''Hasan, Eyüp Sultan Kabristanı'ndaki anımızda geçtiği üzere, mezar taşlarında sümbüller, meyvelerle sembolize edilen bir tohum, bir çekirdek oldu toprağa. Allah onun ömrü ahirini böylesi fedakarlıklarla ve böylesi bir erdemli bir ızdırabla taçlandırdı. Kim neyi önceliği hale getiriyorsa ölümü de bir şekil ona sarmalanıyor işte. Halen yaşayanlara ne ibretlik bir hadise... ''
Eyüp Ensar Uğur
2005 yılı olsa gerekti. Okul, iş, askerlik derken uzun yıllar uzak kaldığım doğup büyüdüğüm İstanbul'da bulunan semtime geri dönmüştüm. Geride çok değerli anılarla birlikte çok kıymetli insanlar bırakmıştım. Oldukça hareketli ve değişken hayatımın her bir diliminde tanıştığım birbirinden güzel dostlardan ayrılmamın en büyük tesellisi ise edindiğim yeni dostlardı.
Birbirleriyle hiçbir akrabalık bağı, dünyevi bir çıkarı veya meşgalesi olmadığı halde sırf Allah rızası için bir araya gelen ve O'nun için birbirlerini seven gençlere, hiçbir gölgenin bulunmadığı o dehşetli mahşer gününde esenlik verici gölgeliklerin ihsan edileceği Hadis-i Şerif'le müjdelenmiştir.
Onu ilk defa böylesi ulvi bir atmosfer içerisinde tanıdım. Hemen ruhlarımız çok eski dostlar misali kaynaştı.
Hasan, Almanya'da doğup büyüdüğünden dolayı Türkçe'yi kırık cümlelerle konuşuyordu. Alanında çok değerli bir mühendis idi. Aldığı çok iyi bir maaşa rağmen o günlerde küçük yaşlarda olan oğulları için eşiyle birlikte dönme kararı almışlardı.
Zira çocukların Avrupa atmosferi içerisinde yetişmelerinin neden olabileceği olumsuzluklardan tevellüd bir kaygı taşıyorlardı.
Almanya'da tabiatla iç içe olan bir çevrede yaşamaya alıştıkları için de İstanbul'da yeşili, akan suyu olan bir yer arayışına girmişler ve bu vesile çocukluğumun geçtiği Göksu havzasında, bizim zamanında “Tarla” dediğimiz dereye yakın bir yerde bulunan iki katlı müstakil bir eve yerleşmişlerdi.
Osmanlı zamanında sebze bostanları olan, çocukluğumda ise mahalle arkadaşlarımla top oynadığımız, inek otlattığımız belki dört-beş futbol sahası genişliğindeki düz alanda, çarpık yapılaşmadan dolayı çok fazla çayır çimen de kalmamıştı.
Ama işte Alaman Mühendisimiz için şehre yakınlığı açısından daha iyi bir yer de yoktu.
Geçen zamanlarda birlikte Hasan ile çok derin dostluğumuz oluşmuştu. Bir çok defa evine misafir olmuş, çok kez birlikte geziler ve programlar yapmıştık. Tanıdıkça onu daha çok sevmiştim.
Çok derin ve narin bir kişiliği vardı. Bu yönlerinden kaynaklı bir ara ney çalmaya merak sarmıştı. Ölü kamışa nefes veriyordu anlayacağınız.
Hasan'ın içinin dışının bir olması, doğru bildiğini evirmeden, çevirmeden net bir şekilde söyleyebilmesini, -başıma bir şey gelebilir- endişesi taşımadığı bir ülkede büyümesinin yansıması olarak görürdüm.
Hasan, bir gün, Büyükşehir Belediyesinin eğitim faaliyetleri için Türkiye’ye gelmiş çok tecrübeli bazı Alman mühendislere Boğaziçi'ni ve şehrin tarihi yerlerini benden gezdirmemi istemişti. Tercümanlığı ise kendisinin yapacağını söyledi.
Bu teklifini severek kabul ettim.
