Samanyoluhaber yazarı Ercümend Perver, ihraç olmuş ve ailesinden uzak, yurtdışına çıkmaya mecbur bırakılmış bir polisin yaşadıklarını kendi üslubuyla yazdı
'Yanaklarım ıslanırken dönüp dönüp baktım. Boynumu büküp bir yetim gibi ümitle çevirdim gözlerimi gözlerine. Gitme kal demesini bekledim. Ellerimi kaldırıp sallayamadım. Dilim varmadı hoşçakal demeye... '
Böyle diyordu hicrete mecbur edilmiş şair ruhlu bir kardeşim. Beraber kaldığımız süre zarfında gözlerinin nemi hiç kurumamıştı. Zaman zaman yiğitliğe zeval gelmesin diye soğuk espriler yapıyordu ama içindeki dert “Ben buradayım diye haykırıyordu” sözlerin en etkilisi gözlerin nidasıyla. “Hele gel biraz dertleşelim” desem belli ki gözleri hikayesini tamamlamaya fırsat vermeyecekti. Onu konuşturmak için çok zar attım ama muvaffak olduğum söylenemez. Ama her gün yarım yamalak cümleler kopardım bu sır küpü arkadaştan.
Baştan sona hiçbir şeyi anlattıramadım. 'Türkiye’de ne yapıyordunuz, ne zaman görevden ayrıldınız, kaç çocuğunuz var, memleketin neresi, seni neyle suçladılar, buraya nasıl geldin' gibi birçok soruya farklı zamanlarda aldığım cevapları birleştirip size gönderiyorum Ercümend Bey diye başlıyordu mektubuna yurt dışından bir kardeşimiz.
“Hırsız ve arsızların başının belasıydım ben” dedi. On dokuz yıllık polis kardeşim. “Hem öyle belasıydım ki rüşvet alırken suç üstü yakaladığımız bir karaktersizin yakını devrin muktedirlerinden birinin yeğeniydi. Kelepçeyi takarken ağzından salyalar saçarak tehditler savuruyordu. Tabi sadece ben değildim bu tip karaktersizlere pabuç bırakmayan. Bizim dairede olduğu gibi bütün birimlerde herkes üzerine düşeni hakkıyla yapıyorlardı o zamanlar. O zamanlar diyorum çünkü daha sonraları Adem oğlunun zaaflarından istifade eden birileri bunları çok verimli kullanarak o sapasağlam iradelerde defolar açtılar. Hani yarası olan gocunur derler ya, bizim polis arkadaşlara da gocunacak yaralar açtılar önce.
Ekşi yememiş adamın karnı ağrımaz. Bir adam gayrı meşru yollara tenezzül etmemede iradesine sahip olursa ve samimi olarak bilmeden yaptığı hatalara da tövbe edebiliyorsa o adamın sırtı yere gelmez. Niye; çünkü bilmeyerek yaptığından dolayı mağdur ettiğinden özür dileyerek telafi eder. Döner Allah’tan da tövbe istiğfarda bulunur, Allah’ın izniyle kurtulursun. Zira niyeti halis olanın akıbeti hayr olur.
17 - 25 Aralık sürecinden sonra suçüstü yakalanmış olmanın verdiği psikolojisiyle sağa sola saldıran iktidar, kapatılması mümkün olmayan ahlaki yırtığı ahlaksız gayrı meşru yamalarla gizlemeye çalıştı. Daha evvel de bürokraside hele hele hizmet hareketine sempatiyle bakan bütün milletvekillerini ve bürokratları “Bal tuzağı” denen bir ahlaksız tuzağa düşürdüler. “Muta nikahı” adı altında kandırılan bu zavallıların bir araya getirdikleri hafif meşrep alüftelerle, vekil ve bürokratların görüntülerini çektiler. Vekillerin iradesi alınınca adeta parmak indir - kaldır pozisyonuna düştüler. Bürokratlara da istediği operasyonları yine bu şekilde yaptırdılar.
