"Nice yürek yakan insan öykülerine dolaysız tanıklık etmiş şu kıdemli gazeteci Aydın Engin’in bile okurken zorlandığı, insanın insana bu kadar nasıl zulmedebileceğini çaresizce sorguladığı bir infaz hukuku cinayetiyle karşı karşıyayız."
Aydın Engin | T24
Bir denizyıldızı: Ayşe Özdoğan
Onlar herhangi bir deniz yıldızı değil, bu ülkenin yüz akları, bu ülkenin “demokrasi ve özgürlük yıldızları” oldular…
Fıkra eskidir. Belki de biliyorsunuz. Tırmık’ta en az üç dört kez aktarıldı.
Olsun. Güzel öyküdür, bir kez daha anlatılsın.
Küçücük bir oğlan okyanus kıyısındaki güçlü gelgit’te “gel”in kıyıya sürüklediği, “git”in geri götüremediği, kumlar üstünde, kızgın güneş altında ölecek deniz yıldızlarını toplayıp toplayıp denize fırlatıyor, suya ve yaşama kavuşturuyormuş.
Kıyıda yürüyen yaşlı bir adam surat buruşturmuş:
- Boşuna çaba bu çocuk. Baksana kumların üstünde yüzlerce ve yüzlerce var onlardan.. Bunların kaderi bu. Değiştiremezsin.
Oğlan elindeki deniz yıldızını suya fırlatmış, sonra adama dönmüş:
- Bak, bunun için değişti.
***
Yurdum hapishanelerinde aylardır, yıllardır, çok yıllardır volta atan arkadaşlarımız, dostlarımız var. Onları iyi tanıyoruz. Az tanıdıklarımızı, hatta daha önce tanımadıklarımızı da artık, tanıdık, uğradıkları haksızlıkları kendimize yapılmış haksızlık; sevinçlerini sevincimiz, öfkelerini öfkemiz bildik.
Onlar herhangi bir deniz yıldızı değil, bu ülkenin yüz akları, bu ülkenin “demokrasi ve özgürlük yıldızları” oldular…
Onları tanıyoruz. İyi tanıyoruz…
Alın Osman Kavala’yı…
Sudan bile olmayan, sadece “olmayan” bir suç iddiasıyla 1413 gündür tutuklu. Bir gün bile sızlandığını, özgürlüğüne kavuşmak için yalvardığını, boyun eğdiğini duyan, bilen var mı?
Alın Selahattin Demirtaş’ı…
Dört yıl on ay yedi gündür, yani 1773 gündür demir parmaklıklar ardında. Edirne F tipinin bir oda-hücresinde, o nu kendisini koltuğundan edebilecek en tehlikeli rakip gören Reis talimatıyla tutuklu. Hiç umurunda değilmiş gibi yaşıyor. İki kızına, aşık olduğu kadına, Başak Demirtaş’a hasrette kalsa bile yüzünden gülücüğü eksik değil. Hücresinde öykü yazıyor, roman yazıyor, yürek ısıtan, umutlar yeşerten siyasal görüşler, öneriler üretiyor.
Alın İlhan Çomak’ı…
İstanbul Üniversite Coğrafya bölümü öğrencisiydi. Dalyan boylu, yakışıklı bir Kürt delikanlıydı. 1994’de tutuklandı. Polis fezlekesi dışında bir kanıt olmadan o kara ünlü DGM’lerden biri tarafından mahkûm edildi. O gün bu gün hapiste. Tastamam 27 (doğru okudunuz: Yirmi yedi) yıldır.
Bilenler biliyor, şiir yazar. (Düzeltiyorum: İyi, çok iyi şiirler yazar), Demir parmaklıklar ardında 3 roman, 8 şiir kitabı yayınladı. Bazıları yabancı dillere çevrildi.
Peki İlhan Çomak ne yapar? En iyisi kendini kendi anlatsın: "…Ne diyordu Beckett: ‘Hep denedin hep yenildin, olsun, gene dene, gene yenil, daha iyi yenil!’ Özgürlük mutlaka gelecektir. Ben dürüstlüğüm ve şiirimle burada olacağım, dimdik. Ta ki sizlere ulaşana kadar" .
Alın Gültan Kışanak’ı…
Diyarbakır zindanlarından sağ ve sağlam ve asla boyun eğmeden çıkmış bir kadın o. AKP yargısı talimatla hapse attı onu.
İyi de Kandıra Cezaevi ona ne yazar, ne yapabilir? (Gültan Kışanak’ı özel olarak seçmedim. Dilerseniz onun yerine ilk ağızda aklıma geliveren Aysel Tuğluk’u, Figen Yüksekdağ’ı, Sabahat Tuncel’i, koyun).
