''Onun için onlara (Al-i beyt) cebr-i lütfî olarak, zâlimler musallat edildi ve onlar tohumlar çekirdekler gibi, cihanın her tarafına dağıldılar. Bazı yerlerde zulmün şiddetinden dolayı evlatlarına seyyid olduklarını söyleyemediler; çünkü gizlenmeleri ve bilinmemeleri gerekiyordu. Oralarda ocaklar tüttürdüler, medreseler, irşad mekanları açtılar ve sırf bu işlere yoğunlaşarak insanlığa rehberlik yaptılar. ''
Abdullah Aymaz / samanyoluhaber.com
Dokuzuncu Lem’a Risalesinde, Üstad Hazretleri emekli Albay Hulusî Beye: “Cedlerinizden birisinin imzası ‘Esseyyid Muhammed’e dair mahrem suâliniz var. Kardeşim buna ilmî, tahkîkî ve keşfi cevap vermek elimde değil. Fakat ben arkadaşlarıma derdim ki: ‘Hulûsî ne şimdiki Türklere ve ne de Kürtlere benzemiyor. Bunda başka bir hâsiyet görüyorum.’ Arkadaşlarım da beni tasdik ediyorlardı. ‘Hak vergisinde, kabiliyet şart değildir.’ sırrıyla ‘Hulûsî’de büyük bir asâlet tezahürü, bir hak vergisidir.’ derdik. Hem katiyyen bil ki, Resûl-i Ekrem Aleyhisselamın iki ‘Âl’i var. Biri nesebi âlidir. Biri de şahs-ı mânevîsinin ve nûrânî şahsiyetinin peygamberlik noktasındaki âli var. bu ikinci âl’de katiyyen sen dahil olmakla beraber birinci âl’de dahi delilsiz bir kanaatim var ki, ceddinin imzası sebepsiz değildir.” diyor.
Düşünelim Hulusî Ağabey gibi birisi Seyyid olup olmadığını; Âl-i Beyte mensubiyetini bilmiyor. Böyle şerefli bir torunluk hiç bilinmeyecek gibi bir şey midir? Ama biz bir de Âl-i Beytin başına gelenlere bir bakalım: Efendimizin (S.A.S.) torunu Hz. Hasan, zehirlenerek öldürülmüş. Hz. Hüseyin başı kesilerek şehit edilmiş. Hem Emeviler döneminde, hem de amcaoğulları Abbasiler döneminde çeşitli zulümlere ve mağduriyetlere maruz kalmışlar. Dünyanın her tarafına dağılmış, sığınmışlar. Onlar da çoğu zaman başlarına bir gadir ve bir zulüm gelmesin diye evladlarına seyyid olduklarını söylememişler.
Üstad Bediüzzaman Hazretleri On Dokuzuncu Mektup’ta diyor ki: “Âl-i Beyt’ten bir kutb-u âzam demiş ki; Resûl-i Ekrem Aleyhisselam, Hz. Ali’nin (r.a.) halife olmasını arzu etmiş. Fakat gâibten O’na bildirilmiş ki, Allah’ın muradı başkadır. O da arzusunu bırakıp murad-ı İlahiye tâbî olmuş’ Murad-ı İlahînin hikmetlerinden birisi şu olmak gerektir ki, Efendimizin (S.A.S.) vefatından sonra, en ziyade ittifak ve ittihada gelmeye muhtaç olan sahabeler, eğer Hz. Ali başa geçseydi, Hz. Ali’nin halifeliği zamanında zuhura gelen hâdiselerin şâhitliğiyle ve Hz. Ali’nin mümâşaatsız, pervasız, zâhidane, kahramanâne, müstağniyane tavrı ve âlemin tanıdığı şöhretli cesaret ve kahramanlığı itibarıyla, çok zâtlarda ve kabilelerde rekabet damarını harekete getirip tefrikaya sebep olmak katiyyen muhtemeldi. (…) Saltanat-ı dünyeviye aldatıcıdır. Âl-i Beyt ise, İslâmî hakikatları ve Kur’anî ahkâmı muhafazayı memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya peygamber gibi masum olmalı veyahut Râşid Halifeler gibi ve Ömer İbn-i Abdülaziz ve Mehdi-yi Abbasî gibi hârikulade bir kalbî zühde sahip olmalı ki, aldanmasın.” (Beşinci Nükteli İşaret)
Evet Âl-i Beytte hilafet takarrür etmiş olsaydı, bir kısmı devlet başkanı, bir kısmı vali olacaklardı. Halbuki onlar dünya saltanatına değil, âhiret saltanatına namzet mâneviyat sultanlığıydı. Sıradan âdî valiler olmak yerine, âlî veliler oldular.