Gariban hizmet hareketindeki arkadaşlar soruyor: “Allah aşkına koca mecliste hizmet hareketine atılan iftiralara karşı gelecek on tane insaf sahibi yok mu” diye. Var, var da adamın eli mahkum. Düşürmüşler adamı parti müftüsünden aldıkları fetvayla bal tuzağına. Az kıpırdansa, kamuoyuna açıktan; başındakine rağmen muhalif bir şey söylese “Onun da kaseti vaar” diye çıkıp meydanlarda seslendirince kürsü kelimiz, adamın bir daha sesi çıkmıyor. Halkımız da zannediyor ki hizmet hareketi onu kaset şantajıyla konuşmaya zorluyor. Hal bu ki zâlim o konuşana çektirdiği kaseti hatırlatıyor. Halkımız sormuyor “Ya hu bu Hizmet hareketinin elinde kaset olsaydı, kaç yıldır analarından emdiği süt burunlarından getiriliyor en başta bu zalimin kasetini piyasaya sürmez mi?”
Tabi bu soruyu sorabilmesi için kişinin muhakeme yeteneği olması gerekiyor. Muhakeme yeteneği insan olanda olur. İradesine ipotek koydurmuş adam ne soru sorabilir, ne söylenene itiraz edebilir. Tarafgirlik adamı kör ediyor. Taraf olduklarının dediği her şeyi şeksiz şüphesiz doğru kabul ediyorsan senin insanlığında da, Müslümanlığında da sorun var demektir. Duymak istemeyenden daha sağır, görmek istemeyenden daha kör kim vardır ki.
Ben tam burada sordum diyor arkadaş. “Bunların senin başına gelenlerle ne alakası var?”
Alakası olamaz olur mu. Siz istediğiniz hukuksuzluğu yaptıramazsanız, yaptıramadığınız o adam yapacak olanların başına bela olma ihtimalinden o dürüst adam tez zamanda aradan uzaklaştırılmalı diye düşünür hukuku çiğneyen hukuksuzlar.
Ben de tam burada bir espri yaptım diyor arkadaş. “Hani Züleyha Yusuf’a o gayri ahlaki teklifi yaparken odadaki tahtadan yapılan putun üzerini örtüyor ya sen de başına bir şey örtüp hadi yapın ben görmüyorum deseydin”
“Hocaa” diye çıkıştı arkadaş. Haksızlık karşısında susmak neyse görmezden gelmek de odur. Bir yerde gıybet ediliyorsa ya engel olacaksın, ya orayı terk edeceksin. Aksi halde o günaha sen de ortak olursun. Müslüman olmak bunu gerektirir
Benimle alakasına gelince; neticede ben bir polisim. Hırsızı görünce yakalar yargıya teslim ederim. İşim bu benim. Ama muktedirler, “Benim hırsızımı yakalayamazsın” dediler. Biz de ya onların istediğini yapacak, rütbemiz mevkiimiz yükselecek bir elimiz yağda bir elimiz balda yaşayıp gidecektik ama ahiretimizi berbat edecektik. Yarın evladımızın yüzüne bakamayacaktık. Hele hukuk geri geldiğinde bunların akıbetini düşünmek bile istemiyorum. Ya da hem hukukun hem vicdanımızın dediğini yapıp sürüm sürüm sürünecektik dünyada, hicrete mecbur edilecek ailemizde ayrı, dilini kültürünü bilmediğimiz bu coğrafyalarda beş parasız perişan olacaktık. Gördüğün gibi yani. Ama ahiretimizi kurtaracaktık alnımız ak olarak yaşayarak. İşte gördüğünüz gibi biz ikincisini seçtik''
“Peki seni ihraç ettiklerinde pasaportun iptal edilmedi mi nasıl çıktın yurt dışına?”
“Meslek sırrı” deyip güldü arkadaş. Ama uzun zamandan beri sorduğum sorulara aldığım kısa cevapları birleştirip ona tuzak sorular yöneltip konuşmaya zorluyordum. Dayanamayıp anlatmaya başladı diyor nakleden arkadaş.
