Bir bayram akşamı…
Taş döşeli dar bir sokakta yalnız başıma yürüyorum.
Evlerin tek katlı oluşu, bu daracık sokaklara büyük bir ferahlık veriyor.
Benimse içim daralıyor.
Anadolu türküleri gibi hüzünlü ve güzel bir tiyatro sahnesinde gibiyim.
Evlerin yaldızlı taş duvarları gibi yollar da restore edilmiş, titizlikle korunmuş ve ferforje lambaların tatlı ışığıyla aydınlatılmış.
Leylaklar, lavantalar, erguvanlar, güller bayramlık elbiselerini giymiş gülümsüyorlar.
Bir ben gülemiyorum bu sokakta.
Ozanın dediği gibi:
Gönlü şad olan gülsün / Gülmek benim neyime…
Bir ses benimle birlikte yürüyor.
Zarif ama kararlı bir kadın sesi…
Sesin sahibini göremiyorum.
Ses, yükseklerden düşen hazin sular gibi doluyor yüreğime;
Hapisteyken en büyük hayalim bir gün tahliye olduğumuzda, eşimle evimizde bir gece birlikte oturalım, neler yaşadıklarımızı birbirimize anlatarak birlikte ağlayalım istiyordum.
Ama olmadı.
Öyle bir gecemiz hiç olmadı.
Buna cesaret edemedik.
Yaşadıklarımızla yüzleşmeye cesaret edemedik.
İlk defa size anlatıyorum:
Hapiste dört duvar arasında kalırken, koğuş arkadaşlarıma söz verdim:
‘’Bu yaşadıklarımızı gittiğim yerlerde büyük topluluklara anlatacağım. İçerde neler yaşanıyor, günler, geceler, haftalar, aylar, bayramlar nasıl geçiyor- ya da geçmiyor - bilsinler. Türkiye cehenneminde yaşananları herkes bilsin.
‘’İnsan sınanmadığı günahın mümini olamaz’’ derler. Bu çok doğru bir söz.
Sınanmadığımız bir hayat bize ait değildir.
Bazen çok basit şeylerden kaybediyoruz.
Hayat bir türkü kadar kısa.
Sonsuzluk karşısında bizim hayatımız ne ki? Böyle bir hayatta bir tüketim nesnesine odaklanmak bana akılcı gelmiyor. Bazıları bir ev, bir araba uğruna koca bir ömrü heder ediyor.
Üniversite bitmek üzereydi.
Bir gece rüyamda Hocaefendi’yi gördüm.
Baş sedirde oturuyordu.
Kitap imzalatmak için herkes sıraya girmişti.
Ben de giriyorum.
Sabahında bir abla aradı.
Afganistan’da yeni açılan bir okul için öğretmen istiyorlardı.
O günlerde, ömrünün baharındaki genç öğretmeneler akın akın yurt dışına gidiyorlardı.
Önden giden atlılar yollardaydı.
Yurt dışı, her idealist gencin hayaliydi.
Ailemi ikna etmek hiç de kolay olmadı.
Onlardan da izinsiz gitmek istemedim.
Bir ay yemedim, içmedim.
Geceler günler boyunca gözyaşı döktüm.
Boş boş bakıyordum. Dünyadan elimi eteğimi çekmiştim.
Sonunda annem, “Kızım, sen bu gidişle helak olacaksın. Nereye istiyorsan git, bizde huzur bırakmadın,” dedi.
Afganistan’a ilk giden bekâr bayanlar bizdik.
Savaş günleriydi.
Suyla elektrik aynı anda çok az gördük.
Yollar, sokaklar ölüm kokuyordu.
En çok duyulan ses silah sesleri, siren sesleriydi.
Birkaç yıl orada görev yaptım.
Çok güzel günlerdi.
Bazıları öldürmek için yaşarken, bizim yaşatmak için ölümü göze almamızın onurunu hâlâ yaşıyorum.
Türkiye’ye dönünce —yanındaki esmer güzeli karayağız eşine bakarak— Metin Bey’le evlendik.
Tayinimiz Doğu’ya çıktı.
Olsun.
Ülkenin her yeri memlekettendi. Hiçbir şehri Afganistan’dan daha mahrumiyet yeri değildi.
Oğlum altı aylıktı.
