Samanyoluhaber.com yazarlarından Harun Tokak bu haftaki yazısında Dilruba ve Yusuf çiftinin acı ama bir o kadar da yürekleri ısıtan hikayesini köşesine taşıdı. İşte aileleri derinden sarsan bu zorlu süreçte kurulan bir yuvanın hiyakesi.
DİLRUBA- I
Bir Ömür Boyu Beklerim
Bir bahar akşamını efsaneye dönüştüren nedir?
Saçlarımızı okşayan imbatlar mı…
Etrafa gülücükler saçan şebsefalar mı…
Hanımelleri, sardunyalar, kadife çiçekleri mi…
Sonsuz ufuklara doğru uçup giden kuşlar mı?
Yoksa gün batımları mı?
Bu soruların cevabını bulmak için bir bahar akşamı Yusuf ve Dilruba çiftinin evlerine misafir oluyoruz..
Birkaç yıl olmuşlar Kuzey’in bu soğuk ülkesine geleli.
Dilruba, Halkla İlişkiler okumuş. Eşi Yusuf, Siyasal Bilgiler mezunu.
Dilruba, orta boylu, zarif bir hanımefendi. Üzerinde kavuniçine yakın bir elbise var. Başında onu tamamlayan bir başörtü.
Mesleğinin hakkını veriyor. Güzel konuşuyor. Meramını iyi anlatıyor;
“Yazları Çukurova çok sıcak olur,” diyor, “İnsanlar yaylalara akın ederler.
Gündüzleri de öyledir ama bol yıldızlı yayla geceleri doyumsuzdur.
Yarı aydınlık gecenin derinliklerinden tabiatın ürpertici doğal sesleri duyulur.
Yayla yaşamının zorluklarına rağmen hayat duru ve tertemiz akar. Gecelerde gökyüzü seyre doyumsuz görsellik sunar.
Bazı yazlar, her ikisi de doktor olan İlyas dayım ve eşi Nurdan Yengem de gelirdi yaylaya.
Onlar gelince kendimize daha bir dikkat ederdik, ailemizde tek başörtülü Nurdan yengemdi.
Ailemizde namaz kılan kimse yoktu.
İlker dayım bir kitap açar, okurdu.
O okudukça yıldızlar, aylar güneşler gözüme bir başka görünmeye başlardı.
İlkokulu bitirince İlker dayım, “Seni bizim koleje yazdıralım,” dedi.
Kabul ettim.
Okulun en haşarı kızı bendim.
Erkeklerle futbol, baskebol oynardım.
Öğretmenimiz Bülent Bey, “Bak Dilrubacığım! Ateşle barut yan yana durmaz,” derdi.
“Nasıl öğretmenim, ne mahsuru var?” derdim.
Söz buraya gelince Dilruba duygulanıyor. Gözleri doluyor, susuyor…
“Özür dilerim, öğretmenimi anınca duygulandım bir an,” diyor.
“Bir kandil gecesi İlker dayımı aradım;
“Dayı, ben namaz kılmak istiyorum,”dedim.
Dayım çok sevindi.
“Ama benim başım açık, nasıl kılacağım?”
“Dayıcığım, sen kıl da nasıl istiyorsan öyle kıl.”
Üniversiteye başladım.
Üniversitede bazı kızlar ve erkeklerin davranışları çok farklıydı.
Diğer öğrencilere benzemiyorlardı.
Onlardan biriyle arkadaş oldum.
Onların kaldığı evlere, yurtlara gidip gelmeye başladım.
Risale-i Nur’lardan okuyorlardı. Fethullah Gülen Hocaefendi’yi dinliyorlardı.
17- 25 Aralık oldu.
Kötü ile iyinin savaşı başladı.
“En Son Haber” adında bir site açtım. Hizmet’i savunmaya başladım. Yüz bine yakın takipçim oldu.
Tutuklananlar benim öğretmenim, benim arkadaşlarımdı; ben onları tanıyordum.
İyi insanlardı.
O günlerde babam bir kalp rahatsızlığı geçirdi.
İstanbul’a İlker dayıma götürdük.
Bir gün Nurdan yengem bana, “Benim burada Siyasal ’da okuyan bir yeğenim var,” dedi, “Bu akşam bize gelecek, bir sakıncası var mı?”
“Yo,” dedim, “Ne sakıncası olacak ki?”
Akşam yengemin yeğeni geldi.
Ceylan salıntısı bir delikanlıydı.
Bülbül gibi olan Dilruba lâl kesildi. Yüreğine ok yemiş ceylana döndü.