Şimdi bir düşünelim, eğer bu zulümler olmasaydı, Âl-i Beyt, Kabeyi ve Mescid-i Nebevî terkedip dünyanın en uzak köşelerine giderler miydi? Kabe’de kılınan namaz diğer yerlerde kılınanlara göre yüzbin kat sevap… Mescid-i Nebevî’de kılınananlar elli bin kat… Cedd-i Emcedlerinin (S.A.S.) kabr-i şerifleri orada ve bütün güzel hatıraları hep oralarda… Başka yerlere kim giderdi?
Halbuki Âl-i Beyt, güneşin doğup battığı her yere İslamî güzellikleri götürmek, her yerde İman - Kur’an hizmeti yapmakla mükelleftirler. Bundan daha büyük ve daha mühim bir hizmet olamaz. Onun için cebr-i lütfî olarak, zâlimler musallat edildi ve onlar tohumlar çekirdekler gibi, cihanın her tarafına dağıldılar. Bazı yerlerde zulmün şiddetinden dolayı evlatlarına seyyid olduklarını söyleyemediler; çünkü gizlenmeleri ve bilinmemeleri gerekiyordu. Oralarda ocaklar tüttürdüler, medreseler, irşad mekanları açtılar ve sırf bu işlere yoğunlaşarak insanlığa rehberlik yaptılar. Siyasete bulaşmadan İslamiyetin %95’ine tekabül eden iman, ibadet, ahlak ve fazilet konularını yaşadılar ve eğitimini verdiler. Dünyanın yarısının gülistana çevrilmesinde büyük emek sarf ettiler…
Bugün Kur’an makuliyetinde iman hakikatlarını anlatan ve içlerinde nesebi Âl-i Beyten büyük bir kitlenin de bulunduğu ama tamamı mânevî Âl-i Beytten olan Hizmet mensupları, aynı şekilde onların izlerinde yine aynı güzellikleri dünyaya dağıtmak üzere inayet-i İlahiye ile hazır durumdalar. Ama onların aktar-ı âleme uçuracak bir merkez-kaç kuvvete ihtiyaç vardı. Söz ve tavsiye olarak söylenenler yeterli olmadı. Meylürrahat, tenperverlik ve yaşama tutkusu gibi eşik gardiyanları onların üst eşiklere, daha yüce ve mânevî konumlara atlamalarına muvakkatan engel olmuştu. Bunun üzerine rahmet-i İlahiye, cebr-i lütfi ile bazı zâlimleri musallat etti ve bu süreç başladı…
Aynen ilkler gibi, bir daha dönmemek üzere cebrî hicretler başladı. Cenab-ı Hak gidilen yerlerde imkanlar hazırladı. Yeni dostlar ve hayranlar yetişmeye başladı. Yunanistan’da halktan bir kadın, “Eğer sizleri bizimkiler geri teslim etme kararı alırlarsa, şehrin meydanında kendimi cayır cayır yakarım!..” dedi… Amerika’da meşhur bir profesör “Eğer devletimin yetkilileri Hocaefendiye geri iadeye kalkışırlarsa, kendimi kampta zincire vururum!” dedi.
Sizler olup biteni, mağduriyetleri, bizzat yaşadıklarınızı anlattığınızda, her ülkede üst seviyede göz yaşıyla dinleyen “Bizlere ne düşüyor?” diye soranlar var.
Mühim olan, gidilen ülkelerin dilini kısa zamanda öğrenmeye çalışmak… İlk önce buna yoğunlaşmak gerekiyor. Asimile olmadan entegre olmaya çalışmamız, içinde bulunduğumuz mozaikte uyum içinde kendi renklerimizle açılmamız, güzelliklere yeni güzellikler katmamız lâzım. Zâten bizim işimiz bu değil mi? Haydi iş başına…