Herkes taşıdığı dinî sorumluluğu kadar dindardır. Müslümanlık sorumluluk gerektiren dindarlığın adıdır.
CUMA KARAMAN
Fıtrata mal edilmeyen ibadet kültüre ve âdete dönüşür. İbadet, asıl gaye ve hikmetinden uzaklaşır. Kimi zaman da araçsallaşır. Dinin toplumsal geleneğin bir parçası olarak algılandığı yerde ibadet, taklit yoluyla edinilmiş bir alışkanlık; atalara bağlılıktan gelen bir görenekten ibaret kalır. Fertler Yaradan’a karşı vazifelerini çevresel etkilerin tesirinde kalarak yaparlar. Bunların din anlayışı şekilden, bazı görsel semboller ile özel anlam atfettikleri bir kostümden ibarettir.
Şekil olarak geçmiştekilere benzemek ibadetin asıl gayesinden önde gelir bu durumda. Örneğin şekil Müslümanı için sakalın şekli insani ilişkilerin önünde gelir bazen ya da Kur’an-ı anlayıp ona göre amel etmek yerine sarığın rengi kutsanır. Hatta din yerine bazı mitler ve ritüeller ikame edilir. Böyleleri dinin emri olan enfüsî ve afakî okumaları yapamazlar. Yine şeklin büyüsüne kapılmış bu inananlar dinin emri olan düşünmeyi, araştırmayı dini ibadet olarak görmezler. Geleneksel kültürü dinin önünde tutarlar. Kendi yaşantılarını dinin ayrılmaz bir parçası zannederler.
Geçmişteki zalimleri lanetlerler ama çağdaş zalimleri görmezden gelirler. Kendi dünyalarında kötülüklerin bir parçası oldukları halde dünyaya ahlak ve adalet nizamı getireceklerine inanırlar. Böyleleri için kendileri insanlık için seçilmiş örnek bir topluluk olduklarını söyler ve buna inanırlar. Ziya Paşa, böylesi nev-zuhur kurtarıcıları “gökte yıldız ararken yolları üzerindeki çukura düşen müneccimlere benzetir.
“Yıldız arayıp gökte nice turfa müneccim
Gaflet ile görmez kuyuyu reh-güzârında”
Ziya Paşa’nın ifadelerine yakın bir beyite Laedri şöyle der;
“Kendisi muhtacı himmet bir dede,
nerde kaldı gay-rıya himmet ede”
Nev-zuhur kurtarıcılar kendileri sorumluluk bilinci ile hareket etmezler ama herkesin kendilerine karşı sorumlu hareket etmelerini beklerler. İşin doğrusu insan sorumluluğunu taşımadığı bir dinin müntesibi olamaz; çilesini çekmediğin fikrin sahibi olamazsın.
Bunların bir başka özelliği ise düşünerek konuşmak olarak muhakeme yetilerini kaybetmiş olmalarıdır. Örneğin şöyle derler; biz dünyadaki bütün herkesin hamisi ve yardımcısıyız. Fakat içte yaşadıkları kifayetsizlikleri ise meydanlarda halktan bizi af edin derler. Diğer taraftan da herkesin yardımcısı halaskarı ve kurtarıcısı biziz derler. Maalesef halk her defasında bu söylemlere alkışlarla cevap vermektedir.
Sorumluluk bilinci gelişmemiş olan toplumların karakteristik özelliklerinden biride şudur. Kendilerini herkesten sorumlu görmek. Bunun için herkes kendilerine karşı sorumludur. Sorumluluk ve temsil keyfiyeti ilişkisi önemli bir konu bunu bir başka yazıya bırakıyorum.
Herkes taşıdığı dinî sorumluluğu kadar dindardır. Müslümanlık sorumluluk gerektiren dindarlığın adıdır. Aslında ben Müslümanım demek ciddi bir iddiadır. Her iddia gibi bu da ispat ister. Bunun başta ahlâkî davranışlar olarak kendini göstermesi gerekiyor. İslam imanla beraber ahlakı da vaz eder. Sonra ahlak ekseninde fert ve toplum hayatında hakka riayet etmeyi vaz eder.
İmanın ahlakla devam ve temadisi için her mümine emr-i bil’maruf ve nehy-i anilmünker vazifesini yükler, müntesibini bununla sorumlu tutar. Meşhur bir hadiste ifade edildiği gibi “Müslüman Bir kötülüğe karşı gücü yetiyorsa el ile müdahale eder buna güç yetiremezse dil ile mani olmaya çalışır; buna da gücü yoksa kalben buğz etmelidir ki bu imanın en zayıf noktasıdır.”
Bunun nasıl ve kimler ile yapılacağı hususunda âlimler geniş fikri beyanlarda bulunmuşlardır. Müslümanın iddiasını ispat etmeye çalışması hem fert olarak hem de toplumsal sorumluluğunun bir parçası üzerindeki yükümlülüktür. Bunun çağın şartlarına göre yapılması gereklidir. Şunu da unutmamak gerekir ki bir yönetim sisteminin değeri isminden çok onun uygulama keyfiyetiyle ilgilidir. Uygulamada istibdatın hâkim olduğu idari sistemlerin şu ya da bu isimle anılması bir kıymet ifade etmez. Sadece yaldızlı ve şaşalı birer isimden ibaret kalırlar.