Cebrî hicret, dualarınıza icâbetin bir neticesi de olabilir

Eğer insan güneşe doğru yürürse gölgesini arkasına almış, sırtını güneşe dönerse bu defa da gölgesinin arkasında kalmış olur; gözlerimiz hep sonsuz ışık kaynağında olmalıdır ki benliğimize takılıp kalmayalım!..
Fethullah Gülen Hocaefendi, haftanın Bamteli sohbetinde şunları söyledi:

   “Allah neyi dilerse, o mutlaka olur; O’nun olmamasını dilediği de asla olmaz.”

“Ayaklar, Allah’a giden yollarda şayet tozumuş ise, toza maruz kalmış ise, katiyen, ateş onlara dokunmaz.” buyuruyor, sözü sözlerin sultanı olan İnsanlığın Sultanı, Hazreti Ruh u Seyyidi’l-enâm (sallallâhu aleyhi ve sellem).



İnşaallah, sizin yolunuz… Aidiyet mülahazasıyla, fezâili, şöyle-böyle mensubiyet içinde bulunduğumuz kimselere bağlamak ve onlarda görmek de iddia olur. Onun için meseleyi meşîet-i İlâhiyeye havale ederek “inşaallah” demek lazım. Lütfettiği şeyleri “maşaallah” ile takdir etmek; lütfedeceği şeylere de “inşaallah” çağrısında bulunmak lazım. Dilerse… “Allah, her ne dilerse onu yapar. Şüphesiz Allah dilediği hükmü verir ve onu infaz eder. Allah neyi dilerse, o mutlaka olur; O’nun olmamasını dilediği de asla olmaz. Bilir ve inanırım ki, şüphesiz Allah her şeye gücü yeten Kadîr’dir ve muhakkak ki, Allah, ilim bakımından da her şeyi kuşatmıştır.” Evet, O, neyi dilerse, olur; olmamasını dilediği de olmaz. O, her şeye kâdirdir! Dualarda ilave edilen bir cümle de şu: Zor gibi görülen bütün şeyler, nezd-i Ulûhiyette gayet kolay, basit şeylerdir.”

“Kün-fekân” tezgâhına hükmeden Zât-ı Ecell u A’lâ… “Kef-Nûn” diye ifade ediyorlar; “Kün!” deyiverince, dilediği hemen oluverir. Onun ile meseleyi ifade etmek, meseleyi basite ircâ olabilir ama kontak anahtarına dokunma gibi; O’nun kurduğu sistem, birden bire harekete geçiyor. “An”, söz konusu değil. Fakat bazı meselelerde âdet-i Sübhâniye açısından mesele zamana yayılmış oluyor. Mesela, Jeolojik dönemler, milyonlarca sene, âdet-i Sübhâniye… En sonunda tahaccür eden arz üzerinde, Allah (celle celâluhu) ondan aldığı çamurdan/hamurdan, cedd-i emcedimizi, Hazreti Âdem’i yaratıyor; vücûd-i necm-i nûrânîsi itibarıyla, Cennet’te iskân buyuruyor. Fakat memnu’ meyveye el uzatmasıyla, O’nu, hamurunun/çamurunun alındığı yere gönderiyor.

Şüphesiz Hazreti Âdem’in dünyaya gönderilmesi de boş değil. “Hakikî şecerenin hikmeti / Dünyaya gele Muhammed Hazreti.” O inmeseydi, ne Nuh olurdu, ne Hûd olurdu, ne Sâlih olurdu, ne Musa olurdu, ne İsâ olurdu, ne de Sultân-ı Enbiya, bütün bu pîr-i mugânların yektâsı, teki, Hazreti Rûh u Seyyidi’l-enâm olurdu! (Alâ seyyidinâ ve aleyhimüsselam.) Söylediğim manzum beyit, Alvar İmamı Muhammed Lütfî Efendi’ye ait: “Hakikî şecerenin hikmeti / Dünyaya gele Muhammed Hazreti.”

Evet, hakikî şecerenin hikmeti, dünyaya gele Muhammed Hazreti (sallallâhu aleyhi ve sellem). Ama bazen bu, bir zelleye bağlı olabilir, bazen başka bir şey, bazen başka bir şey… Fakat Hazreti Âdem’in o zellesine Cenâb-ı Hak öyle bir lütufta bulunuyor ki!.. Bütün insanlığı kucaklayabilecek, kucaklayıp O’na (celle celâluhu) yönlendirebilecek, bütün insanlığın kalbini O’na açabilecek, gönüller ile O’nun buluşmasını sağlayabilecek bir “semere-i mübâreke”yi netice veriyor; Hazreti Muhammed Mustafa isminde (sallallâhu aleyhi ve sellem) bir “şecere-i mübâreke”yi, bir “semere-i mübâreke”yi netice veriyor.