Alın Selçuk Kozağaçlı’yı…
AKP yargısına karşı hukuku ve adaleti savunduğu için ondan kurtarmanın yolunu aradılar ve buldular ve hapse tıktılar.
Peki Selçuk Kozaklı ne yapar? Boyun eğmeyi bilmez. Biat etmeyi hiç bilmez. Hapishanede en iyi bildiğini yapıyor. Silivri’nin biley taşında bilinç biliyor, direnç biliyor…
Alın Selçuk Mızraklı’yı…
Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi’nin seçilmiş son başkanı. Yüzüne pek yakışan gülücüğü yüzünden hiç eksik olmayan, kentte ve çevrede herkesin sevdiği ve çok saydığı bir hekim. Önüne gelen hastanın etnik kimliğini, siyasal görüşünü, inancını, cinsiyetini hiç umursamadan, onun bir hasta ve bir insan olduğundan ötesi ile ilgilenmeyen bir ahlâk anıtı.
Seçilmişliğini hazmedemeyen AKP Reisi ve adamları onu 9 yıl 4 aya mahkûm etti(rdi)ler ve Bünyan Cezevi’ne tıktı(rdı)lar. Ama o gülücük hâlâ yüzünde, dimdik ve boyun eğmeden hatta gün bile saymadan voltasını atıyor.
***
Demokrasinin ve özgürlüğün demirparmaklıklar ardında da ışıldayan yıldızlarından söz ettik. Daha çoklar. Ama bu yazı sınırları içinde bu kadarıyla yetinelim.
Ve…
Ve gelelim yazının başındaki okyanus kıyısında, kumların üstünde çaresiz yatan deniz yıldızlarına…
Onlar daha çok. Pek çok. Yaşlı ve genç, kadın ve erkek. Kimi Kürt, kimi Türk, kimi gazeteci, kimi özgürlük, barış, hak savunucusu…
Hepsinden söz etmek mümkün değil.
Peki, hangi birinden söz etmeli?
Dönün yazının başına. O küçük oğlan seçmeden, rastgele bir deniz yıldızı toplayıp, fırlatıp suya kavuşturuyordu.
Ben de rastgele bir deniz yıldızı seçiyorum: Ayşe Özdoğan.
Tanımıyorum, Siz de tanımıyorsunuz.
Onu adalet, hak savunuculuğunu yaşamının anlamı haline getirmiş, hak savunuculuğunun çalışkan karıncası HDP milletvekili Ömer Faruk Gergerlioğlu bize tanıttı.
Youtube’da kurduğu ve kendi adını verdiği ÖFG TV’de Ayşe Özdoğan ile bir söyleşi yaptı.
Nice yürek yakan insan öykülerine dolaysız tanıklık etmiş şu kıdemli gazeteci Aydın Engin’in bile okurken zorlandığı, insanın insana bu kadar nasıl zulmedebileceğini çaresizce sorguladığı bir infaz hukuku cinayetiyle karşı karşıyayız.
Ayşe Özdoğan 9 yıla hükümlü ve bu cezayı AKP yargısının en tepesi de onayladı. Yani ceza kesinleşti.
Ayşe Özdoğan çok ileri aşamada bir kanserin pençesinde. Kendine bakması mümkün değil. Henüz tutuklu iken yattığı hapishane günlerinde yaşadıklarını anlatıyor. Yeniden hapse girince yaşayacaklarını şimdiden biliyor.
Uzun uzun anlatamam. Oysa uzun uzun anlamak ve anlatmak ve bu çaresiz deniz yıldızı’nın yanında saf tutmak gerek. Uzun söyleşi bandının çözülmüş halini
okumak isterseniz buraya bırakıyorum.
Sabredin ve okuyun e mi?
***
ÖFG TV’de söyleşi yayınlandıktan sonra vicdanı kararmış kimilerinden çatlak sesler yükselmekte gecikmedi. AKP trollerini boş veren. Ama kendini solcu, hatta sosyalist, hatta Marksist-Leninst sayan kimi dangalaklar da vardı.
Biri hemen klavyeye yumulmuş. Şöyle yazdı: “Tek tek kişilere bireysel kurtuluş çözüm değildir. Aslolan halkların örgütlü kurtuluşudur, devrimdir”.
Bir başka densiz daha keskin çıktı. Ezberlediği değerli bir sloganı budalaca kullandı: “Kurtuluş yok tek başına. Devrim, sadece devrim kurtarır”…
Şimdi tutup, “Ömer Faruk Gergerlioğlu bu yazının başında anlatılan, o okyanus kıyısında deniz yıldızı toplayıp suya ve hayata kavuşturan o küçücük oğlan çocuğudur. Sizlerse yine o kıyıda yürüyüş yapan oğlana akıl veren o zevzek moruksunuz” desem iyi ederim değil mi?