Herkes bîzar. Lakin hiç kimse zülfü yâre dokunmak istemiyor. Ne var ki meseleyi dosdoğru konuşmanın tam zamanı. Kimi gazetelerde köşe kapmaca oynayan bazı kişiler maalesef sorumlu yayıncılık yapmıyor.
Yalan ve mesnetsiz bilgilerle insanları yanlış yönlendirdikleri gibi nezaketsiz yorumlarla sosyal barışı tehlikeye atıyor. İnsana saygı duymayan, kendine de saygı duymuyor demektir. Herkese saldırarak gazetecilik yaptığını sanan kişilerin mesleğine saygı duyması düşünülebilir mi?
Aslında asıl problem editörlerde, genel yayın yönetmenlerinde. Çünkü köşe yazarı, apaçık bilgileri çarpıtamaz, sağa sola saldıramaz, hukuk dışına çıkamaz, insanlara hakaret edemez. Şayet bir adamın kaleminden sürekli kan damlıyorsa veya yazdığı her yazı bilgi kirlenmesine sebep oluyorsa orada sorumluluk, köşe yazmanın kıymetini bilmeyenin üzerinden kalkar, yayın yöneticilerinin omuzlarına biner.
EVRENSEL STANDARTLARDA DENETİM SANSÜR DEĞİLDİR
Dünyada gazetecilik böyle yapılıyor. Her haber ve her yorum, değişik açılardan denetleniyor. Her şeyden önce yazılanların gerçek olup olmadığına bakılıyor. Haber ya da yorum farkı gözetmeksizin yazıda adı geçen kişi ya da kuruluşların görüşlerine başvuruluyor ki mesele tek taraflı aktarılmış olmasın. Ayrıca yazıda ayrımcılık (discrimination) gibi, nefret suçu (hate crime) gibi cürümlerin işlenip işlenmediği kontrol ediliyor. "Ben yazdım oldu!" düşüncesi geri kalmış ülkelerin tetikçileri tarafından uydurulmuş bir efsanedir. "Köşe yazarına dokunulmaz" tezi hiçbir medeni ülkede hiçbir sorumlu yayıncının kabul etmeyeceği bir hurafedir. Sansür başka bir şeydir, yazının meslek ilkelerine göre denetimi başka bir şey. Eğer bir gazetede (televizyonda, internette vs.) editör çalışıyorsa, sayfa sorumluları bulunuyorsa ve hepsinin üzerinde unvanı 'genel yayın yönetmeni' olan kişiler görev yapıyorsa her yazı denetlenir; denetlenmek zorundadır. Neye göre? Tabii ki gazeteciliğin evrensel standartlarına, hukukun evrensel ilkelerine göre.
Geçenlerde Mehmet Barlas, kendisiyle ilgili bilgi hatası yapan (yorum hatası değil) birinden özür bekliyordu. Ancak adam ayıbını örtbas etme telaşıyla daha ağır bir yazı yazdı. Saygısızca ve şımarıkça yazılan yazı (yazı demek bile fazlaca verilmiş bir paye) karşısında Barlas, doğru bir teşhisle topu Akşam'ın Genel Yayın Yönetmeni İsmail Küçükkaya'ya attı: "Aslında kabahat onda değil, bu tür üslubu hoş gören genel yayın yönetmenlerindedir..." (Sabah, 6 Nisan 2010)
Barlas, meselenin bam teline dokunuyor. Herhangi bir gazetede herhangi bir yazar yalan yazıyor, yanlış yazıyor, hakaret ediyor ve genel yayın yönetmeni susuyor, yutkunuyorsa ya acizdir, ya korkuyordur veya "Bu küfürbaz bir gün bana lazım olur, kullanırım." diye sessiz kalmayı tercih ediyordur.
Bir değil, on değil, bazıları yalancılığı ve çarpıtmayı alışkanlık haline getirmiş. Pek çok gazetede maalesef tek işi çarpıtma ve saldırma olan kişiler yazı yazıyor. Bunların yaptığı çarpıtmayı listelemeye kalksak, sayfalara sığmaz. Bu sorumsuz yayıncılığı durdurmanın zamanı geldi, geçiyor.