Beni ihraç ettiklerinde eve geldim durumu hanıma izah ettim. Zaten bu tür bir neticeyi bekliyordum. Çünkü benim akıbetime maruz kalan arkadaşlarım vardı, saçma sapan sebeplerden dolayı ihraç edilmişlerdi, benim de ihraç edilmem sürpriz değildi. Görevim icabı uzun zamandır yanına gidip hasret gideremediğim hasta olan babamı memlekette ziyaret etmek istedim. Gittim memlekete vardım hasta olan babamın elini öptüm. Başıma gelenleri yani ihraç edildiğimi, artık işsiz bir insan olduğumu baba söyleyemedim. Bu zamana kadar onu ziyaret edemeyişimi izah ederek helallik aldım. Babamın yanında biraz kalmak istemiştim işin gerçeği. Ama ikinci gün hanım aradı: “Eve polisler geldi seni arıyorlar”
Maksatları anlaşıldı. Ekmeğimizi aldıkları gibi hürriyetimize de göz dikmişlerdi. Babamlara bir şey belli etmeden özür beyan edip oradan ayrıldım. Babamın yanından ayrıldım ama nereye gidecektim. Polis her yerde beni arıyordu. Polis takibinden kurtulmama imkân yoktu. 15 Temmuz darbe tiyatrosundan sonra şehirlerin giriş ve çıkışlarında polis kontrolleri çok sıkı uygulanıyordu. Yaradana tevekkül edip memlekete doğru yola çıktım. Kafamda binbir fikir cirit atıyor. Yolda bir iki defa hanımı aradım. Şimdi bana sormayın telefonların takipte değil mi nasıl konuşuyorsun falan diye. Bırakın o sır da bende kalsın. Onca yıllık polisiz.
Hanıma kıyafetlerimi alıp oturduğumuz şehrin pek de bilinmeyen kuytu bir yerindeki parka getirmesini söyledim. Çocuklara benimle buluşmaya gittiğini söylememiş. İyi ki söylememiş. Yoksa çocuklara babalarının yanına gitmesine rağmen kendilerini niye götürmediğini izah edemezdi. Bir de çocukları görünce dayanamaz yurt dışına çıkmaktan vazgeçer, gider teslim olurdum. Belki de çocuklarımı son defa görecektim ama buna katlanmak zorundaydım. Tabi hanım takipte olma ihtimalinden dolayı evden çıkarken benim eşyaları pazar arabasına doldurmuş, öyle getirdi. Ailemden ilk defa ayrılacaktım. Ve nereye gideceğimi, ne zamana kadar ayrı kalacağımı da bilmiyordum. O zaman tek düşüncem yurt dışına çıkmak, polis takibinden kurtulmaktı. Çok duygulanmıştım. Öyle ki bir ara çocuklarımdan ayrılmamak için acaba gidip teslim olsam, belki ifademi alır, bırakırlar diye geçirdim içimden. Ama içeride arkadaşlarıma nasıl işkenceler ettiklerini düşününce bu fikrimden vazgeçtim. Ama yine de yanaklarım ıslanırken dönüp dönüp baktım. Boynumu büküp bir yetim gibi ümitle çevirdim gözlerimi eşimin gözlerine. Gitme kal demesini bekledim. Ellerimi kaldırıp sallayamadım. Dilim varmadı hoşçakal demeye. Ama hanım benden daha iradeli çıktı. Benim yanımda yüreğinin sesini bastırıp “Hadi hadi çabuk ol biz başımızın çaresine bakarız. Sen kendine dikkat et” deyip beni uğurladı. Ama ben sınırı geçip aradığımda ikimiz de ağlamaktan konuşamadık.
Nakleden arkadaş anlattığına göre bunları anlatırken gözyaşlarına boğulmuş uzun süre konuşamamış yiğidim. Arkadaştan nakille. İki kızı bir oğlu olan kardeşimiz milletin malına tebelleş olmuş nice suç örgütlerini çökerten yiğit bir kardeşimizmiş. Nice suç makinesi diye tabir edilen toplumun başının belası fertleri topluma kazandırmış. Onları karınca basmaz rikkati kalp sahibi fertler haline getirmiş kardeşimiz ve kardeşimiz gibi mesleğinin hakkını veren yiğitler. İnsan düşünüyor; bu tür arkadaşların yokluğundaki ülkemizin halini de manzarayı tarife gerek var mı?
Allah akıbetimizi hayr etsin…
Ercümend PERVER