Direnişçi, Irak'ta çekilen acıların bir izdüşümü. Üstelik insanı alıp yaşananların ortasına taşıyan, gözyaşı pınarlarını kurutan, her satırın sonunda elleri semaya kaldırıp “Bari dualarımı o insanlardan eksik etmeyeyim.” dedirten bir kitap.
Aksakallı, beli bükülmüş ihtiyar, manzara karşısında dayanma gücünü kaybedip hıçkırıklara boğulan kameramana yaklaşıyor. Elini omzuna koyduktan sonra tercümana dönüyor: “Söyle yabancıya, burada dökülen gözyaşları, akan kanlar, çekilen ahlar, Amerika'nın sonunu hazırlıyor. Söyle ona, hiç üzülmesin, Allah her şeyi gören ve gözetendir.”
Hadisenin üzerinden 6 yıl geçti. Ancak Samanyolu Haber kameramanı Mücahit Akagündüz, vakayı her hatırladığında gönlündeki yara bir defa daha kanıyor, gözyaşlarını tutamıyor. Ve “Direnişçi” isimli kitabına konu edindiği işgal altındaki Bağdat'ı anlatmaya başlıyor…
Yıl 2004… Amerika kimyasal silah bahanesiyle başlattığı savaşta son noktaya gelmiş. Bağdat tek mermi atılmadan teslim alınmış. Irak Devlet Başkanı Saddam Hüseyin kaçmış. Dünyanın gözü, kulağı bu topraklarda... Her milletten haberci kamuoylarına yerinden bilgi vermek için yollara düşmüş. Fakat geride kalıp tüm olup biteni renkli ekran başından izlemek zorunda kalanlar da var. O dönem Cihan Haber Ajansı (CİHAN) kameramanı olarak çalışan Mücahit Akagündüz de bunlardan. Lakin aklı hep Irak'ta. Televizyonda burayla ilgili haber yayınlanmaya başlayınca pür dikkat gelişmeleri izliyor. O anlarda tabir yerindeyse hayattan kopuyor. Varsa yoksa Bağdat… “Ben burada ne yapıyorum, orada olmam lazım!” haykırışları adeta beynini kemiriyor. Beklediği fırsat nisanda doğuyor. Ajans, Irak'taki ekibi Türkiye'ye çekip yerine yenisini gönderme kararı alıyor. Akagündüz, bunu duyar duymaz, soluğu şefinin yanında alıyor: “Ağabey, ben gitmeye hazırım, beni gönder.”
Talebi onaylanınca sevincine diyecek yok. Sonra birden aklına ailesi geliyor ve düşünmeye başlıyor: “Evvela eşimi yokluyorum, ‘Yeni ekip gidecek Irak'a, ben gitsem mi?' gibisinden. Meğer o fark etmiş benim heyecanımı. Eşim, ‘Ne diyeyim, uzun zamandır seni izliyorum, aklın orada. Gitme desem ne olacak ki! O yüzden benden iznin var, gidebilirsin.' deyince rahatladım. Tabii onun da gazeteci olması işimi kolaylaştırdı, bunu da es geçmemek lazım.”
Yola çıkarken gittiği yer hakkında hiç bilgisinin olmaması işine yarıyor; korku da yok gönlünde, endişe de… Seyahat güzergâhı uzun; önce İstanbul'dan uçakla Güneydoğu'ya, oradan da karayoluyla sınırı geçip Bağdat'a... Nihayet Habur'u geçip Irak toprağına ayak basıyor. Kısa süre sonra da onu bekleyen Murat ve Rebvar ile buluşuyor. İlki, İstanbul'dan ajanstan arkadaşı ve 3 aydır bölgede. Diğeri ise Erbilli tercümanları. Mücahit'e göre tecrübeli arkadaşları ilk uyarıyı hemen oracıkta yapıyor: “Yollar tekin değil, bu sebeple hızlı hareket edeceğiz, ona göre.”
İşgal, her yere kurulan kontrol noktalarıyla kendini ziyadesiyle belli ediyor. Amerikan askerleri hoyrat, ellerindeki silahları sürekli insanlara tutuyor ve en ufak şüphelerinde tetiğe basmaktan çekinmeyeceklerini her yönüyle hissettiriyor. Murat, arkadaşının bu görüntülerden haz etmediğini fark edince “Alışırsın” diyor. Nihayet şehre giriliyor, 10 dakika sonra da kalınacak yere ulaşılıyor. Savaş öncesi zengin bir ailenin kullandığı iki katlı bir villa. Şimdi hem ofis hem de mesken vazifesi görüyor. Bir yanında Filistin, diğer tarafında Bağdat Oteli; karşısındaysa Dicle var. İlk izlenimler olumlu, peki ya çalışma ortamı nasıl? Onu da yarın görecekler ancak şimdi yol yorgunluğunu atmaları için dinlenmeleri lazım. Ekiptekiler usulca odalarına çekiliyor…
SADECE GÖRÜNTÜ İÇİN
BURADA DEĞİLİM!
Ertesi sabah Mücahit'i “Hazır mısın?” sorusuyla kaldırıyorlar. “Tabii ki hazırım, hemen çıkalım.” cevabını alan Murat ile Rebvar önce şaşırıyor, sonra da “Daha ilk günü…” deyip geçiyor. Fakat ilerleyen zaman gösterecek ki onun Irak'a, oradaki insanların çektiği sıkıntılara ve dertlere karşı gazetecilik refleksinden öte ilgisi var. Çünkü daha Türkiye'den yola çıkmadan, “Orada zulme uğrayanların acısını dünyaya duyurmalıyım, öyle görüntüler çekmeliyim ki insanların gönlü yumuşamalı, dualar etmeli mazlumlara. Sonra işgalciler rikkate gelmeli, yaptıkları hataları anlamalı ve pişman olup hoyratlıklarını azaltmalı. Belki böylece bir kişinin hayatı daha kurtulur…” cümlelerini kalbine kazımış.