Olan, gazeteciliğe oluyor. İnsanca yaşanacak bir dünyanın demokratik mimarları olan gazeteciler, bu çürük elmalar yüzünden toplum tarafından istiskale maruz kalıyor. Bu vahim hataların sorumluluğu yayın yöneticilerindedir; kendini bilmez, kişilik sorunu yaşayan, kendi egosuna tapınan kişilerde değil. Onların klinik hallerine tabii ki toplum vicdanı bir not veriyor. Elbette toplum, iyi niyetle çırpınıp duran gazetelerle, bu mesleği kendine zırh yapıp oraya buraya saldıranları birbirinden ayırıyor. Üslubun zarafeti ile mesleğin ciddiyeti hangi yayın organında birleşiyorsa toplum da zaten oraya yöneliyor. Yönelecek de. Bazı yayın yöneticileri, içlerindeki çürümenin farkında değil; hatta o çürümenin, oturdukları ve emaneten görev yaptıkları koltuğa bir güve gibi yerleşip alttan alta onları nasıl bir boşluğa ittiklerinin de farkında değil.
ORTAK BİR TAVIR ŞART
Hal böyle olunca bazıları, Ahmet Türk'e vurulan talihsiz yumruğa karşı dizilen övgüye bir anlam veremiyor. Oysa bu ne ilktir ne de son. Bu milletin bir bölümüne "bidon kafa" denildiğinde köşelerinden kıkır kıkır gülenler, bu vahim yaklaşımın bir gün sosyal barışı nasıl tehlikeye atacağını bilmeliydiler.
Bazıları derin bir uykunun etkisiyle olsa gerek şu gerçeği göremiyor: "Toplum değişti, değişiyor. Bu değişim gazeteciliği de dönüştürdü, dönüştürüyor. Artık hiç kimse elindeki kalemi kılıç gibi kullanamaz, insanlara hakaret ederek şöhret basamaklarını tırmanamaz." Bu gerçeği görmeyen yazar, kendi sonunu hazırlıyor demektir. Bu gerçeğe gözünü kapayan yayın yöneticileri ise hem mesleğin itibarını yerle bir ediyor hem de yönettikleri medya kuruluşlarını büyük bir çöküşe doğru sürüklüyor. Muhatap alınmaya bile değmez bazı kişilerin yanlışları sadece kendilerine değil, meslek ilkelerini hiçe sayarak ona izin verenlere fatura ediliyor. Artık yayın yöneticilerinin ortak bir tavır sergilemesi ve kendilerine yeni pozisyon alması şart. İlkel dönemlere ait ve hakarete dayanan hoyrat gazetecilik mi, medeni ilişkilere ve mesleğin evrensel ilkelerine sadık gazetecilik mi? Karar sizin. Halkın gözü, verilecek bu kararda...
Nerede kaldı yayın ilkeleri?
Ergenekon davası başladığından bu yana bazı gazeteler, telefon dinlemeleri ve özel hayat konusunda çok duyarlı olduklarını ve bunları yayınlayamayacaklarını açıkladı. O kadar ki hukukî yollarla elde edilen (yani hâkim kararıyla resmen dinlenen) telefon kayıtlarına bile sayfalarında yer vermediler. Oysa bu konuşmaların önemli bir bölümü Ergenekon davası için delil oluşturmaktaydı ve mahkeme tarafından kabul edilen iddianamede yer almaktaydı. Üstelik savcılık, iddianameyi internete koymak suretiyle bu bilgileri herkese açık hale getirmişti ve o bilgilerin haber değeri vardı.
