleceği Büyük Mahkeme’ye gönderiliyor.
      
Hâkimler Hâkimi Allah (cc), Mahkeme-i Kübrâ’da kâfirlerin, zâlimlerin hesâbını görecektir. Mazlumların hakkını zâlimlerden, en küçüğüne varıncaya kadar zâyi etmeyip alacaktır. Böylece mutlak adâlet gerçekleşmiş olacaktır.
    
Onun için bu musîbet gibi görünen, Allah’ın takdiri ve izniyle gerçekleşen sıkıntılara katlanmak,  sabretmek ve geriye adım atmamak gerekir. Allah kullarına niyetlerine göre  muâmele eder. Hiçbir hakkı zâyi etmez. 
      
Hiçbir musibet de devamlı değildir. Kendisi fâni olan dünyânın musibetleri bâki olamaz. Kaldı ki, olup bitenler en ağır şartlarda da olsa, âhiret kazancı olması itibâriyle  gerçek mânâda musibet sayılmaz. 
     
Gerçek ve hakîki musibet dine gelen musibettir. Bundan dolayı Allah’a sığınmak gerekmektedir. O’nun yolunda olduktan, rızâsına tâlip bulunduktan sonra, neticesi Cennet meyveleri, Cennet nimetleri  ve mükâfatları olması itibâriyle, sabredip  katlanmak gerekir.
  
Bu dâvâ sağlam omuzlar istiyor. Bu işi, Allah’ın rızâsına kilitlenenler, kendisiyle yüzleşebilenler götürecektir. Elbette imtihanda kaybedenler olacaktır, duâmız olmamasıdır. Bu hizmetin kredisinden istifâde etmek isteyenler, çıkarı adına dost gibi görünenler, hizmeti yarı yolda bırakacaklardır. Buna rağmen gönül erleri, hizmet erbâbı hakta sebât edip, vefâlı olmak zorundadırlar.
   
Yeni bir huzur dünyâsı peşinde koşanların hizmetleri; nifaka yenik düşenler, nefislerine esir olanlar tarafından engellenmektedir. Mü’minler, aslâ ye’se düşmeden, kendi derinliklerine doğru kök salmalı, köksüz ağaçlar gibi devrilmemelidirler.
    
Gelecek nesiller bu asil duruşunuza hayran kalacak, sizleri hayırla yâd edeceklerdir. Sabrınız ölçüsünde bu imtihandan kazançlı çıkacaksınız. Gecenin arkasında gündüz var ama, geceler de gündüz için iyi değerlendirilmelidir. Bilhassa, idrâkiyle şereflenme şerefine erilen mübârek üç aylar ve kutlu gecelerden âzami istifâde edilmelidir.
    
Zulüm, uzun ömürlü değildir. -İnşâallah- zâlimlerin kendi zulümleri içinde boğulup gittiklerini hayatta olanlar göreceklerdir. 
    
Vefâ affa vesîledir unutulmamalıdır..

27 Mart 2018 04:08
DİĞER HABERLER