'Ahlak ve adalet anlayışının dine ihtiyacından ziyade dinin ahlak ve adalet anlayışına ihtiyacı vardır. '
CUMA KARAMAN
Müsaadenizle en son söyleyeceğimi baştan söyleyeyim: Ahlak ve adalet anlayışının dine ihtiyacından ziyade dinin ahlak ve adalet anlayışına ihtiyacı vardır. Çünkü, dine dayanmayan sağlam bir ahlak ve adalet anlayışı olabilir. Din olmadan da insan ahlaklı ve adil yaşayabilir. Ancak, ahlaki ilkelere ve adalete dayanmayan, ahlaklı ve adil olmayı şartlarına dahil etmeyen ilahi bir din asla düşünülemez. Bir nazariyeden ibaret olmayan bu durumun tarih boyunca pek çok örneklerine rastladığımız gibi günümüzde de geçerliliğini büyük ölçüde sürdürdüğünü görmekteyiz.
Dinler belki de en başat unsurlarını teşkil ettikleri kültürel havzalarda iyilik ve güzellikler vaaz ederken, benzeri birçok değer gibi ahlak ve adalet ilkeleri evrensel niteliktedir. Bunlar ne bir dine ne bir ülkeye ne de ırka ya da millete özgü değerlerdir. Bununla birlikte din ve kültürleri her ne olursa olsun ahlakı ve adaleti merkez alan milletler bu değerleri hayatlarına tatbik ettikleri nispette kendileri de büyük değer ve kıymet kazanırlar.
Öte yandan, ahlak ve adalete dayalı olduğu müddetçe bir sistemin şu ya da bu isimle anılıyor olmasının herhangi bir önemi yoktur. Çünkü, önemli olan söz konusu ilkeleri fert ve toplum hayatına uygulayarak yaşatmaktır. Ahlaka ve adalete dair değerler sözde kalmayıp özde ve fiiliyatta karşılık bulurlarsa ancak anlamlıdır. Bu bakımdan her ikisi de muamelata dair değerler arasındadır. Nasıl ki nazarî olarak “Müslüman” denildiğinde akla sadece soyut bir isim değil, o isimle birlikte uygulamada karşılığını bulan ahlak, hak, hukuk, adalet ve güvenin gelmesi gerekiyorsa, ahlak ve adalet de varlığını ancak uygulamalarla ortaya koyabilir. Yoksa, farz-ı mahal, bir insanın isminin Zeki olması onu akıllı yapmaz.
Hak, hukuk, ahlak ve adalet ilkelerine riayet etmeyen bir Müslümanın başkalarının dini veya dinsizliği ile ilgili söz söylemeye hakkı yoktur. Çünkü, “Müslümanım” diyerek temsil iddiasında bulunduğu din herkesten önce böylelerinden şikayetçi ve davacıdır. Ayrıca, kendilerine “Müslümanım” diyen bu tür insanların irat ettikleri haksızlıklar, hukuksuzluklar, ahlaksızlıklar ve adaletsizlikler sadece kendilerini bağlamaz, temsil ettikleri dine de büyük zararlar verir. Mesela, muktedirlerden sadır olan ahlaksızlıklara, hukuksuzluklara, adaletsizliklere ve zulümlere fetva yoluyla türlü kılıflar uyduran sözde din adamlarının bu yaptıkları sadece kendi şöhretlerini lekelemez. Bu yaptıkları arkasına saklandıkları dine de büyük zarar verir ve insanları dinden nefret eder hale getirir.
