Biz Öğretmenlerimizle Gideriz

Samanyoluhaber.com yazarı Harun Tokak'ın pazar yazısı

HARUN TOKAK




Geceleri gurbetteki evin balkonuna çıkıyor, saniye saniye sabaha yürüyen karanlığı seyrediyorum. 
Belli aralıklarla belediye otobüsleri geçiyor.
Son otobüste ışıklarını yakarak karanlığı yara yara gidince insanın içine bir yalnızlık çöküyor.
Son otobüs sanki semtin bütün seslerini de alıp götürüyor.
İnsan kendini daha bir yalnız hissediyor.
Bu sene Ramazan tam da yalnızlığı iliklerimize kadar hissettiğimiz günlerde geldi.
Gecenin en karanlığında bir hilal gibi gülümsedi yalnızlığımıza. 
Ramazanın kendi içinde derinleşen derinleştikçe billurlaşan geceleri var. 
Cennet sabahlarına açılan geceler. Tâ tan vaktine kadar, “Yok mu dua eden, duasını kabul edeyim!” denilen geceler.
Kısa bir süre olsa da yeniden çocuk olduğumuz, çocuklar kadar masum olduğumuz geceler. 
Belki de biz hep çocuktuk, hep çocuk kalacaktık.
Lakin yaşanan acılar büyüttü bizi. İçimizdeki korkular, yaralar da bizimle büyüdü.  
Her Ramazan geldiğinde ta bizim oralardan sıcak katmer kokuları gelir yüreğime.
Çocukluğumuzda her akşam bir evden gelen sımsıcak katmerlerle şadırvanın su sesleri eşliğinde açardık oruçlarımızı. 
Sahur davulunun sesi bile içimize inşirah salardı.  
Karanlığa açılan evimizin ahşap penceresinden karşı evlerin ışıklarına bakardık. 
Ne kadar da geride kaldı o günler.
Önce ağabeyimle biz şehre okumaya gittik. Sonra kardeşim Hasan gitti. Gün gün eksildik. Önce babamı kaybettik. Anam yirmi yıl boyunca o toprak evde yalnız yaşadı. Sürecin başında anamı da kaybettik. Toprak evin ışığı bütün bütün söndü.
Artık bir gün o köye dönsek de ne anam var ne de babam. 
Geçen haftaki kuzeye yolculuğumuzda gördük ki biz yalnız değiliz.
Her akşam kalabalık iftar sofralarına misafir olduk. Sohbetler, sahurlar birbirini takip etti. Bir Ramazan sevinci sardı içimizi.
Sanki cennetten tatlı bir bahar yeli okşayıp geçti yüreklerimizi. 
Bir kapıyı kapayan Rabbimizin binlerce kapıyı açtığını gördük.
Bir ülkenin başbakanının katıldığı iftarda, “Herkesin savaşa ve kavgaya koştuğu bir zamanda siz sevgiyi çoğaltıyorsunuz.” demesi, bir rahibin,“Sizi kıskanıyorum. İnsanlık barışı için çok güzel adımlar atıyorsunuz ama bu kıskançlık, kutsal bir kıskançlık.” demesi ufkumuzda yeni kapılar açtı.
Kuzey yolculuğu sırasında bir akşam Uppsala adında küçük bir şehre uğradık. 
İçeri girdiğimizde salonda hummalı bir koşuşturmaca vardı. Masalarda İsveçli aileler ile hizmet gönüllüleri beraber oturuyorlardı. Yirmiye yakın hizmet gönüllüsünün her biri bir İsveçli dostu ile sadece masayı ve masanın üzerindeki yiyecekleri değil acı/tatlı hatıralarını da paylaşıyordu. Ali Beyin güzel bir İsveççe ile “Välkommen/hoşgeldiniz” takdiminden sonra oruçları hakiki sahibine emanet etmek için bir ezan sesi yükseldi salondan.
İsveçli misafirler belki de ömürlerinde ilk defa ezan dinlediler.
On dört asırdır her mekânı güzelleştiren ezan, bu sefer tatlı bir melodi halinde çağıl çağıl Uppsala akşamlarına döküldü.
 Oturduğumuzun yerin yan tarafındaki masadaki İsveçli aile hemen dikkatimi çekti. Hayat tecrübeleri yüzlerine yansımış hanımefendinin başında örtü vardı. Tıpkı Anadolu’daki annelerimiz gibi. İftar davetinin ve davet edilen ortamın ruhuna farklı bir güzellik katma düşüncesiyle başörtüsü takmıştı. İsveçlileri zengin kılan en güzel özellik “Empati” canlı bir fotoğraf karesi ile karşımızda duruyordu.
Kadınlar kendi bereketli elleriyle yapmışlar bütün yemekleri.