Değişik bir duruma girdi.
Gece oldu, herkes uyudu.
Bende uyku ne gezer! Sabaha kadar yatağın içinde döndüm durdum.
Sabah namazına kalktık.
Sabah namazını Yusuf kıldırdı.
Allah’ım, o ne ses, o ne içli, o ne yanık okuyuş!
Bir insanın hem siması hem sesi bu kadar mı güzel olur?
Sesinin alevinden tutuşan sadece benim yüreğim mi diye düşündüm.
Sanki bütün yıldızlar tutuşuyordu.
İçimden geçirdim:
‘’Ben bununla evlenmem lâzım!’’
“Ama beni niye istesin?” diyorum, “Benim başım açık, giyimim işte ona göre…”
Birkaç gün daha İlker dayımlarda kaldıktan sonra memlekete döndük.
Nihayet 15 Temmuz oldu.
O gece İlker dayımla Nurdan yengem bizdeydi.
Sabah apar topar ayrıldılar.
Annem tam bir Anadolu kadınıydı.
Ellerini dizine vuruyor,”Vay benim kardeşimi alacaklar,” diyordu.
Dövünüyor, çırpınıyordu.
İlaç kullanıyor, ilacı alınca uzun süre kendine gelemiyordu.
Ben bir taraftan, babam bir taraftan annemi teselli etmeye çalışıyorduk.
Bir gün dayım ağlayarak annemi aradı.
“Abla, biz yurt dışına çıktık. Çocuklarım size emanet.”
“Kardeşim, emanetlerin başım üstüne,” dedi annem.
Çocukları, Nurdan yengemin ailesine bırakmışlar.
Hemen ertesi gün İzmir’e bilet aldık.
Nurdan yengem, “Sizi benim yeğenim karşılayacak,” dedi.
“Acaba hangi yeğeni?” diyorum, “Keşke Yusuf karşılasa..”
Uçağa bindik. İçimde bir yangın. Uçsuz bucaksız gökyüzünde Dilruba bir alev topu oldu.
Uçağımız Adnan Menderes Havaalanı’na indi.
Dışarı çıktık.
O da ne? Aman Allah’ım!
Yusuf bizi bekliyordu.
Elim ayağıma dolaştı. Kalbim göğüs kafesinden çıkacaktı.
Arabaya bindik. Ben yine lal oldum, konuşamıyorum.
Yirmi gün kadar kaldık Nurdan yengemin ailesinin yanında.
Bir gün Yusuf bana bir anda sorular sormaya başladı.
“Dilruba, sen ne okudun? Ne yapıyorsun?’’ vs…
Ben garipsedim.
“Ya, Hizmet’e ait kimseler böyle sorular sormaz,” dedim.
Sonra bana, “Yarın seninle görüşebilir miyiz?” dedi.
“Niye ki?” demişim.
Ben zannediyorum, hani çocuklara bakmaya geldiğimiz için bize ev sahipliği yapıyor, durumumuza üzülüyor falan...
Sonraki gün Yusuf’la kafe gibi bir yere gittik.
Birden bana, “Ben kısa keseceğim. Benim niyetim ciddi, ”dedi.
Dondum kaldım. Çok kötü oldum.
“Cevabını hemen versen iyi olur. Ben askere gideceğim,” dedi.
Kendi kendime konuşuyorum;
“Ya, ben İlker dayıma ne diyeceğim? Ben çocuklara bakmaya geldim. Ayıp değil mi?”
İlker dayımı aradım.
Haberi yokmuş gibi davrandı.
Sonra öğrendim ki meğer herkesin haberi varmış.
Ben de kendimi akıllı sanıyordum.
Annem, “Ben çocuklara bakmaya geldim,” dedi, “Böyle mi olacak? Ben kızımı verip mi gideceğim?”
Neyse, ben Yusuf’a olumlu olduğumu ilettim.
Birkaç gün sonra da Yusuf askere gitti.
Ara sıra mesajlaşıyorduk.
Yusuf, askerlik şubesinde plaka tanıma sisteminde görev yapıyordu. Sabaha kadar bilgisayarın başındaydı.
Arada bir, listede çıkabilirim, haberin olsun,” gibi laflar ediyordu.
Listeler varmış…
Nihayet Yusuf’un terhisine bir hafta gibi bir zaman kaldı.
Gün sayıyorduk.
Düğün hayalleri kuruyorduk.
Bir anda Yusuf’la irtibatımız kesildi.
Allah’ım! N'oldu?