Her neyse. Görülen o ki, Ergenekon davasında yapılan habercilik (!), Rıdvan Dilmen söz konusu olunca birden rafa kalktı. Eski futbolcu ve yeni yorumcu Dilmen ile ilgili bütün telefon kayıtları çarşaf çarşaf yayınlandı. Kaldı ki bu konuşmalar hukukî yollarla elde edilmemişti. Yine, Ergenekon davasında "özel hayat" deyip mahkeme zabıtlarını yayınlamayanlar, söz konusu Anayasa Mahkemesi raportörü Osman Can olunca (hatta Osman Can da değil, onun eşi olunca) bütün "etik kuralları" rafa kaldırdı. Düşündürücü bir durum. İbretlik bir vak'a...
Danıştay'ın tiraj kararı ve özür borcu
Evet, son noktayı 9 Nisan 2010 tarihinde kararı taraflara tebliğ eden Danıştay koydu. ABC Türkiye'nin tiraj denetimi sırasında yapılan haksız uygulamaların hesabını veremeyenler ısrarla topu taca atmıştı ve üzerine vazife olmadığı halde birileri Zaman hakkında olumsuz, tek yanlı görüş bildirmişti. Artık bundan sonra ne kaçacak yerleri kaldı ne de söyleyecek sözleri; çünkü yargı, adaletsizliğin ve haksız rekabetin varlığını perçinleyen bir karar verdi.
Neydi yaşananlar? Kısaca özetleyeyim. ABC Türkiye yönetimi, tiraj denetiminde haksız uygulamalar yapmaya başlayınca Zaman, Rekabet Kurulu'na şikâyette bulundu. Kurul, hazırladığı raporda madde madde ABC'den düzeltme yapmasını istedi. Başını Yiğit Şardan'ın çektiği küçük bir ekip, kurulun koyduğu yükümlülüğü yerine getireceğine üst yargıya müracaat ederek iptal davası açtı. Yani, artık hakem, yargının bizzat kendisiydi.
Yürütmeyi durdurma kararı alabilmek için başvuran ABC'nin talebi karşısında Danıştay bilirkişi incelemesi istedi. Gazi Üniversitesi'nin hazırladığı bilirkişi raporu Rekabet Kurulu'nu haklı çıkarmıştı. Yani ABC cenahı, bu sefer de bilimsel bir raporla derin bir boşluğa düşmüştü. Söz konusu rapor doğrultusunda "yürütmeyi durdurma talebi" reddedildi. Daha sonraki süreçte esastan görüşülen dosyada, dava açan ABC'nin haksız, davalı Rekabet Kurulu'nun haklı olduğuna hükmedilerek dava esastan reddedildi.
Danıştay'ın verdiği son karar ne anlama geliyor? Kısaca deniliyor ki: "Rekabet Kurulu'nun ABC aleyhine verdiği karar doğrudur." ABC'nin mevcut yapısının ve aldığı kararın yanlış, yanlı ve rekabeti ihlal edici nitelik taşıdığını yargı açık bir şekilde ortaya koymuştur. 5 kişilik heyetin 3'ü ABC'nin açtığı davayı esastan reddederken, diğer iki üye karşı oy kullanmış. Yalnız, karşı oylar davacı durumundaki ABC'nin haklı olduğunu söylemiyor, davacıların sözlü olarak kendilerini feshettiklerini beyan etmeleri sebebiyle 'davanın konusuz kaldığı gerekçesiyle reddedilmesi' gerektiği şeklinde görüş bildiriyor.
Görüldüğü gibi ABC Tiraj Denetimi'nin 2005'ten bu yana geldiği nokta, haksız rekabetin varlığını çok açık bir şekilde gösteriyor. Rekabet Kurulu kararını reklam verenlerle açıkça paylaşamayan, aradaki hatalarını kamuoyu huzurunda itiraf edemeyen; hatta bilirkişi raporunu örtbas etmek için lafı dolaştırıp başka haksızlıklara yol açanlar, Danıştay'ın bu son kararına ne diyecekler? Artık her şey ayan beyan ortada. Reklam verenlerin, reklam ajanslarının, reklam derneklerinin yargının verdiği son karardan haberi var mı? Varsa birileri (özellikle de her bulduğu fırsatta Zaman hakkında ileri geri konuşan ve kendine reklamcı diyen birileri) özür dilemek zorunda.