Lâtif Nükteler kitapçığında Üstad Bediüzzaman Hazretleri Ehl-i Beyt ile ilgili olarak diyor ki: “Hem katiyen bil ki; Resul-i Ekrem Aleyhisselatü vesselâmın iki âlî var: Biri, nesebi âldir (ehl-i beyttir). Biri de Efendimizin (S.A.S.) şahs-ı mânevîsinin ve nurânîsinin peygamberlik noktasında âli var.”
Risale-i Nur talebeleri, Efendimizin davasının takipçileri olarak bu çeşit ehl-i beyte dahildir… Üstad Hazretleri, Ehl-i Beytin ana davasının hizmet-i imaniye ve Kur’aniye olduğunu söylüyor. “O mübarek zât (Hz. Ali) siyaset ve saltanattan ziyade, daha çok, mühim başka vazifelere lâyık idi. Eğer tam siyasî muvaffakıyet ve tamam saltanat olsaydı, Şâh-ı Velâyet (Velilerin Şahı) mânidar ünvanını hakkıyla kazanamayacaktı. Halbuki zâhirî ve siyasî hilâfetin pek çok üstünde mânevî bir saltanat kazandı ve üstad-ı küll hükmüne geçti; hatta kıyamete kadar mânevî saltanatı bâkî kaldı(…) Onların (Ehl-i Beytin) elleri, muvakkat ve görünüşte olan bir saltanattan çekildi… Fakat parlak ve dâimî, mânevî bir saltanata tayin edildiler, âdî (sıradan) valiler yerine, evliya aktablarına merci oldular.” (On Beşinci Mektup, İkinci Suâl)
Üstad Bediüzzaman Hazretleri, “Neden İslâmî Hilâfet, Âl-i Beyti Nebevî’de yerleşip kalmadı? Halbuki en ziyade lâyık ve müstahak onlardı.”
“Elcevap: Dünya saltanatı aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise İslâmî Hakikatleri ve Kur’ani hükümleri muhafazaya memur idiler. Halifeliğe ve saltanata geçen ya peygamber gibi mâsum olmalı veyahut Hülafa-i Râşid’in (Hz. Ebu Bekir, Hz. Ömer, Hz. Osman, Hz. Ali gibi dört büyük halife) ve Emevî halifelerinden Ömer İbn-i Abdilaziz ve Abbasî halifelerinden Mehdi-yi Abbasî gibi harikulâde bir kalbî zühdü olmalı ki, aldanmasın. Halbuki, Mısır’da Âl-i Beyt nâmına teşekkül eden Fâtımîye Devleti Halifeliği ve Afrika’da Muvahhidî Hükümeti ve İran’da Safevîler Devleti gösteriyor ki, dünya saltanatı Âl-i Beyte yaramaz aslî vazifeleri olan dini korumayı ve İslâmiyete hizmet etmeyi onlara unutturur. Halbuki, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve yüksek bir surette İslamiyete ve Kur’an’a hizmet ettiler.
“İşte bak! Hz. Hasan’ın neslinden gelen aktablar, bilhassa dört büyük kutub (Abdülkadir Geylanî, Ahmed Rufâî, Ahmed Bedevî, İbrahim Desûkî, bilhassa Gavs-ı Âzam olan Şeyh Abdülkadir Geylanî ve Hz. Hüseyin’in neslinden gelen imamlar, bilhassa Zeynelâbidin ve Cafer-i Sâdık ki, her biri birer mânevî mehdî hükmüne geçmiş, mânevî zulmü ve zulümâtı dağıtıp, Kur’an’î nurları ve imanî hakikatleri neşretmiştir ve Cedd-i Emcedlerinin (en büyük ve en şerefli dedelerinin) birer vârisi olduklarını göstermişlerdir.” (On Dokuzuncu Mektup)
Üstad Hazretleri, “Mübarek İslâmiyet ve Nuranî Asr-ı Saadetin başına gelen o dehşetli, kanlı fitnenin hikmeti ve rahmet yönü nedir? Çünkü onlar kahra lâyık değildir?” sorusuna şöyle cevap veriyor: “Nasıl ki, baharda dehşetli yağmurlu bir fırtına, her nebâtât taifelerinin, tohumların, ağaçların istidad ve kabiliyetlerini harekete geçirip inkişaf ettirir, her biri kendine mahsus çiçek açar, fıtrî bir vazife başına geçer. Öyle de sahabe ve tâbiînin başına gelen fitne dahi çekirdekle hükmündeki ayrı ayrı istidatları tahrik edip kamçıladı. ‘İslâmiyet tehlikededir, yangın var!’ diye her tâifeyi korkuttu, İslâmiyeti korumaya koşturdu. Herbiri, kendi istidadına göre İslâmi camianın, çok ve muhtelif vazifelerinden bir vazifeyi omuzuna aldı tam bir ciddiyetle çalıştı. Bir kısmı hadislerin muhafazasına, bir kısmı şeriatın muhafazasına, bir kısmı iman hakikatlerinin muhafazasına, bir kısmı Kur’an’ın muhafazasına çalıştı. (İşte böylece herkes üzerine düşeni yapmaya çalıştı.) Her tâife bir hizmete girdi. İslâmî vazifelerde hummalı bir şekilde gayrete geldiler. Muhtelif renklerde çok çiçekler açıldı. Pek geniş İslâm aleminin her tarafına o fırtına ile tohumlar atıldı, yarı yeri gülistana çevirdi…” (On Dokuzuncu Mektup, Beşinci Nükteli İşaret) Evet Âl-i Beytin esas işi, bu Ehl-i Beytin hizmet alanı, Hizmet-i İmaniye ve Kur’aniye… Asla, “Alan İhlâli” yapmayalım.