İlk gittikleri iş, onun Irak'a dair fikrinin temelini oluşturuyor. Bir önceki gece direnişçiler iki Amerikan zırhlı aracı Hummer'ı vurmuş. Etraf kalabalık. İnsanlar yanan demir yığınları etrafında sevinçle dönüyor. Çektikleri acıların sorumlusu gördükleri aracı ellerindeki baltalarla parçalamaya çalışıyor. Rebvar, Mücahit'i kalabalıktan koruma telaşında. Murat tedirgin, “Hadi gidelim.” diyor. Tabii sonraki günlerde Mücahit sürekli böyle toplulukların ortasında kalacak, “Aman bir görüntü daha, aman belki iyi bir kare…” diye… Rebvar ve Murat ile akabinde ekibe katılacak Muhammed, Hasen ve Muhannet de daima onu kollamaya çalışırken yürekleri ağzına gelecek.
Eve döndüklerinde kendi kendine bir karar alıyor Mücahit: “Madem buradayım, bu insanların derdini dünyaya duyurma peşindeyim. O zaman onların dilini konuşmam lazım. Tercümanla nereye kadar?” Böylece 3 ay sürecek Arapça öğrenme günleri başlıyor. Zaten ilk işinde kapıyı, ‘çek, görüntüle' manasına gelen “Savvır” ile araladı.
Aynı gün Mücahit yemeklerini, temizliklerini halleden Leyla Abla ile tanışıyor: “Çok asil bir kadındı. Her haliyle de bunu hissettiriyordu. Savaş öncesi Dışişleri Bakanlığı'nda memurmuş. Kocası kaybolmuş, üç çocuğuna bakmak için bu işe başlamış. Beni derinden etkiledi bu.”
Kameraman Mücahit, artık Irak'ın zorluklarını keşfetmeye başlamıştır. Hatta zihninde “Ben artık Türkiye'ye dönemem herhalde, kalırım burada.” fikri de yavaş yavaş filizlenir. Haksız da sayılmaz, çünkü ekmek almak için bakkala giderken dahi evdekiler birbiriyle helalleşmektedir. Sonra bavulunun en altına sakladığı kefeni gelir aklına, mütebessim bir çehreyle, “En azından hazırlıklıyım.” deyip kendini teskin eder.
Bağdat'ta her işte kan ve gözyaşı vardır. Ekipteki arkadaşlarına göre cüssesi daha büyük Mücahit ise diğerlerinden çok etkilenir bu manzaralardan. Artık neredeyse ağlamadığı hiçbir iş yoktur. Hele bazı vakalarda koca bedenini sallayacak, ayakta durmasını engelleyecek, birinin yardımına ihtiyaç duyacak raddede hıçkırıklara boğulur. Kâh kocasını kaybedip üç çocuğuyla başbaşa kalan ve onların sadece karnını doyurabilmek için gözyaşı döken kadını görünce his dünyası alt-üst olur, kâh Ebu Garib Cezaevi önünde oğlunu bekleyen yaşlı teyzeyle karşılaşınca yüreği kavrulur…
Evet, kalbine ateş düşmüştür o gün… Amerikan askerlerinin kendilerince suçlu gördüğü Iraklıları biraraya topladığı ve sonradan işkenceleriyle gündeme gelen Ebu Garib'in önündeki kızgın kumlarla kaplı alanda denk gelmiştir, acılı anneye. Etrafı çekim için seyre dalmışken yaşlı kadın yanına yaklaşır ve kim olduğunu sorar. “Türk'üm, gazeteciyim.” cevabını alınca “Müslüman mısın?” diye devam eder. “Elhamdülillah.” karşılığı sönmeye yüz tutmuş gözlerindeki ışığı yeniden alevlendirir. Hemen askerleri gösterir, “Sen bunların dilinden anlarsın, sor bakalım oğlum içeride miymiş?” Sonuçsuz kalacağını bile bile istenileni yapar. Her cümle kadının gönlündeki hasret ateşini söndüren bir ümit damlası hâline gelir. Çünkü 6 aydır kayıp oğlu, İran-Irak harbinde kaybettiği eşinden sonra eldeki tek dayanağıdır. Ah bir de ondan haber alabilse. Yokluğu ıstıraptır. Evde dahi duramaz onsuz ki kendini cezaevinin önüne atar. Amerikalı asker Mücahit'in sorularına, “Önümüzdeki günlerde tahliye var, belki çıkar.” deyince, duydukları karşısında sevince gark olur yaşlı kadın, “Eğer oğlum çıkarsa, ikinizi de evime götürüp ellerimle yemek hazırlayacağım.”...
O kadın evladına kavuştu mu bilmiyor Akagündüz. Tıpkı Bağdat'ta bıraktığı çoğu sevdiğinin akıbeti gibi...
Hâsılı, eser, yalnız vizörden görülenlerin satırlara yansıyan hâli değil; insanlığını hiç kaybetmemiş, ölmüş Iraklıları ceset değil canından parça gören, kendine ‘yabancı' manasında ‘ecnebi' denilince ağrına gidip “Ecnebi değilim, Müslüman'ım” diyen, içtenliğinin meyvesini de Bağdatlıların tebessümlerinde bulan, oradan ayrılırken kalbinin bir parçasını Dicle kenarında bırakan, şimdilerde bile aklına o günler gelince his dünyası kabaran bir ehl-i vicdanın duygularını kifayetsiz kelimelere emanet etmesi…