Samanyoluhaber.com yazarlarından Safvet Senih yeni köşe yazısında İslam büyüklerinden Abdullah bin Mübarek'i anlattı.
Asr-ı saadetten itibaren, Mekke, Medine, Kûfe ve Basra nasıl âlimler ve Allah dostları yetiştirmişse daha sonra Horasan da vaktiyle İslâm’a beşiklik yapmış, değerli fıkıh âlimleri ve tasavvuf büyükleri yetiştirmiştir;
Cüneyd-i Bağdadî, Bişr-i Hafî, Seriyyü’s-Sekatî ve Abdullah bin Mübarek gibi… H. 118’de (M. 736) Merve’de dünyaya gelen Abdullah bin Mübarek, zamanında her geçen gün daha fazla zenginleşen dinî İlimlerin tasavvuf bölümünü iyice hazmetmiş, çevresindeki mâneviyat büyüklerini de ziyaret ederek, coşan iç dünyasını onlardan aldığı İlhamlarla da tahkim ve tezyin etmiştir. fakirlik zenginlik, mahrumiyet veya geniş imkânlar gibi geçici şeyler Abdullah bin Mübarek gibi mâneviyat büyüklerinin gönül dünyalarını asla karartmamış, bir bağda bekçilik etmek bile onları küçüklük hissine itmemiştir. Bilâkis böylesine tenha ve tefekküre müsait yerlerde,
gönüllerini Yaradanlarına bütün samimiyetleriyle açılmalarına vesile olmuştur. Cenab-ı Hakkın bahşettiği istidat ve kabiliyetleri ve olanca melekeleriyle Rabbilerine teveccüh edip, mânevî feyiz ve ilhamlarına mazhar olma fırsatı elde etmişlerdir.
Abdullah bin Mübarek’in bekçilik ettiği bağın sahibi gelip kendisinden olgun üzüm ve nar istemiştir. Ancak onun getirdiği üzüm ve narlar henüz ekşi olduğu anlaşılmış. Bu sefer bağ sahibi kendisini ikinci defa gönderdiğinde de yenecek lezzette meyve getirmediğini görünce, “Evlâdım, sen bu bağın bekçisi değil misin? Neden olgunlaşanlardan getirmiyorsun?” diye sormuş. Onun cevabı ise, “Efendim, siz beni bağınıza bekçi tutarken, üzüm ve narlarınızdan yiyebileceğimi söylemediniz ki, nerede hangisinin olgunlaştığını anlayıp size getireyim? Bu bakımdan ben de sizden fazla bir bilgiye sahip değilim” olmuştur.
Bekçisindeki bu doğruluk ve sadakat karşısında büyük bir takdir hissine kapılan zengin bağ sahibi, durumu iyice tedkik eder. Abdullab bin Mübarek’in takvâsının diğer hareketleriyle de te’yid edildiğini görünce, tereddütsüz teklifini yapar: “Abdullah, benim kızıma talip olanlar çoktur. Ancak, onların hiçbirinde sende gördüğüm takvâ kuvvetini görmedim. Belki de onlar, servetimin çokluğunu düşünmekteler. Şayet rıza gösterirsen, kızımı sana verip seninle iftihar etmeyi arzuluyorum.”
Abdullah bin Mübarek, böylece hizmetini ettiği zenginin kızını alır ve bu servetle İslâm’a daha fazla hizmet etme imkanı elde edip, mânevî feyizlerini daha geniş sahalara neşretme fırsatı bulur.
Nusûs kitabında anlatılmaktadır ki: “Rakka’da halk bir adamın arkasına düşmüş, gidiyordu. Peşinden gidilen adamın ayağında ise, ne sağlam bir ayakkabı, ne de sırtında yamasız bir cübbe vardı. Hepsi de eski ve yamalıydı. Hârun Reşid’in hanımlarından biri, bu durumu geriden görünce: “Kimdir bu adam ki, halk bölük bölük peşine düşmüş gidiyor?” diye sordu. Dediler ki: “Bu Horasan âlimlerinden Abdullah bin Mübarek’tir. Hanımefendi, kendisini tutamayarak konuştu: “Vallahi padişah deyince, padişah Harun değildir. Asıl Padişah işte bu zâttır. Biz bunca memurlarımızla, bunca hazırlıklarımızla beraber bu kadar halkı, severek peşimizden sürükleyemiyoruz. Ama bütün bunların hepsinden mahrum olan şu şeyh, bizden çok fazlasını arkasına düşürüp götürebiliyor.”
Bir sözü şöyledir: “Biz işin başında ilmi, dünyayı kavuşmak için öğrendik. Fakat ilim bizi dünyayı terke zorladı”.
İtaatsizlikte bulunan çocuğundan şikayete gelen bir babaya sordum:
-Sen oğluna hiç beddua ettin mi?
-Evet, canımı çok sıktığı zamanlarda ettim.
-Sen kendi elinle kendine, çocuğuna kötü etmişsin. Baba ve annenin çocuğu hakkındaki duası reddedilmez. Resul-i Ekrem Efendimiz, mübarek dişini kıran kavmine; “Ya Rabbi, kavmime hidayet et. Onlar ne yaptıklarını bilmiyorlar!” diye dua etti. Sen de böyle bir anlayışla dua etseydin, ziyan etmezdin. Resul-i Ekrem’in bu sabrı ve metâneti, ziyan getirmedi; sonunda kavminin insanlarına iman etmek nasip oldu.”
Abdullah bin Mübarek, Fırat yakınlarında
“Hiyt” denilen kasabada H. 182 yılında vefat etti. Kabri de şimdilerde de ziyaretgâhtır.
Şu sözler Abdullah bin Mübarek’ê aittir: “Oturup bin dinar sadaka vermekten, çalışıp kazanarak bir dirhem karz-ı hasan (borç) vermek daha efdâldir.”
“Eğer gıybet edecek olsan, anama-babama gıybet ederdim. Hiç olmazsa sevabını onlara vermiş olurdum.”
“Zengine karşı vakarlı, fakire karşı alçak gönüllü olmak tevazudur.”
(Ahmed Şahin, Örnek Yaşayışlarıyla İslam Büyükleri)