Ortadoğu’yu ve İslam dünyasını yakından takip eden; AK Parti’yi ve tabanını iyi bilen Ali Bulaç dış politikada bu değişikliği ve Türkiye-İsrail ilişkisini anlattı. "Dönüldü, dolaşıldı Hocaefendi’nin dediği noktaya gelindi. Anlaşma nedir; şimdi İsrail Aşdod Limanı’na gidecek yardımlar kontrol edilecek. İsrail otorite, ondan izin alıyorsun.."
(Video Arşiv)
“İsrail en güvenli zamanını yaşıyor. En büyük tehdit Suriye idi. O tasfiye edildi. İkincisi bir Kürt devleti ortaya çıkmış oldu. Ayrıca Türkiye bir kere daha NATO’nun sıkı kontrolü altına girdi. Geldiğimiz noktada dış politikada yaşanan tam bir fiyaskodur.”
Türkiye dış politikasında bir değişikliğe gitme kararı aldı. Bugüne kadar attığı adımlardan ve “değerli yalnızlık”tan vazgeçti. Başbakan Davutoğlu’nun görevi bırakması bunun ilk işaretiydi. İsrail’le varılan anlaşma Rusya’dan özür dilenmesi bu yeni yaklaşımın sonraki safhaları oldu. Yeni bir konsepte geçilmesi bölge dinamikleriyle alakalıydı.
İsrail’e yeniden anlaşma, Rusya’dan özür ne anlama geliyor?
Bugün ortaya çıkan tablo Türkiye dış politikasının çöktüğü anlamına geliyor. Bütün bu politikanın kurucu zihni Ahmet Davutoğlu’ydu. Birinci derecede faturası da ona çıktı. Başbakanlıktan ayrılmak zorunda kaldı. İsrail ve Rusya ile anlaşmak, Mısır’la yakınlaşmak, Suriye’de yeni bir konsepte gitmek bir tercih değil bir zorunluluk olmuştu. Bence Davutoğlu, makamından seve seve ayrıldı. Onun başbakanlığında bu anlaşmaların yapılması doktrininden kendisinin vazgeçmesi kendinin inkârı anlamına gelirdi. Ben hatalı davrandım itiraf ediyorum demek zorunda kalacaktı
One minute ve Mavi Marmara yaşandı. İsrail’e karşı tavır seçimlerde belirleyici oldu. Bugün söylenenler unutulup nasıl anlaşıldı?
Kamuoyuna karşı İsrail aleyhinde konuşmalar yapılsa da İsrail’le ticaret, savunma işbirliği, ekonomik ilişkiler en üst düzeyde sürüyordu. Sadece görüntüde bazı kamu diplomasisi çerçevesinde önlemler alınmıştı. İsrail uçaklarının Konya uçuşu engellendi mesela. Ortadoğu’da Filistin meselesini herkes sömürür. Bütün şeyhlerin, diktatörlerin, otokratların kullandığı bir yöntemdir. Suud ve Körfez şeyhlerine, Afrikalı liderlerin söylemine de baktığınız zaman Türkiye’de İsrail’e karşı kullanılan argümanların aynısını kullanıldığını görürsünüz. Kamuoyu nezdinden hemen hepsi İsrail’e şiddetle karşı. Hüseyin için ağlayıp Yezit’le işbirliği yapmaktır bu.
Bu süreçten kim kazançlı çıktı?
İsrail kazançlı çıktı. İsrail, en güvenli zamanını, altın çağını yaşıyor. En büyük tehdit Suriye idi. O tasfiye edildi. İkincisi bir Kürt devleti ortaya çıkmış oldu. Üçüncü olarak Türkiye bir kere daha NATO’nun sıkı kontrolü altına girdi. Geldiğimiz noktada dış politikada tam bir fiyaskodur. İçeriye baktığımız zaman ise bir başarı, kahramanlık öyküsü olarak takdim ediliyor.
Zafer gibi sunulmasının ötesinde dün İsrail karşıtı söylemleri alkışlayanlar bugün de “stratejik ortaklığı” aynı tonda savunup alkışlıyor. Bu şaşırtıcı mı?
Hakikaten de akademisyenlerin özel olarak üzerinde çalışması, incelemesi gereken bir konu. Bence demokrasi teorisiyle de ilgili bir şey. Halkın bir bölümü başarıyı ve başarısızlığı aynı şiddette savunuyorsa, narkoz alabiliyorsa burada demokrasinin de bir problemi var demektir. Çoğunluğun o zaman anlamı nedir? Çoğunluk başarısızlığın, hukuksuzluğun, hak ihlallerinin gerekçesi meşruiyeti olabilir mi? Benim arkamda toplumsal bir güç var diyerek Türkiye’nin güvenliğini riske edebilir misiniz? Bu siyaset bilimi ve demokrasi açısından üzerinde durulması gereken önemli bir konu.
Erdoğan “Gazze’ye giderken bana mı sordunuz” çıkışı yaptı… Tam tersi söyledikleri de hala arşivlerde. Niye bu çıkışa ihtiyaç duydu?