   Eğer insan güneşe doğru yürürse gölgesini arkasına almış, sırtını güneşe dönerse bu defa da gölgesinin arkasında kalmış olur; gözlerimiz hep sonsuz ışık kaynağında olmalıdır ki benliğimize takılıp kalmayalım!..

“Her şey Sen’den, Sen ganîsin / Rabbim Sana döndüm yüzüm! // Hem evvelsin hem âhirsin / Rabbim Sana döndüm yüzüm!..” Yüzler, O’na (celle celâluhu) müteveccih olduğu zaman, o yüzler, hiçbir zaman kararmaz!.. Yüzler, başka tarafa müteveccih olduğunda -bu, melekler bile olsa- zift saçılmış gibi olur. O melekler, O’ndan ötürü seviliyorsa, o ayrı bir mesele; fakat onun dışında, Allah’a teveccühten başka, doğrudan doğruya, evvelen ve bizzat neye müteveccih olursa olsun, yüz, teveccüh israfı yaşar.

“Eyvah bu bâzîçede bizler yine yandık / Zira ki ziyan ortada bilmem ne kazandık.” (Ziya Paşa) Falana baktık, filana baktık; kendimizi ateşe yaktık!.. Dünyaya tapanlar, dünya peşinden koşanlar, hele bu arada Müslümanlığı, onun mübarek disiplinlerini dünyevî saltanatları için -bir yönüyle- birer argüman olarak kullananlar, zannediyorum insanlık için şeytandan daha zararlıdır bunlar. Bu dini kullananlar, öyle inanıyorum ki, şeytandan daha zararlıdır insanlara.

Evet, yüzler, hep O’na müteveccih olmalı. Burada ak olmak için, orada ak olmak için, dünyada, ukbâda kaybetmemek için, hep O’na müteveccih olmalı. Bunu ifade ederken, min gayri haddin, yazılarda da sözlerde de, “Yüzler, güneşe müteveccih olmalı; gölge, arkaya alınmalı!” dedim. Sırtımızı güneşe döndüğümüz zaman, gölgemize takılmış oluruz ehl-i dünya gibi. “Allah!” diye bağırırız, “Peygamber!” diye bağırırız ama gölgenin kullarıyızdır biz; O’na tam kul olacağımız âna kadar da elli türlü kulluktan sıyrılamayız. Elli türlü, yüz türlü kulluktan sıyrılmanın bir tek müstakîm yolu vardır; O’na kul olma, tam, gönülden.. hayatını hep O’nun tarafından -lâakal- görülüyor olma mülahazasına bağlayarak sürdürme.. öyle oturma, öyle kalkma, öyle yatma, öyle yeme, öyle içme, öyle bakma, öyle kucaklaşma, öyle muânakada bulunma, öyle musâfahada bulunma.. dilini öyle döndürme, dudaklarını öyle hareket ettirme…

Hep O’ndan ötürü veya hep O olmalı diyeceğimiz şeyler. Dünya konuşurken bile, bence, evirip çevirmeli, kâfiyesini getirip yine O’nun ile bağlamalı!.. İbrahim Hakkı hazretlerinin Tevhidnâme’sinde dediği gibi: “Hudâ Rabbim, nebim hakkâ Muhammed’dir Rasûlullah. / Hem İslâm Dîni’dir dinim, kitabımdır Kelâmullâh. // Akâid içre Ehl-i Sünnet oldu mezhebim cem’a. / Amelde Bû Hanîfe mezhebidir mezhebim, vallâh. // Dahi zürriyyetiyem Hazreti Âdem nebinin. / Halîl’in hem milletiyem, dahi kıblem Kâbe, Beytullah. // Bulunmaz Rabbimin zıddı ve niddi, misli âlemde, / Ve suretten münezzehtir, mukaddestir Teâlallah. // Şerîki yok, berîdir doğmadan doğurmadan ancak / Ehad’dir, küfvü yok, ‘İhlâs’ içinde zikreder Allah.”