Gece çok renkli görüntülere sahne oldu.
Fatih Bey, enstrümanı ile Anadolu’dan esintiler saldı yüreklerimize. Kerime kızımız kendi kemanıyla yerel melodiler sundu.
Sahneye çıkan her İsveçli, “Beni iyi ki böyle bir akşama davet ettiniz. Burada derin bir huzur duydum.” Dedi.
Bir ara yanıma genç bir çift geldi. Yanlarında çekik gözlü bir çocukları da vardı.
Çocuğun adını sordum “Ali.” dediler.
Biraz dikkatlice bakınca tanıdım onları.
“Siz Azad ve Aycan’sınız.” dedim.
Tatlı bir tebessümle onayladılar.
Onlarla uzun uzun sohbet ettik.
“Hizmetteki abi ve ablalarımı çok seviyorum.” dedi Azad.
“Neden?” 
‘‘Ben Türkmenabad Türk-Türkmen Koleji’nde okudum.”dedi, biz Sovyet kültür altında yetiştik. Babam bana bir kere bile sarılmadı ama benim öğretmenlerim bana çok sarıldı.
Geceleri gelip yatakhanede üstümüzü örterlerdi.
Diğer şehirlerdeki Öğretmenlerle ilgili de çok fedakarlıklar duyardık. 
Bir keresinde Hazarın Kıyısındaki Türkmenbaşı şehrinin valisi bir gece okulu kapatmak için geliyor. ‘Türk öğretmenler dini bilgiler anlatıyor.’ diye şikâyet olmuş. 
Gecenin bir saatinde koridorda kucağında bir çocuk taşıyan öğretmenle karşılaşıyor. 
‘Ne yapıyorsun?’ diyor.
‘Efendim, bu çocuk altını ıslatıyor. Belli saatlerde tuvalete götürüyorum.’
‘Bu öğretmenlerden bu ülkeye zarar gelmez.’ diyerek dönüp gidiyor.
Ben Konya Selçuk Üniversitesi’ni bitirdim.
Konya’ da Hizmetin değişik birimlerinde görev yaptım.
Aycan’la evlenmek için 2017’de Türkmenistan’a gittim.
Birkaç gün Türkmenistan’da kaldıktan sonra Aşkabat’tan İstanbul’a giden bir uçak eşimle beni de alarak havalandı.  
Eşim Türkiye’ye ilk defa geliyordu. İçimiz içimize sığmıyordu. Mutluluktan uçuyorduk. Aycan çok heyecanlıydı. ‘Güzel insanlar ülkesine gidiyoruz.’ diyordu. Bulutların üzerinde rüyada gibiydik.
Fakat bu rüya uzun sürmedi.
İstanbul Havaalanı’nda polisler ‘Araman var.’ diye beni tutukladılar.
Ben polislerin arasında giderken eşimle göz göze geldik.
Aycan öylece havaalanında kalakaldı.
Hiçbir yer, hiçbir telefon bilmiyordu.
Nereye gidecekti, ne yapacaktı?
Beni Konya’ya götürdüler.
Konya’da gece yarısı nezarete attılar.
Eşimle 18 gün boyunca görüşemedik.
Nezarette durmadan ağlıyordum.
Aycan ne yaptı acaba?
On sekiz gün sonra hesabıma para yattı. Baktım Aycan yatırmış. O zaman rahatladım. Beni bulduğunu anladım.’’
O ana kadar sessizce eşinin anlattıklarını dinleyen Aycan’a, “Peki sen ne yaptın, nasıl buldun Azad’ı?” dedim. 
 “Havaalanında çaresiz bir halde beklerken uzaktan bir gencin bana doğru geldiğini gördüm.
Yanıma gelince bana, ‘Siz Türkmen’siniz galiba. Ben, Azad adında birini bekliyordum, çıkmadı” dedi. 
‘Ben Aycan. Azad’ın eşiyim.’ dedim.
Meğer Azad’ın öğrencisiymiş. 
Azad ona, ‘Ben evlendim. Türkiye’ye geliyorum bizi karşılayabilir misin?’ demiş.
Benim hayalimdeki Türkiye bu değildi. Türkiye benim için güzel insanlar ülkesiydi. 
Bizim Türk öğretmenlerimiz, ağabeylerimiz, ablalarımız melek gibi insanlardı. Ben Türkiye’yi onlar üzerinden tanımıştım.
Bir keresinde Türkmenistan’da efsane gibi bir haber dolaştı.
O haber Türkmenleri derinden sarstı.
Eyup Bey ve eşi Ayşe Hanım o günlerde büyük bir mahrumiyet bölgesi olan Türkmenistan’a hicret etmek için devletteki görevlerinden istifa ediyorlar.