Büyük Ortadoğu Projesi çerçevesinde Türkiye’ye denen şuydu. İsrail’i bir bölge devleti yapacağız, sen de bize yardım edeceksin. Çünkü İsrail’in işgalci tutumu Filistin sorununu derinleştiriyor, Batı aleyhtarlığına yol açıyor, anti-semitizmi besliyor. Dünyadaki terörün sebeplerinden bir tanesi bu. Plan Filistin sorununu iki devletli olarak çözmek, İsrail’i buna ikna etmek. Türkiye’de kendisine verilen rolü benimsedi. Fakat bölgede İran’ın büyük bir etkisi var. Türkiye, Gazze’de ablukayı yararsam muazzam bir prestij kazanmış olacağım diye düşündü. Başlangıçta Katar kralı da Mavi Marmara’da olacaktı. Amerika buna şiddetle karşı çıktı. Sonra AK Partili milletvekillerinin de içinde yer aldığı bir gemi düşünüldü. Türkiye’nin istihbarat örgütlerinin uyarısıyla onlar da son anda gemiyi terk etti. İsrail’in bir çılgınlık yapacağı aşikâr idi. İsrail medyasını takip ettiğinizde bunu anlıyordunuz.
Mavi Marmara’da 9 şehit verdik. İHH kendi başına yola çıkmış olabilir mi?
Eğer İHH, Bülent Yıldırım bunu kendi başına yapmışsa zaten o zaman devlette ciddi bir problem var demektir. İDO’dan gemi kiralayacak, devletin bundan haberi olmayacak! AK Partili vekiller gemiye gitmek için sıraya girecek sonra kendi inisiyatifleriyle gemiyi terk edecekler. Devletten habersiz İsrail gibi bir devletle savaş noktasına geleceksin. Böyle bir şey olamaz. Şahsi kanaatime göre -2010’da da yazmıştım- İHH bu saatten sonra büyük bir tehlike altındadır. İsrail’le varılan mutabakatın maddelerinde biri İHH’nin terör örgütü olarak ilan edilmesi. Bunu Amerikalıların bir kısmı telaffuz etti. Türkiye, İsrail’le vardığı anlaşmaya mutabık kalacaksa İHH’yi zor günler bekliyor.
Gülen’in dediği noktaya gelindi
Bugün varılan anlaşmada anlıyoruz ki yardımlar İsrail’in kontrolünde yapılacak. Bunu Fethullah Gülen de söylemişti…
Fethullah Hoca ne demişti; “otoriteden izin alsaydınız yardım yerine ulaşırdı.” Zaten o güne kadar yardımlar böyle yapılıyordu. Teamül böyleydi. Bütün yardımlar İsrail tarafından kontrol ediliyor. Uygun gördükleri Gazze’ye bırakılıyordu. O açıklamayla Hocaefendi’nin demek istediği şuydu: “Bu hatalı bir adım oldu. Türkiye’nin önüne altından kalkamayacağı bir fatura çıkar. Uyarıyorum. Buna karşı ön almaya çalışın.” Size bir bilgi daha vereyim. Hocaefendi’nin bu mesajı özel olarak Bülent Yıldırım’a Mavi Marmara olayından iki gün sonra iletildi. Orada hayatını kaybedenler şehittir, bizim acımızdır. Bu demeci vermemin sebebi buydu diye. Bu mesaj da Bülent Yıldırım’a iletildi. Sonra dönüldü, dolaşıldı Hocaefendi’nin dediği noktaya gelindi. Anlaşma nedir; şimdi İsrail Aşdod Limanı’na gidecek yardımlar kontrol edilecek. İsrail otorite, ondan izin alıyorsun.
Osmanlı hâkimiyeti kuracaklardı ama…
Ortadoğu yani İslam dünyası sisteme entegre olmayan bir boşluktur. Bunu sisteme entegre etmenin iki yolu var. Ya yumuşak güç ya da sert güç. Bu Türkiye’nin öncülüğünde yumuşak güç kullanılarak olacaktı. Türkiye’ye batı Asya’nın Japonya’sı olma taahhüdü verildi. Batının kontrolünde Türkiye’nin abiliğinde bir Ortadoğu. Türkiye’de bunu kabul etmişti. Bunu yapamazsınız çok zordur diye çok itiraz ettik. Batıyla kavga etmeden bu bölgeyi dönüştürmek, bunu zamana yayarak yapmak mümkündü. Bugün gelinen noktada Ortadoğu paramparça oldu. 2011 yılına gelinceye kadar Türkiye kendine verilen rolü oynadı. Fakat o tarihten sonra iki taraf da niyetini gizlemez hale geldi. Bizimkiler şöyle düşündü. Biz batının desteğini alıp Suriye’de Esed’i devirirsek; Suriye Ortadoğu’ya açılan kapıdır. Yol başını tutmuş olacağız. Mısır’da da İhvan var. Onların desteğini alıp tekrar 400 yıllık Osmanlı hâkimiyetini kuracağız
Ortadoğu konusunda bilgileri ilkokul düzeyindeymiş
Maalesef dış politikayı inşa edenlerin İslam dünyası ve Ortadoğu konusunda ilkokul düzeyinde bilgisi varmış. Suriye’ye nasıl gireceksin? Esed toplumun yüzde ellisinin desteğine sahip yani Mübarek ya da Bin Ali gibi tabanı olmayan bir lider değil. Dolayısıyla onu silah yoluyla devirmeye kalkıştığında iç savaşı başlatmış olacaksın. Nitekim öyle oldu. Türkiye’nin tek başına kalkıp Suriye ile savaşa girmesi demek bir anda dört ülkeyle savaşa girmesi demekti zaten. Türkiye’nin buna gücü yetmez. NATO da böyle bir şeye müsaade etmez. Türkiye’nin niyeti ortaya çıkınca ve Türkiye batının asla tasvip etmeyeceği güçlerle ittifak kurmak zorunda kalınca dış politika çökmüş oldu.