O gün geldi ve kadın-erkek Alman misafirlerimizle epey keyifli bir İstanbul gezisi yaptık.
Bu geziden aklımda kalan ve sonrasında aynı noktada tüm gezi gruplarıma aktardığım bir anım olmuştu.
Eyüp Sultan'dan Piyer Loti'ye çıkarken haliyle eski Osmanlı mezarlığından geçiyorsunuz.
Taksim veya Boğaziçi eğlencelerinin, Prens Adalarının müptelası Arap veya Afrika coğrafyasında gelenlerin aksine Batılılar, kültürel ve sanatsal mirasa daha çok meraklılar.
Böylesi bir merak sonucu, Eyüp Sultan Tepesindeki Piyer Loti Kahvehanesine giderken aralarından geçtiğimiz Osmanlı mezar taşlarını misafirlerimiz çok ilginç bulduklarını belirttiler. Taşlar üzerine nakşedilmiş meyve ve bitki motiflerinin neleri sembolize ettiklerini sordular.
Hasan, Almanlara, inancımıza ait değerleri aktarma konusunda benden daha arzulu görünüyordu. Baştan beri, "Abi misafirler Doğu Alman kökenliler ve çoğu da Allah'a, Ahiret'e inanmazlar. Onlara uygun fırsatta bir şeyler anlatırsın" diyordu. Mezarlıktan daha iyi bir fırsat da olamazdı doğrusu.
Onların mezar taşlarındaki meyve ve çiçeklerin simgelediklerini Risale-i Nurlardan ilhamla anlatmaya çalıştım:
"Nasıl ki canlıların en basit halkası olan bitkilerin tohumu toprağa düştüğü zaman heba olmuyor, kabuğunun çürümesiyle daha güzel bir surette sümbül verip meyveler verdikleri gibi, canlıların en mükemmeli olan insan da toprağa düştüğü zaman zayi olmaz. Bilakis en eşref varlık insan toprağa konduğu zaman kabuklarının çürümesiyle adeta bir tohum gibi ebedi aleme sümbül ve meyveler verecektir" anlamına gelen bir şeyler söyledim.
Henüz Kelime şehadet getirmeseler de “Waaaw!” gibi sesli tepkilerle konunun çokça hoşlarına gittiğini belli ettiler.
Hasan, misafirlerin cesetlerini yaktırmayı vasiyet ettiklerini hatırlatınca benim "sakın tohumlarınızı yaktırmayın!" uyarıma da epey gülmüşlerdi.
O gün Hasan'la iyi bir ikili olmuştuk.
Hasan, aradan bir kaç ay geçtikten sonra bile ara sıra, yaşlı ve orta yaşlı bir ekip olan Almanların Eyüp Mezarlığı'ndaki bu olaydan bahsettiklerini söylemişti. Hayatın sonunda karanlık ve dipsiz bir uçurumun boşluğuna yuvarlanacağına inanmış Batı dünyası insanlarının belli bir yaştan sonra akıllarının, kalplerini en büyük meşgalesi bu olsa gerek.
HASAN YİNE İDEALLER UĞRUNA GÖÇ EDİYOR
Hasan mahallemizde çok fazla kalamadı. Nedeni ev sahibinin kaçak elektrik kullandığını öğrenmesiydi.
O onun günahı, sen uyarını yaparsın, gerisi onun vebali dediğim de, o "yok abi ya, ben çocukların iyi Müslüman olması kaygısıyla hayatımı, düzenimi bozdum da buralara geldim. Ben onların hırsızlık gibi bir ahlaksızlığa bu kadar yakın olmalarını istemiyorum" demişti ve oradan kısa süre sonra da bu nedenle taşınmıştı.
Ama en az haftada iki kez birlikte olmaya devam ettik. Pazar sabah namazlarında genelde Eyüp Sultan, Yuşa (as), Beykoz Akbaba Dede, Kavacık Tekke Camilerinden birinde buluşur, namaz sonrasında, ya açık mekanlarda ya da birimizin evinde kahvaltıya geçerdik.