Güç ve iktidar için veya muktedire yaranmak güdüsüyle dini ilkeleri siyasi amaçlarla eğip büken bu tipler, kendi kötülüklerini bir yana bırakıp kabahat ve yanlışları hep uzaklarda ve başka yerlerde ararlar. Mensubu oldukları çevrelerdeki yanlışları asla görmezler. Olup biten yanlışlara eleştirel bir akılla yaklaşmadıkları gibi bu şekilde yaklaşanları da düşman görür ve türlü nahoş sıfatlarla yaftalarlar. Tarihi ders alınacak muazzam bir kaynak gibi görmek yerine yalan yanlış söylemlerle kof hamasetlerine, boş yüceltmelerine malzeme yaparlar. Ne kadar mümbit olursa olsun zerre sorgulanmadan ele alınan bir tarihten zaten nasıl dersler çıkarılabilir ki? Halbuki Allah hepimize büyük bir nimet olarak temyiz ve tefrik melekesini, yani aklı vermiş ki iyiyi kötüden, faydalıyı zararlıdan ayırt edebilelim. Bugün akla ve aklın ilkelerine en fazla müracaat edenlerin ileride, aklı ve eleştirel düşünceyi hakir görenlerin ise geride kalmaları bir tesadüf değildir. Akıl Allah’ın insana bahşettiği en önemli ve en ayırt edici bir nimettir. Allah, insanlara çok nimetler vermiş ama akıl bahşetmemiş olsaydı insanlar o nimetlerin birer nimet olduğunu bile anlayamaz ve gereğince istifade edemezlerdi. Bunun böyle olacağının en büyük delili, türlü doğal ve beşerî zenginliklerin üzerinde oturdukları halde sırf gereğince akletmedikleri veya aklı hor gördükleri için sefilleri oynayan onlarca milletin varlığıdır.
Diğer bir nokta da “Müslümanım” dediğinizde insanların normalde işlerinizde ve ilişkilerinizde doğru ve dürüst olduğunuzu, güvenilir bir insan olduğunuzu hemen anlaması gerekir. Şayet bugün “Müslümanım” diyenlere yönelik yaklaşım bunun tam tersiyse problem bu yaklaşımın sahiplerinde değil, Müslüman olduklarını iddia edenlerdir. Tüm bunlar “Müslümanım” diyebilmenin ne büyük bir iddia olduğunu unutmamızdan ileri gelmektedir hep. Kendilerini Müslüman diye tanıtanlar, şayet ahlak ve adalet ilkelerini hayatlarının merkezine alıp uygulamıyorlarsa, inandıklarını iddia ettikleri bu dine en büyük zararı vermiş olurlar. Hatta bilerek veya bilmeyerek o dinin baş düşmanı haline gelirler. Burada yine teorik bir konudan bahsetmiyoruz. Dini söylemleri dillerine pelesenk edip büyük iddialarla yola çıkan siyasal İslamcıların ülkeyi getirdiği yer ortada. Karakter edindikleri ahlaksızlıklarla ve faili oldukları zulümlerle devasa ahlaki erozyonlara yol açmadılar mı? Hepimizi dindarlar olarak eski halimizi bile arar hale getirmediler mi?
Bu arada, muktedir ahlaksızların topluma ahlak vaaz etmesi, insanların tescilli zalimlerden, harami tiranlardan adalet bekler hale gelmesi adil ve insanca yaşamaktan başka gayesi olmayan kitleler için olabilecek en büyük zulümlerden biri olsa gerektir. Güç ve iktidar sahibi ama ahlak ve adalet yoksunu Müslüman despotların elinde Müslümanların çektiği eza ve cefalar sınırlar aşan bir etki oluşturuyor ve dünyanın neresinde olursa olsun vicdanı olan her insanın kanına dokunuyor.
İdeolojik bir motivasyonun yanı sıra eksik ve çarpık bir ahlak anlayışıyla olaylara yaklaştıkları için günümüzün dindarları ve muhafazakarları doğru bir yola bir türlü giremiyor ve doğal olarak doğru bir sonuca ulaşamıyor. Tüm farklılıklarıyla insanların hak ve hukuklarına saygılı olmaktan uzaklaştıkları ölçüde ahlak ve adaletten de uzaklaşıyorlar. Kendi inanç ve ideolojilerine ters her davranışı ahlaksızlık olarak görecek kadar ahlaki anlayışları ifsada uğramış iktidar çevreleri, bugün İran’da ve yer yer Türkiye’de olduğu gibi, bir de ahlak bekçiliğine soyundular mı şerlerinden emin olmak imkânsız hale geliyor. Oysaki, ilahi dinlerin gönderiliş gayesi hak ve adalet düşüncesini hâkim kılmaktır, insanların hak ve özgürlüklerini gasp edip ortadan kaldırmak değildir.