Geçen haftaki yazının başlığı
“Büyüklerde zahiren çelişki/yalan gibi gözüken davranışlar” şeklinde konmuştu. Her nedense büyükler ifadesi ebeveynler olarak anlaşılmıştı. Bu yüzden “Büyükler” yerine bu hafta başlıkta “Allah Dostları” kullanılmıştır. Bu iki yazının bir arada değerlendirilmesi faydalı olacaktır.
Allah dostlarının derin imanlarından ve bunun gereği tevazularından kaynaklanan bazı sözler ve davranışlar bazı insanlar tarafından mübalağa yaptıkları şeklinde algılanabilmektedir. Dünya çapında vesile oldukları hizmetlere ve haklarında çok sayıda insanların göstermiş olduğu aşırı hüzn-ü zanlara mukabil, bu insanların çok ileri seviyede müşahede edilen tevazu ve mahviyetleri bazılarına estağfurullah yatırımı gibi gelebilmektedir.
Büyüklerde hakiki imanın tezahürleri olan hal ve beyanların anlaşılamaması…
Halbuki bu insanlar tam olarak inandıkları gibi davranmakta ve ona göre de beyanlarda bulunmaktadırlar. Onlar kendilerini “hizmet edenler içerisinde en mücrim” olarak görmekte ve bunu dillendirmektedirler. Kurtuluşlarının vesilesinin onlar içinde bulunmakta olduğunu ifade etmekte ve birçok büyük şahsiyette müşahede edildiği gibi küfür üzere ölmekten tir tir titremektedirler.
Aslında bütün bunlar imanlarındaki derinlikten kaynaklanmaktadır. Tam iman eden ve Rab’leri karşısındaki durumlarını ve kulluklarını tam anlayan bir insan gibi davranmaktadırlar. Kur’an’da ifade edilen “Bütün hayırlar, hasenât ve güzellikler Allah’dandır (CC), bütün kötülükler, şerler ve çirkinlikler ise nefislerinizdendir” hakikatine tam olarak inanmışlardır.
Üstat Hazretleri bu hakikati 18. Söz’de çok harika bir şekilde ele almaktadırlar: “Binler meyve veren incirin menşei olan küçücük bir çekirdeği ve yüz salkım ona takılan üzümün siyah kurucuk çubuğu; bütün o meyveleri, o salkımları kendi hünerleri olduğu ve onlardan istifade edenler o çubuğa, o çekirdeğe medih ve hürmet etmek lâzım olduğu, hak bir dâvâ ise; senin dahi sana yüklenen nimetler için fahre, gurura belki bir hakkın var. Hâlbuki sen, dâim zemme müstehaksın. Zira o çekirdek ve o çubuk gibi değilsin. Senin bir cüz-ü ihtiyârın bulunmakla, o nimetlerin kıymetlerini fahrin ile tenkis ediyorsun, gururunla tahrip ediyorsun ve küfrânınla ibtal ediyorsun ve temellükle gasbediyorsun. Senin vazifen fahir değil, şükürdür. Sana lâyık olan şöhret değil, tevâzûdur, hacâlettir. Senin hakkın medih değil istiğfardır, nedâmettir. Senin kemâlin hodbinlik değil, hüdâbînliktedir.
Evet sen benim cismimde, âlemdeki tabiata benzersin. İkiniz, hayrı kabul etmek, şerre merci olmak için yaratılmışsınız. Yâni, fâil ve masdar değilsiniz; belki münfail ve mahalsiniz. Yalnız bir tesiriniz var; o da, hayr-ı mutlaktan gelen hayrı, güzel bir sûrette kabul etmemenizden şerre sebeb olmanızdır.”
Bütün hayırlar Hayr-ı mutlaktan gelirken, nefislerdeki arızalar sebebiyle bu hayırların güzel bir sûrette kabul edilmemesi şerlere yol açmaktadır…
Mâna alemlerinin sultanı olan bu kutuplar kendilerinin vesile oldukları bütün hayırları Allah’a (CC) vermekte ve dolayısıyla onları hakiki sahibine teslim edip asla kendileri sahiplenmemektedirler. Diğer taraftan işin hakkını tam veremediklerini, tam temsil edemediklerini, Allah’a (CC) O’na layık bir şekilde kullukta bulunamadıklarını ve mükellefiyetlerini hakkıyla yerine getiremediklerini düşündüklerinden, meydana gelen bütün eksikliklerin, zararların, şerlerin ve Hizmet-i İmaniye ve Kur’an’iye adına yapılamayan ve ulaşılamayan bütün hayırların sorumlusu olarak kendilerini gördüklerinden dolayı kendilerini en büyük bir mücrim olarak görmüşlerdir.
Sergiledikleri tevâzunun da kaynağı bu düşüncelerdir. Dolayısıyla iman gibi en büyük bir hayır ve güzelliğin de sadece Allah’ın (CC) istemesiyle olacağının farkında olarak hareket etmenin gereği, kendilerinde gördükleri kusurları sebebiyle bu en büyük nimetin alınabileceği korkusuyla yaşarlar. Bütün bunlar hakiki bir mü’minin imanının ve ruh halinin sonucudurlar. Bu büyükler bu sırra uygun hareket ettikleri için de Allah (CC) insanlara lütfedeceği en büyük hayırları bu insanlar eliyle gerçekleştirmektedir.
Bu sırra binaen Hocaefendi bu süreçte yaşanılan hadiselerdeki sorumluluğu üzerine almakta ve “Acıyorum” başlıklı Bamteli’nde olduğu gibi kendilerine çok ileri seviyede yüklenmektedirler. Bizlerin de buna uygun olarak bu sürecin yaşanmasındaki payımıza odaklanıp nefis muhasebesi yapmamız gerekmektedir. Hayr-ı Mutlak’tan gelen hayırların gerçekleşmemesine, bilemiyoruz ki hangi günahlarımız ve ihmallerimiz sebebiyet vermiştir. Kim diyebilir ve iddia edebilir ki “Ben masumum. Benim hiçbir günahım yok, her şeyi hakkıyla tam olarak yerine getirdim, her fırsatı tam değerlendirdim, ihmallerim olmadı, kusursuzum…”
Hocaefendi bu durumu “Zulüm, salgın ve Ramazan” başlıklı Bamteli’nde çok güzel ifade etmektedirler: “Bu arada, “Falanlar filanlara zulmetmişlerdi de, filanlar haksızlıkta bulunmuşlardı da, dolayısıyla onların bu zulümlerinden dolayı geldi!” gibi düşünce ve sözler ile bunları başkalarına fatura etmek suretiyle işin içinden sıyrılmaya çalışmamak lazım. Bu türlü bela ve musibetlerde -antrparantez arz ediyorum- elden geldiğince, insan, her şeyi kendinden bilmeli.
Niye bu bela ve musibetler geldi? “Benim yüzümden olabilir. Ben, Cenâb-ı Hakk’ın bana lütfettiği o imkanları tam, yerinde, rantabl olarak değerlendirmedim. Onun için Cenâb-ı Hak, beni bu türlü şeyler ile yeniden bir arınmaya sevk ediyor: ‘Aklını başına topla, bak, Ben varım!’ diyor.” demeli ve böyle düşünmeli!..
Yoksa böyle belalar ve musibetler geldiğinde, “Falanların yüzünden geldi, bak onlar da işte burada kıvranıyorlar!” falan demek, Allah’a karşı ayrı bir saygısızlıktır. Suçu başkalarında arama, yine kendini pâk, temiz, müzekkâ görme, doğru değildir…”