“Çanakkale bir salhane-i kebirdir. O hiçbir şeye benzemez. Bölük, tabur savaşa girdiği gün eriyordu. Öyle bir salhaneydi, orası. Mezbuhane muharebe ediyorduk. Asrın her türlü ihtiyaçları temin edilmiş ordularına karşı, âdeta iman kuvvetiyle et ve kemikten bir set oluşturmuştuk.”
Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Albay Hulusi Yahyagil'in gözüyle Çanakkale
Bediüzzaman Hazretlerinin her zaman ihlasta önde olan Nur’un birinci talebesi Hulusî Ağabeyimiz Harbiye'de iken Birinci Dünya Savaşı patlak verir. O da emsâlleri gibi tahsilini yarıda bırakıp cepheye koşar. Kısa bir süre savaş için askerî hazırlık eğitimi gördükten sonra 21 Ekim 1914’te on sekiz yaşında ordudaki yerini alır. 25. Alayın çeşitli bölüklerinde görev yaptıktan sonra 14 Temmuz 1915’te asteğmen olur. 26 Temmuz 1915’te Çanakkale Savaşına katılır. Anafartalar Conk Bayırı Muharebesinde 25. Alayın 10. Bölüğüyle savaşın en yoğun çarpışmalarında bulunur. İstanbul’dan getirilen topların cepheye taşınması için atlarla çekilen ağır toplardan biri bataklığa saplanır. Atlar ne kadar hamle yapsalar da bir türlü topu saplandığı yerden kurtaramazlar. Derken Hulusi Bey devreye girer. Birliğinde bulunan DESTAN isimli atı getirip diğerlerinin yanına bağlar ve bir insanla konuşur gibi atın boynuna sarılır: “Destan, haydi yavrum, bu din işi, vatan işi, göreyim seni!” der. Atlar son bir defa dehlenir, kırbaçlanır. Büyük bir hamleyle top saplandığı yerden kurtulur. Ama DESTAN, yaptığı hamle sonunda cansız yere serilir. Zira takatinin üstünde gösterdiği gücün sonunda çatlayarak ölmüştür.
Hulusî Bey Çanakkale’de yaşadıklarını şöyle anlatır: “Bir çok çıkarmalar yapıldı. O zaman harbe giderken pilav yemeye gider bir hevesle gitmiştik. 30 Mart 1915’te Seddülbahir’e gelmiştik. Çanakkale’nin Anafartaların, Conk Bayırı’nın DİNÇ FIRKASI idik. Süngülü tüfekle ‘Allah Allah!’ diye gidiyorduk. Anafartalar Muharebesinde Cenab-ı Hakk'ın lütfu ile gazi olduk… Son taarruzda bütün subaylar ve erler abdestli olacaktı. Şayet su bulunmazsa, teyemmüm edilecekti. 8 Ağustos 1915’te yüzümden, kolumdan, göğsümden yaralandım. Yaralandığım gece KADİR GECESİYDİ. Karadan, denizden top mermileri patlıyordu. Bir top mermisi önümde patladı. İki el ateş ettim. Yanımdaki asteğmen ‘Silahla bir kaçını temizleyeyim’ dedi. Siperdeyken düşman cephesinden gelen kurşun sol yanağıma isabet etti. Yüzüme elimi attım, baktım kanıyor. Bir kurşun da köprücük kemiğimi ikiye bölerek kalbime doğru bir buçuk santimetre kadar ilerlemiş. Sol koluma da kurşun isabet etmişti. Artık şuurum tam işlemiyordu. Üstümde yepyeni bir paltom vardı. Kandan, üzerinde elle tutulacak bir yer kalmamıştı. Beni, ‘Bununla uğraşılmaz, hayata döndürülmesi zor’ diye ölüler ve ağır yaralılar arasına bıraktılar. Baygın halde yatıyordum. Birden kulağıma gâibten bir ses geldi. Bu gaybî ses, ‘İmâmuhâ, kitâbuhâ, yazâruhâ!.’ (Bu ses âdeta ona şunu ifade ediyordu: ‘Senin bu dünyada daha vazifen var. Asrın İMÂMI’na asker olacak, onun KİTABINI YAZACAK YAYACAKSIN. Ona TALEBE olacak, HİZMET edeceksin, KALK!) diye çınlıyordu. Beni bu ses uyandırdı. Üzerimden pardösümü çıkardılar. Her yerinden kan süzülüyordu! Kendime gelir gelmez, karşımda duran Fransız doktora Fransızca olarak ‘Allah’ın izniyle ben ölmeyeceğim!’ diye bağırdım. Bunun üzerine beni ölüler arasından alıp önce Biga’da daha sonra İstanbul’da tedavi altına almak üzere gönderdiler. Harbiye Mektebi hastane olmuştu.”