Doğudaki arkadaşlar o kadar harika insanlardı ki, “Allah’ım, ben ne yaptım da bu insanlarla beraberim?” dediğim çok oldu.
15 Temmuz’dan sonra her şey altüst oldu.
Etrafımızdaki herkesi tutuklamaya başladılar.
Apar topar İstanbul’a taşındık.
Bir sabah, on kadar polis evimizi bastı.
Eşim, polislerin arasında giderken biraz başını eğdi.
Arkasından vurdum “Dik dur, bunların yanında eğilme,” dedim.
Damatlık ayakkabılarını verdim: ‘’Bunları giy, düğüne gidiyor gibi git.’’
Görüşe gittiğim bir gün beni de aldılar.
İki yaşındaki oğlum, dayısının kucağında uyuyordu. Benim alındığımı görmedi.
Bu öyle hazin bir sahneydi ki, hapishanenin avlusundaki herkes ağladı.
İlk bayan alınmaları o zaman başladı.
Jandarma karakoluna götürüldüm. Altı metre kadar rutubet kokan, karanlık bir odaya koydular.
Komutan beni arayan şehre telefon etti.
Sesini duyuyordum:
“Gelin bu kadını alın. Burada hayvan bile kalamaz.”
On bir gün de gittiğim şehirde göz altında kaldım.
İstihbarat elemanları tarafından defalarca sorgulandım.
Herhâlde beni öldürecekler diye düşündüm.
Emniyet müdürü defalarca odasına çağırdı.
Hocaefendi’ye beddua etmemi istedi.
Yapamadım.
Üstüme yürüdü.
Polisler araya girdi:
“Kadındır, ayıptır,” dediler.
‘’Galiba çıkmayacağım buradan,’’ dedim.
Şehirde esnaf, öğretmen, çocuk, kadın, yaşlı herkesi tutuklamışlardı.
Ardahanlı bir Komiser vardı.
Çok zalim ve ahlaksız bir insandı. Bana eşimin dosyasını gösterdi:
“Bak,” dedi, “Eşin ya idam ya müebbet alacak. Bu günlerde sizinkilerle ilgili idam konuşuluyor. Benim eşim yetim, ben ne dersem onu yapar. Yetim kuzudan koç olmaz. Eşini yok bil artık. Bak senin oğlun varmış. Sakın onun koç olacağını düşünme.”
Buraya kadar geldiğim süreçte, bu laf kadar ağrıma giden bir şey olmadı.
O komiseri asla affetmeyeceğim. O adam ne giydiği üniformaya ne o mesleğe ne de o ülkemize layık biri değil.
On bir günün sonunda mahkemeye sevk ettiler.
Ütülü bir şalım vardı. Onu büründüm. Cezaevi koridorlarında yürürken dik yürümeye çalıştım.
Ben hiçbir zaman “Bu niye böyle oldu? Bunlar niçin başımıza geldi?” demedim.
“İmtihan oluyoruz,” dedim..
Benim tutuklandığımı eşime söylememişler.
Eşim, iki hafta boyunca rüyasında hep beni görmüş.
Koğuş arkadaşlarına, “Yahu ben hanımı her gece ateşler içinde yanarken görüyorum. Başında bir şey var,” demiş.
Tutuklandığım gece, üzerimde beyaz bir gelinlikle görmüş.
Allah onu da nasib etti. Medrese-i Yusufiye gelinlerinin arasına karıştım.
Kucağıma battaniye, yastık verdiler. On üç kişilik koğuş 26 yatak koymuşlar. Kırk bir kişi, iki tane bebek, iki hamile...
Anneler her gün sütünü lavaboya sağıyordu.
Koğuştaki bayanların çoğu işkence görmüştü. Yan tarafta erkekler koğuşu vardı. Karı-koca pek çok insanı işkenceden geçirmişler.
Her gece uykularımızı “Durun, vurmayın, imdat!” sesleri bölüyordu. İşkence gören kadınlar kâbus görüyordu.
Onları uyandırmaktan korkuyorduk.
Uyandıkları zaman gerçekler daha acıydı.
Arkadaşlarımız aramızdan bir bir alınıp götürülüyor, işkenceden geçiriliyor ve bir kan çuvalı gibi koğuşla bırakılıyordu.
İki ayda bir açık görüş vardı.