Askerlik şubesini arıyorum, “Bilgi veremeyiz,” diyorlardı.
Sonra annem aradı: “Ya oğlum, dedi ne olur bir bilgi verin. Sağ mı ölü mü?”
Komutan, “Ya anacığım, çalıştığı yerlerle ilgili bir sıkıntı varmış. Polisler götürdü. Merak edilecek bir durum yok, bırakırlar,” dedi.
Oh, çok şükür, dedim. Sağ ya, gerisi önemli değil.
Babam, “kızım, sen sakin ol. Türkiye sağ-sol neler gördü. Gelir geçer bu günler,” diyordu.
Yusuf’un babası,“Söyle ona, isim versin çıksın,” diyordu.
Ben avukatla karakola gittim. Yusuf çok sakindi.
Beni görünce çok sevindi.
“Baban, ‘isim versin çıksın’ diyor” dedim.
“Ben kimsenin günahına giremem,” dedi.
Onun bu soylu tavrı çok hoşuma gitti.
Memlekete döndük.
Yusuf’un babası, bana ateş püskürdü:
“Bir işi beceremedin! Teröristle evleneceksin!”
Yusuf’un babası, “birilerinin ismini versin,” diyor, sonra abdest alıyor, namaz kılıyordu.
Benim babam, “Niye başkasını yaksın?” diyordu.
Ama namaz kılmıyordu.
Nihayet Yusuf tutuklandı. Sakarya cezaevine konuldu.
Bir gün açık görüş vardı. Yusuf’un babası ve annesiyle ben de gittim.
Yusuf’un annesi, “ben Yusuf’umu ak sütümle emzirdim” Diyordu.
Kapıdaki asker bana, “Giremezsin,” dedi.
Onca yol gitmişiz.
‘’O benim sözlüm, benim ismimi vermiş, neden giremiyorum?’’
“F ...’ler giremez,”
Onurlu ve ahlaklı yaşam biçimleri, küçük bir hadise karşısında ' sihirli "dört harften oluşan kelime ile durduruluyordu. Sonra tüm dünyanın suçları masum insanların üzerlerine bırakılıyordu.
Hapsinesin önündeki kaldırıma oturdum bende ağlamaya başladım.
Bir yanda Sakarya bir yanda ben ağlıyordum.
Ben kimdim, Yusuf’un nesi oluyordum? Aramızda bir çift sözden başka hiçbir şey yoktu.
Kaç yıl yatacaktı?
Kaç yıl bekleyecektim?
‘Ne ağır imtihandı’ Ya Rabbi!
Sonraki gün memlekete döndük.
Yusuf’un mahkemeleri başladı. On yılla yargılanıyordu.
Türkiye o günlerde mahşeri yaşıyordu.
En yakın akrabaları, anne babaları bile Hizmet mensuplarını dışlıyordu.
Dost denilen insanlar selam bile vermiyordu.
Ne hayallerle kurulan yuvalar bir bir yıkılıyordu.
Bir gün, “Salı gün şu saatte Yusuf seni arayacak,” dediler.
Önce günler, sonra saatler, sonra da dakikalar bir bir eridi.
Ben bekliyorum telefonun başında.
Ya Yusuf “bu işin sonu yok, burada bitirelim” derse.
İşte ben o an nefessiz kalırdım. Yusuf benim nefesimdi.
Kalbim yerinden fırlayacak gibiydi.
Nihayet tam zamanında telefon çaldı.
Ben tir tir titriyordum.
Acaba ilk sözü ne olacak?
Yusuf’un telefondaki ilk sözü;
“Dilruba benimle evlenir misin?” oldu.
Ben “evet… evet… evet…” diye bağırmışım.
Yusuf telefonun bir ucunda, ben diğer ucunda, dakikalarca ağladık.
Kalbim alev topu gibi yanıyordu.
“Yusuf’um, seni bir ömür boyu beklerim ben!’dedim.”
Bir yaz akşamını efsaneye dönüştüren nedir?
Saçlarımızı okşayan imbatlar mı…
Etrafa gülücükler saçan şebsefalar mı…
Hanımelleri, sardunyalar, kadife çiçekleri mi…
Sonsuz ufuklara doğru uçup giden kuşlar mı?
Yoksa gün batımları mı?
Bence hiçbiri…
Bahar akşamlarını efsaneleştiren birlikte hayal kurduğunuz, birlikte yol yürüdüğünüz, aynı duyguyu ve sevdayı paylaştığınız insanlarla birlikte olmaktır.
Haftaya:
Dilruba- 2