Sırtında ağır bir yük taşıyan yorgun bir insan gibi ağır ağır akan Sakarya kıyılarından koparak geçmişte büyük medeniyetlere ev sahipliği yapmış olan  Merv’e geliyorlar.
Ayşe Hanım daha uçakta iken ediyor duasını;
‘Ya Resulallah! Sen Mekke'den Medine'ye göçtün diye biz de Türkiye'den Türkmenistan'a göçüyoruz. Sen ne zorluklarla, çölde güneşin bağrında, deve sırtında, aç, susuzdun; bizse uçakla gidiyoruz. Allah'ım, Sen hicretimizi lütfunla kabul eyle!’ 
Ayşe Hanım çölü bekleyen sahabe türbeleri görününce çok duygulanıyor. 
‘Bu topraklarda ölürsem beni bu Sahabelerin yanına gömün, ne olur. Bir umut, onlarla haşr olmak istiyorum.’ diyor.
İkamet edecekleri evde ise tahayyül edilebilecek her türlü yokluk onları beklemektedir.
Camlar kırıktır, kapılar tam kapanmamaktadır, yemek pişirecek tencereleri yoktur.
Yeni bağımsızlığına kavuşan, henüz kurulmakta olan ülkede mağazalar bomboştur.
Birkaç gün buldukları bir tencerede pişirip, kapağında yiyorlar.
Çocukların üstü başı kirleniyor. Ne bir leğen vardır ne de su.
Kirli diye çıkardığı çamaşırları ‘O kadar da kirli değilmiş.’ diye tekrar tekrar giydiriyor çocuklarına.
Yıkanan çamaşırları asacak ip bile bulamıyorlar.
Yatakları olmadığı için, günlerce betonun üzerindeki halıda yatıyorlar.
Eyüp Bey, okulun yetişmesi için sabah yedi, gece iki mesaisi yapıyor.
Bir akşam evlerine misafirler davet ediyorlar.
Ayşe Hanım, bir yandan eve gelen Türkmen talebelere Kur'an öğretmekte, diğer taraftan mutfağa girip çıkmaktadır.
Bir anlık dalgınlıkla küçük Zeynep'in bir kuş gibi camdan aşağı uçuverdiğini görüyor.
Çığlık çığlığa koşuyor, aşağıya.
Küçük Zeynep kanlar içerisinde, baygın yatmaktadır.
Komşu kadın Tilla Hanım’ın da yardımıyla kanlar içindeki küçük Zeynep’i hastaneye uçuruyorlar.
Eyüp Bey bütün aramalara rağmen bulunamıyor. Akşam eve ilk kez gelecek misafirler için çarşı pazar, tabak, çanak peşindedir.
Acı haberi aldığında önce okuldan bir talebenin düştüğünü sanıyor; 
‘Eyvah, bu çocuklar bize emanetti, sahip çıkamadık. Ya bin bir emekle açılan okullarımızı kapatırlarsa, ya hicretimiz yarım kalırsa.’ diye acı ve endişeyle kıvranıyor.
Doğruca okula koşuyor.
Kapıdaki bekçi, ‘Düşen, okuldan bir öğrenci değil, sizin kızınız Zeynep.’ deyince;
Dudaklarından bütün Türkmenistan’ı sarsan şu sözler dökülüyor;
‘Allah'ım! Çok şükür, benim kızımmış!’
Eyüp Bey, günlerce yoğun bakım odasının kapısında biricik Zeynep’inden gelecek haberi bekliyor.
Zeynep bir daha o güzel dudaklarıyla ‘Baba!’ diyecek midir?
‘Babacığım, ne olur geceleri biz uyumadan gel. Biz seni özlüyoruz.’ diyecek midir?
Doktorlar umut vermeyince kefenini biçiyorlar. Lakin daha kefen giyecek yaşta değildir.
Sahabe mezarlarının yanına Zeynep için küçük bir mezar kazıyorlar. 
Zeynep iki ay sonra yalnızlığımıza doğan Ramazan hilali gibi gülümsüyor.
Zeynep büyüyor. Zeynep, Medine’ye gelin gidiyor.
Lakin biz Türkmenler hala bu olayın tesirindeyiz.
Bir baba ‘canı gibi’ sevdiği kızı için nasıl olur da ‘Çok şükür, benim kızımmış.’ der.
O gün anladık ki bu öğretmenler okullarını ve bizi canlarından bile daha çok seviyorlar. Biz de o sevgiye layık olmaya çalışıyoruz.
Bütün dünya bir tarafa gitse öğretmenlerimiz bir tarafa gitse biz, bizi canı gibi seven  öğretmenlerimizle gideriz.’’

24 Mart 2024 16:55
DİĞER HABERLER