Nebevî Nefes, aslında bir tarihî roman. Akıcı, sürükleyici, özellikle ilk bölümleriyle heyecan dolu...
Hz. Ömer’in (r.a.) rüyasında gördüğü ve “alnı yaralı ve dünyayı adaletle dolduracak olan” diye işaret ettiği bir halifenin mücadelesini anlatıyor; Ömer bin Abdülaziz’in...
Ömer bin Abdülaziz’in hayatı pek çok yönüyle çok enteresan özellikler taşıyor aslında. Pek çok gariplikler barındırıyor. Bir kere Ömer bin Abdülaziz, ezilmiş ve hırpalanmış bir topluluğun kurtuluş çareleri arayan bir ferdi değil. Aksine o, yaşadığı dönemde iktidarın tek sahibi olan Emevî hanedanının bir ferdi. Ne çocukluğunda, ne de gençliğinde “yokluk, sıkıntı, fakirlik, eziyet” gibi şeyleri tadıyor. O zamanlar Ben-i Ümeyye hanedanına açık olan bütün kapılar, yani bütün dünya imkânları, ona da açık. Güç, zenginlik, şöhret, iktidar... Hepsi var. Hepsi ama hepsi elinin altında, yanında ve yamacında... Elini uzatsa erişebileceği bir yerde. Fakat o sanki bütün bunlardan alabildiğine kaçıyor. Uzaklaşmaya çalışıyor. O kaçtıkça da bahtı alnındaki yara izi gibi onu kovalıyor.
Nasıl tarif etsem? Şöyle bir hayat hikâyesi olsa Ömer bin Abdülaziz’inki o vakit bu halini anlarız. Mesela; o zamanların en mağdur ve en baskı altında yaşayan ailelerinden Ehl-i Beyt’e mensup olsa yahut
Emevî hanedanına biat etmemiş bir ailenin çocuğu olsa; çok ezilse, horlansa yahut hayatı boyunca haksızlıklara maruz kalsa, o zaman adalete meftun ve takvaya müptela bir Ömer bin Abdülaziz’in geleceğe taşınmasını anlarız... Anlarız, zira böyle bir ortam, ilerde böyle bir Ömer’i netice verebilir. Adaletsizlik sütünden ağzı yanan bir Ömer bin Abdülaziz, elbette iktidar yoğurdunu üfleyerek yiyebilir. Takvaya ve zühde ehemmiyet verebilir.
Fakat hayır, Ömer bin Abdülaziz’in hayat öyküsü hiç böyle olmuyor. O, bütün servet ve iktidar ellerine altın bir tepsi halinde sunulduğu zamanlarda adalete meftun yaşıyor. Tüm dünya kapılarını kendisine açtığı anda kendi kapılarını dünyaya kapatıyor ve İslam tarihine altın harflerle geçen ve geçmeye de sonuna kadar liyakati olan o cennet misal yıllar yaşanıyor. Öyle ki; Ömer bin Abdülaziz, adaletin tesisi namına kendi akrabalarını, yani koca bir Emevî hanedanını dahi karşısına alıyor. Şehid edilmesi pahasına onlara karşı hakkı ve adaleti savunuyor.
Benim dünyamda Ömer bin Abdülaziz’in en tatlı ve halavettar yanıysa Ehl-i Beyt’e duyduğu o derin muhabbeti... O, Ehl-i Beyt düşmanlığının buram buram tüttüğü bir ortamda büyüyüp de onların rağmına Ehl-i Beyt sevgisiyle mest olan yüzlerden. Öyle ki; devrine kadar süren, hutbelerden Ehl-i Beyt’e lanet okuma meşum âdetini, başa geçer geçmez tek bir emirle kaldırıyor ve yerine şimdi dahi vaizlerimizden, hocalarımızdan hutbenin sonunda dinlemeye alışık olduğumuz ayet-i kerimeyi okumayı emir veriyor. O güzel gelenek, o zamandan ta bu zamana kadar Ömer bin Abdülaziz’in belki bir makbuliyet işareti olarak yaşıyor, yaşatılıyor...
İkram Arslan’ın kaleme aldığı ve Nesil Yayınları’ndan okuruyla buluşan Nebevî Nefes romanı işte bu yüzden benim gözümde kıymetli... Çünkü o, hiç alışık olmadığımız bir şekilde “siyasi ve manevi sultanlığı birleştirmiş” bir silueti, ta o zamandan bu zamana kırmadan, dökmeden, hakikati incitmeden taşıyor...
Ömer bin Abdülaziz hakikaten öğrenilmesi ve öğretilmesi gereken bir şahsiyet. Değil sadece Sünni kesimin, Alevilerin de tanıması ve “Yezit’in ailesinden böyle birisi çıkar mıymış?” diye şaşırması gereken bir şahsiyet... Belki tanınması ve anlaşılmasıyla bugünün siyasi hayatına pek çok mesajlar verebilecek bir şahsiyet...
O dehşetli savaşlar ve çalkantılar asrını barışa tebdil eden bu insanı anlamak, bugünün karmaşık ikliminde daha çok muhtaç olduğumuz bir şey değil mi? Kimbilir, asırlardır Ehl-i Beyt’e ve benzerlerine sürdürülen düşmanlığı bitiren Ömer bin Abdülaziz, bizim hayatlarımıza da misafir olsa, belki bizim de yıllardır süren husumetlerimizi bitirir. Emevîvari yangınlarımızı Hz. Peygamber’den ders aldığı nefesleriyle dindirir. Ne dersiniz, mümkün olamaz mı?