Annem ilk görüşe getirdiğinde, oğlum daha beni uzaktan görür görmez “Anne!” dedi ve kucağıma atladı.
Bağrıma başını kor koymaz uyudu.
Ateşler içinde yanıyordu yavrum.
‘’Anne, yavrum yanıyor,’’ dedim.
“Öğretmen evinde yattık, üşüttük galiba,” dedi annem.
Kırk dakika boyunca bağrımda uyudu yavrum.
Ciğerlerine anne kokusu doldurduğunu düşündüm.
Görüş bitince yavrumu anneme verdim, alıp gitti.
Modern devlet terörüne maruz kalan bizler, sıcak aile yuvamızdan, sevdiklerimizden, süt kokan yavrularımızdan, anne babamızdan, hasılı hayattan koparılıyorduk.
Vahşi korkunun da etkisiyle, diğer insanlar ile olan ilişkilerimiz geri dönüşsüz biçimde bozuluyordu.
Lakin ben şuna şahit oldum:
Geceleri kabuslarla uykuları bölünse de o insanların hiçbiri asla Hizmet’i eleştirmedi.
Hayat, yaşadıklarımız değil, yaşadıklarımızı nasıl yorumladığımızdır.
Yıkılan, dağılan insanları gördüm. Rüzgarların önünde bir kül gibi savrulan insanları…
Bir de yıkılmayan insanları gördüm. Dimdik duranları...
Birlik olmayı, bütün olmayı onlar öğretti bana.
Ayakta kalmanın yolunu bulmak zorundaydık
Aydınlığa giden yolu onlar gösterdi.
Çocukluğumda annemin bahçesinde mor, sarı, beyaz renklerde açan iris çiçekleri olurdu.
Annem onlara ‘’umut çiçeği’’ derdi. ‘’Kızım, insan bunlara bakınca içine umut doluyor,’’ derdi.
Ben o umut çiçeklerinin arasında yaşadım.
Eşlerine bile moral veren o kadar dik duran kadınlar vardı ki, ben onlarla yaşadım.
İyi ki onlarla yaşadım, iyi ki bunları yaşadık.
Bir gün Silivri’de yatan eşimden mektup geldi.
Mektubu koğuş arkadaşlarıma okurken göz yaşları sel oldu.
Bir gün koğuşumuza bir abla getirdiler.
Meriç’ten kaçarken yakalamışlar. Kocasını da getirmişler.
Geldiklerinde abla mahvolmuştu.
Çok işkence yapmışlar. Kemikleri eğrilmişti.
Küçük bir avlumuz vardı. Güneş görmüyordu.
İlk bayram sabahıydı.
Avluya masaları koyduk, kahvaltı yapacağız.
Önce bir ıslık sesi geldi.
Sonra erkekler koğuşundan ekmek içinden yapılmış bir top ‘’pat!’’ diye düştü.
Notta “Kenara çekilin,” yazıyordu
Biraz sonra şekerler yağmaya başladı.
Sanki gökten şeker yağıyordu.
Hepimiz hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladık.
Şeker yağmuru dinince bir torba düştü avluya.
İçinde sayımız kadar çikolata ve bir de not:
“Hepimiz tahliye ola, bayram o bayram ola.”
Bir bayram akşamı…
Taş döşeli dar sokakta bir başıma yürüyorum.
Evlerin tek katlı oluşu dar sokaklara büyük bir ferahlık veriyor.
Benim içim daralıyor.
Evlerin hemen hepsinin önünde rengârenk çiçekler, envai çeşit kokular sunuyorlar.
Leylaklar, erguvanlar, lavantalar, begonyalar, ateş ağaçları, güller; bayramlık elbiselerini giymiş gibi gülümsüyorlar.
Bir ben gülemiyorum bu sokakta.
Bir ses benimle birlikte yürüyor.
Sesin sahibini göremiyorum.
Ses, yükseklerden düşen hazin sular gibi doluyor yüreğime.
Belli ki fırtınalar kopuyor bağrında.
Biraz dikkatlice dinleyince o sesi tanıyorum.
Bir bahar akşamında kuzey bölgesindeki mülteci kampında evlerine uğradığımız Sinem Öğretmenin sesi...
O ses, “herkes tahliye ola bayram o bayram ola” diyor.
Sonra susuyor.