Yakın dönemde Peru, bir liderin kendi hükümetine darbe yapıp tüm yetkileri tekeline almasına en çarpıcı örnek olarak siyaset bilimi literatüründe...
Gazeteci Abdulhamit Bilici, Meclis ve medya gibi demokrasinin olmazsa olmaz kurumlarının etkisiz hale getirmek için Fujimori rejiminin kullandığı etkili yöntemler Erdoğan'ın yöntemlerine ne kadar benzediğini yazdı...
Bu mekanizmanın medya ayağının nasıl çalıştığı ve nispeten özgür medyanın nasıl bitirildiği büyük oranda herkesin malumu. Sadık patronlardan alınan komisyonlarla havuz medyasının nasıl oluşturulduğu, muhalif yayınların Alo Fatih hatlarıyla nasıl kontrol altına alındığı, medya patronlarının telefonda nasıl fırçalandığı, eleştirel yayınlara devam eden medya kurumlarının kayyım yoluyla nasıl susturulduğu, ortada durmaya çalışanların ağır tehditlerle nasıl havuzlaştırıldığı sır değil. Çünkü bunların hepsi toplumun gözü önünde geçekleşti. Kabataş gibi bariz bir yalanı bile hep bir ağızdan savunabilen yüzlerce yazarın, aynı manşetlerle çıkan gazetelerin, binlerce isimden oluşan trol ordusunun hangi mekanizmalarla yönetildiğine dair az çok ipuçları da var ama mide bulandırıcı detayları kuşkusuz ileride ortaya çıkacak.
Siyaset alanında, Kurtulmuş, Soylu, Bahçeli, Destici gibi isimlerin nasıl teslim alınıp, fikirlerini 180 derece değiştirdikleri de az çok biliniyor ama kuşkusuz ileride öğreneceğimiz iğrenç detaylar da olacak. Etkin muhalefetiyle öne çıkan Demirtaş’ı susturmak için yargının nasıl devreye sokulduğu ortada. Baykal’ın kaset darbesiyle devrilmesi, Kılıçdaroğlu üzerinde yargı sopasının tehdit unsuru olarak kullanılması, Türk tipi Başkanlık sistemi ve KHK’larla Meclis’in devre dışı bırakılması hep aynı oyunun parçaları.
Ama mesela nasıl bir mekanizma, yargıyı bir şahsın direktifleriyle yönetilir hale getiriyor? Özgürlükçü fikirleriyle tanınan AYM Başkanı Zühtü Arslan, ne oluyor da dün savunduğu fikirleri unutup hazır ola geçiyor?
Peru örneği bize bizi anlatıyor
Görünüşe bakılırsa Türkiye bir demokrasi için olmazsa olmaz kurumların tümüne sahip. Anayasası var. Parlamentosu var. Siyasi partiler ve milletvekilleri var. Mahkemeler var. Medya var. Ama bu kurumlar, bir süredir demokrasi ve adalet üretmiyor. Aksine tüm varlıkları, her şeye tek adamın karar verdiği bir düzende görüntüyü kurtarmaktan ibaret.
Ülkenin hapishaneleri, sırf muhalif görüşlerinden dolayı gazeteci, akademisyen, aydın ve siyasetçilerle dolu. Ama demokrasi ve özgürlükleri teminat altına alan Anayasa adına bütün bunlara itiraz etmesi gereken Anayasa Mahkemesi Başkanı, devlet başkanının önünde boyun büküyor. Adaleti ve özgürlükleri savunması beklenen medya, mağdur kesimlerin sesi olmak yerine üç maymunu oynamakta. Hakkı savunarak halkın takdirini kazanmak yerine Saray resepsiyonlarına veya devlet başkanının uçağına daveti garanti etme derdinde. Neden? Niçin bütün kurumlar ve koca koca isimler bir bir kendilerini sıfırlayıp itibarsızlaştırdı? Acaba nasıl bir mekanizma, kurumların ve şahsiyetlerin bu şekilde sıfırlanmasını sağlıyor?