Çanakkale Muharebesinde yaralılar şehitler hep alnından vuruluyordu. Çünkü biz mazgallardan gözetlemek için başımızı çıkardığımızda düşman bizi ayna ile takip ediyor, hemen ateş ediyordu. Bunu öğrenince biz de başımızdaki kalpağı küreğin sapına takıp göstererek hedef şaşırtmaya başladık. Çanakkale şühedâ (şehitler) mezarlığıdır. Orada en yetişmiş askerlerimizi kaybettik. Şehitler arasında elinde borusu, küreği ile şehit düşenler vardı. Tedavim yaklaşık beş ay sürdü. Ocak 1916’da tekrar cephedeki Birliğime döndüğümde, üç gün sonra Zafer ilan edildi. Düşmanlar büyük bir hezimet içinde Çanakkale’yi terk ettiler.”
“Çanakkale bir salhane-i kebirdir. O hiçbir şeye benzemez. Bölük, tabur savaşa girdiği gün eriyordu. Öyle bir salhaneydi, orası. Mezbuhane muharebe ediyorduk. Asrın her türlü ihtiyaçları temin edilmiş ordularına karşı, âdeta iman kuvvetiyle et ve kemikten bir set oluşturmuştuk.”
“12-13-14 Nisan ikindi vaktine kadar, Seddülbahir’de düşmanın o amansız saldırısına kadar, ah bir tek atacak topumuz olsa diyorduk. Ama yoktu, hasret kalmıştık. İşte böyle perişaniyet ve mahrumiyet karşısında bu millet en güzîde evladlarını Çanakkale Muharebesinde kaybetmiştir. Çanakkale, hem zaferdir, hem mağlubiyettir. Mağlubiyetin sebebi de Çanakkale’deki zaferdir. Çünkü bu millet en değerli unsurunu orada kaybetmiştir. Eridik mahvolduk. Düşünebiliyor musunuz 25. Alay 3.000 mevcuduyla savaşa girdi, bir günde ölü ve yaralı sayısı alayın nüfusu kadar 3.000 kişi! Tarih kitaplarında bunları okuyamazsınız!”
“Savaşın sonlarına doğru askerler arasında gökte bir nur görüldüğü haberi yayıldı. Ben o nuru gece rüyamda gördüm. Ertesi gün gördüğümü arkadaşlara anlattığımda ‘Biz de gördük’ dediler. O nurda; ‘İnnâ fetahnâ leke fethan mubînâ’ (Ey Muhammed Biz sana apaçık bir fetih ve zafer ihsan ettik) (Fetih Suresi, 48/1) yazılıydı.”
“Çanakkale Savaşı esnasında bir rahatsızlığım sebebiyle doktora gidip muayene olmuştum. Doktor Müslüman değildi. Gelen Müslüman askerlere KOLERA teşhisi koyup, tel örgüler arasına kapattırıyordu. Ben bunu fark edince bir fırsatını bulup kaçtım.”
“Çanakkale Savaşı’nı asıl planlayan 4. Ordu Komutanı Mareşal Osman Paşadır. Bu zât aslen Tatar olup çok müttaki bir kişidir.”
Gerçek tarih yazılırken, merhum Hulusî Ağabey gibi bizzat savaşa iştirak edenlerin hatıralarından da istifade edilmelidir…