Bir defasında meşhur Eşrefpaşalı tevbekârlardan Özcan Bey sohbetimize gelmişti. Tanışma esnasında Hasan'ın uzun ve bol saçlarına takılıp, "Bir zamanlar ben de senin gibi uzun saçlara sahiptim, bakma şimdi bu kel halimize. Ama ötede yine saçları arkaya doğru sarkıtacağım inşallah”, sözü karşısında Hasan'ın epey gülmesi bana birlikte geçirdiğimiz hatırları tüllendiren anekdotlardan biri olarak kaldı zihnimde.
Evet günler günleri, yıllar yılları kovaladı ve Hasan ile benim yollarım tıpkı diğer zamanlardaki dostlarla olduğu gibi ayrıldı.
Buna neden olan sürekli yurt dışı gezilerine gitmeye başlamam ve Hasan'ın da işi gereği uzaklara gitmesiydi.
Bir ara Afganistan'da şef mühendis olarak çalıştığını duyduğum Hasan'la irtibatım artık tamamen kopmuştu.
Ta ki geçtiğimiz akşama kadar kendisinden pek haberim de olmamıştı. Ne Almanya’ya geri dönüşünden, ne de son durumundan haberim vardı.
Paris Ulu Camii'nin kafeteryasında iki arkadaşla birlikte çay içip sohbet ediyorduk.
Türkiye’de akıl almaz eziyetlere maruz bırakılan insanlar için yetersizliğimizi, vefanın gereğini hakkıyla yerine getirip getiremediğimizi sorgulayıp nefsim dahil genel bir şitayişte bulunuyordum.
"Dünya merhametsiz, dost bivefa, devran bi-sükun,
derd çoh, hem-derd yoh, düşman kavi, talihim zebun"
Tam arkadaşlarla hararetli bir şekilde bu minvalde konuşurken, kasvetli fırtınaların her bir tarafa savurduğu ortak arkadaşlarımızdan bir tanesi Hasan'ın aşağıdaki paylaşımını telefondan mesaj olarak bana gönderdi:
"Artık kaldırmıyor yüreğim, bakamayacağım uzaktan...." ile başlıyordu yazısı Ege ve Meriç’ten acı dolu kareler eşliğinde.
Ben öncelikle eski dostumun fotoğrafını görünce heyecanlandım. Sonrasında paylaşımın içeriğinden dolayı çok sevinip Hasan için takdir edici sözler sarf ettim.
Tabii ki asıl meseleyi henüz anlamamıştım.
Birlikte çay içtiğimiz arkadaşlara Hasan Abinin paylaşımını mutluluk duyarak okumaya başladım.
Bakın ben duyarsızlığımızdan bahsederken benim şu arkadaşım boş durmayıp ne güzel hayırlara niyetlenmiş anlamında bir şeyler anlattım.
Bunun üzerine yanımdaki arkadaşlardan biri ''Yunanistan'a yardım için gittiğinde vefat eden abi değil mi o?'' dedi.
Nutkum tutuldu o an.
Gözümün önünde mesaj kutusuna Beykozlu arkadaşımın yazıları düşüyor. Ben öldüğüne dair bir şeyler yazmaz inşallah diye temenni ediyorum.
Ama nihayet boynumuzu büktüğümüz kaderin hükmünü yazdı...
Çok üzüldüm.
Zaten oldukça sayısı az olan böylesi iyi insanlar, peşi sıra Dünyayı terk etmeleriyle burası iyice yaşanmaz bir hale bürünüyor.
Ne büyük ve devamlılığı olan bir samimiyetmiş öyle Can Hasan'ın söylemleri ve davranışları.
"Yüreğim artık kaldırmıyor" dedikten 20 gün kadar sonra gerçekten yüreğinin kaldıramadığını göstermiş oldu.
Meğerse epeydir mazlumlara yardım için ek bir iş yapmaya başlamış. Kazancının yarısından fazlasını, oğlunun ifadesiyle eşinden, işinden, evinden edilen insanlar için ayırıp veriyormuş. Mağdurlara verilmek üzere hem kendisinin hem de etrafından toparladığı paraları koyduğu zarflar hazırlamış.