Beyanların, hareketlerin, dil-dudak oynatmaların kâfiyesi O olmalı!.. Bütün beyanlar, bir şiir gibi, bir nazım gibi dizilirken, diziler halinde ortaya konurken, mutlaka onun kâfiyesi, O (celle celâluhu) olmalı, O’na bağlanmalı!.. İsterseniz şöyle diyebilirsiniz: Mebdei, bize O’nu en açık, en net şekilde gösteren Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmalı; çünkü O, gâye ölçüsünde bir vesiledir. O (sallallâhu aleyhi ve sellem) olmasaydı, O’nu (celle celâluhu) bilemezdik! O… O birinci “O”yu biraz küçük “o” yazın ama büyük; fakat sonundaki “O”yu çok büyük yazın, bütün cihanı istiap edecek bir “O” (celle celâluhu). Onu “Hüve” ifade ediyor; onun için onu üç defa tekrar ediyorlar: “Hû, Hû, Hû!” diyorlar. Nakşîlerde, Kâdirîlerde -bir yönüyle- virtte -esasen- vird-i zebân edilen hususlardan bir tanesi hep “Hû” çekmektir. O, bir yönüyle, kalbin sesi-soluğudur; nefes alma gibi bir şeydir, karbondioksit atma ve oksijen yudumlama gibi bir şeydir; insanın kendi şahsî hayatı adına bir “ba’s u ba’de’l-mevt”e çağrı gibi bir şeydir; âdetâ bir diriliş mesajıdır “Hû”.

Çünkü “Hû” dediğiniz zaman, o “ene”nin, “ben”in üzerine çullanıyor; zavallı “ene” görülmüyor artık. Bir kündeye alıyor ki onu veya bir el-enseye alıyor ki, enâniyet, “Hû”nun altında gidiyor, bağırıyor “Bırak yakamı benim!” diyor: “Hayır, bırakmam; senin yakanı bıraktığım zaman, senin nereye gideceğin, nereye aborda olacağın belli değil, bırakmam senin yakanı!..” Hû… İnsanın vird-i zebânı, o olmalı. Zaten, Lafza-i celâlin son harfi de “he”dir, yani Hû. Lafza-i Celâldeki “elif”e ayrı mana vermişler, “lam”lara ayrı mana vermişler, “he”ye ayrı mana vermişler. Ebcedinin “tesbihin iki sayısı kadar, 66” olduğunu söylemişler. Lafza-i celâl… Bir yönüyle her şey ona bağlı gidiyor; ne manalar, ne manalar ona atfetmişler; ne manalar ne manalar istinbat etmişler “Allah” kelime-i mukaddese-i mübârekesinden. Allah (celle celâluhu)…

   “Yüzde ısrar etme, doksan da olur / İnsan dediğinde, noksan da olur / Sakın büyüklenme, elde neler var / ‘Bir ben varım’ deme, yoksan da olur!.”

Geriye dönelim: Diyeceğimiz-edeceğimiz her şeyi O’na (celle celâluhu) bağlamalı; O, hayattaki bütün davranışların kâfiyesi, bütün gayretlerin kâfiyesi, bütün beyanların kâfiyesi olmalı!.. Hafizanallah, böyle olmadığı zaman, dünya gelir kâfiyenin yerine oturur; saltanat, kafiyenin yerine oturur; bir kapkara saray, kafiyenin yerine oturur; etrafında gezen kapkara ruhlu insanlar, kâfiyenin yerine oturur; aldatan insanlar, kâfiyenin yerine oturur; aldanmış nâdânlar, kendilerini bir şey bilenler, kâfiyenin yerine oturur… Hafizanallah, bu da zımnî, farkına varmadan, bir şirktir.

Allah, bizi, var etti, insan olarak var etti, bize insan-ı mü’min olma imkânı bahşetti; Hazreti Rûh-u Seyyidi’l-Enâm’ı imam olarak, rehber olarak, “pîşuvâ” olarak, “pişdâr” olarak, “rehnümâ” olarak -rehnümâ, “yol gösteren” demek- gönderdi. Sâyesinde, gidilecek yolu öğrendik; ama tam ortada, en emniyetli, en güvenli şeritte yürüme.. ama biraz kaygan bir şeritte yürüme.. ama sağda yürüme.. ama solda yürüme… Şöyle-böyle, O’nun (sallallâhu aleyhi ve sellem) açtığı şehrâhta yürüme, inşaallah bizi O’na (celle celâluhu) ulaştıracaktır, Cenâb-ı Hakk’ın inayetiyle. İddialı olmamak lazım; Hazreti Mevlânâ’nın sözü hatırıma geldi: “Yüzde ısrar etme, doksan da olur / İnsan dediğinde, noksan da olur / Sakın büyüklenme, elde neler var / ‘Bir ben varım’ deme, yoksan da olur!.” Nazmen, tercümede söylüyor bunu; zannediyorum, Farsçadaki mazmuna çok uygun olan bir tercüme.


SOHBETİN TAM METNİ İÇİN TIKLAYIN

04 Mart 2018 22:54
DİĞER HABERLER