Oğluna zarfların kendisine büyük ağırlık yaptığını, artık daha fazla gecikmeden çıkmaları gerektiğini söylemiş ve çok geçmeden baba-oğul Almanya'dan arabalarıyla yola revan olmuşlar, gariplerin bulunduğu diyarlara.
Orada gördüğü mazlum ve mağdurlara zarfları dağıtmışlar. Öyle ince bir ruh ki çocukları da unutmamış onlara çeşit çeşit çikolatalar ayarlamış. O masumelerin çikolataları alırken ki sevinciyle Hasan'ın yüzünden gitmeyen hüzün kısa bir süre olsa da dağılmış.
2012 tarihinde gittiğim Hatay Yayladağı’ndaki muhacir Suriyeli çocukların sevinci karşısında benzer duyguları ben de yaşamıştım. Tarifi mümkün değil bu duygunun.
Hasan'la kimi mağdurlar bir evde bir araya geliyorlar.
O mekanda geçmiş yıllarda birlikte olduğumuz arkadaşlardan biri de bulunuyor. Bu tevafuk ikisini de çok mutlu ediyor. Bu arkadaş ailesiyle o binanın üst katında yaşıyorlar.
Hasan tanışma faslından sonra çirkin olduğu kadar akıl almaz olan iftiralarla hayatları zora sokulan muhataplarına teselli verici bir konuşma yapıyor.
“Vallahi öncelikli gündemimizsiniz, ben sizlerden başka bir şey düşünemiyorum" diyor.
Onun bu denli samimi hali ve duygulu sözleri oradakileri çok etkiliyor.
Sonrasında arkadaşımız onu üst kattaki evine davet ediyor. Balkonda hepimizin birlikte olduğu o eski Beykoz günlerini yad ediyorlar.
Sürekli yüzünde acı vardı o neşeli bildiğimiz Hasan abinin, diyor arkadaş.
"Tarihçi abimiz nerelerde? " diye sormuş ve özlemini belirtmiş hepimiz için. Bu sözleri duymam beni derin duygulara sevk etti ve sonra da işte bu yazıya vesile oldu.
Ev sahibi arkadaş anlatmaya devam ediyor:
Almanya'da bulunan Beykozlu bir diğer arkadaşımızla internetten görüşüp hasret giderdikten sonra vakit namazını kılalım, sonra her bir tarafa hicret etmiş arkadaşları tek tek arayalım diye aralarında konuşmuşlar.
Bunun üzerine Hasan, abdest almaya geçiyor. Bir müddet sonra arkadaş Hasan abiden hırıltılar duymaya başlıyor. Önce onun boğazını temizlediğini zannediyor ama sesler daha da şiddetlenince ters bir şeylerin döndüğünü anlıyor. Hemen lavaboya gittiğinde Hasan'ın yere düştüğünü görünce hemen oğlunu ve diğerlerini alt kattan çağırıyor. Oğlunun canhıraş suni teneffüs çabalarına rağmen o merhametli insan ruhunu Rahmana teslim ediyor. İlk teşhis kalp krizi...
Nefesiyle ölü bir çubuğa ses veren, can veren Hasan böylesi bir son nefesle ölü yüreklere de öylesi bir dokundu ki...
Hasan, Eyüp Sultan Kabristanı'ndaki anımızda geçtiği üzere, mezar taşlarında sümbüller, meyvelerle sembolize edilen bir tohum, bir çekirdek oldu toprağa.
Allah onun ömrü ahirini böylesi fedakarlıklarla ve böylesi bir erdemli bir ızdırabla taçlandırdı. Kim neyi önceliği hale getiriyorsa ölümü de bir şekil ona sarmalanıyor işte. Halen yaşayanlara ne ibretlik bir hadise...
Allah Hasan'ın ruhunu pâk eylesin, başka hiçbir gölgeliğin bulunmadığı o mahşer gününde, Kendisi için "birbirlerini sevenlerin gölgeliğinde" bizleri ve tüm dostları buluştursun...
Amin.