Demokrasiyi ayakta tutan kurumların görüntüde var olup, fonksiyonları açısından sıfırlandığı bir örnek ararken karşıma Latin Amerika’daki Peru çıktı. Yakın dönemde Peru, bir liderin kendi hükümetine darbe yapıp (autogolpe, self-coup) tüm yetkileri tekeline almasına en çarpıcı örnek olarak siyaset bilimi literatüründe. Bu yönüyle bazıları, muhalefeti etkisizleştirip tek adam yönetiminin önünü açan 15 Temmuz’u, Fujimori’nin 1992’de yaptığı autogolpe’ye benzetiyor. Peru örneğinin neredeyse üzerinde hiç durulmayan asıl çarpıcı özelliği ise yargı, Meclis ve medya gibi demokrasinin olmazsa olmaz kurumlarının etkisiz hale getirmek için Fujimori rejiminin kullandığı etkili yöntemler.
Bugün Türkiye’de olduğu gibi, Peru’da da yargıçlar, mahkemeler, siyasi partiler ve canlı bir medya vardı. Ama hiçbiri yapması gerekeni yapmıyordu. Bunun neden böyle olduğu, yani neden hakimlerin hakim gibi, gazetecilerin gazeteci gibi, muhalif siyasetçilerin muhalefet gibi davranmadığı, Fujimori’nin iktidarı kaybedip ülkeden kaçmasından sonra anlaşılabildi. Ortaya çıkan belgeler, o kadar çarpıcıydı ki, gerçekte ülkeyi Fujimori’nin değil, Milli İstihbarat Servisi’nin (Servicio de Inteligencia Nacional-SIN) başında bulunan Montesinos’un yönettiği görülüyordu.
Yetenekli Bay Montesinos
Kariyerine orduda bir subay olarak başlamış, Amerikan istihbaratına gizli belgeler satmaktan yargılanmıştı Montesinos. Tam adı şöyleydi: Vladimiro Lenin Ilich Montesinos Torres. Komünist olan ailesi ona özellikle Lenin adını vermişti. 1970’lerdeki solcu cunta yönetimi sırasında Montesinos, hem Başbakanlık hem Genelkurmay Başkanlığı görevlerini üstlenen
General Edgardo Mercado Jarrín’in yardımcısı konumuna kadar yükselmişti. Amerikan istihbaratıyla ilişkileri yüzünden sol cunta tarafından ordudan uzaklaştırıldı, bu gerekçeyle iki yıl hapis yattı. Daha sonra kendine hukuk alanında kariyer arayan Montesinos, çeşitli hilelerle hukuk diploması almayı başardı. Baroya kaydolduktan sonra uyuşturucu tüccarlarının ve bu işlere bulaşan askerlerin avukatlığını üstlenmeye başladı. Fujimori 1990’da seçildiğinde bir ara avukatlığını da yapan Montesinos’u önce danışmanlığına, daha sonra da istihbarat servisinin başına getirdi.
Fujimori’nin ülkede yaptığı her şey onun bilgisi altında gerçekleşiyordu. Ancak olayların gerçek yüzü ortaya çıkınca Fujimori, istihbarat şefinin kendi adına yaptığı pek çok şeyden haberi olmadığını söyleyecekti.
Montesinos, muhalifleri yola getirmek ve kritik konumlardaki yetkililerin sadakatini kazanmak için oldukça başarılı yöntemler geliştirmişti. Kimini korkutarak, kimine iyi konumlar vadederek, kiminin özel hayatını kaydedip şantaj yaparak, kiminin bürokrasiyle işlerini çözerek kontrol altına alıyordu. Bu çerçevede bir rüşvet sistemi kuran Montesinos, medyayı, siyasetçileri ve yargıçları satın alarak, görünüşte var olan demokrasinin kontrol ve fren mekanizmalarını devre dışı bırakmayı becermişti. Normalde rüşvetin belgesi olmaz denir ama Montesinos kurduğu sistemde verdiği rüşvet karşılığında makbuz imzalıyor. Rüşveti alan kişi de yapması gerekenlerin yazılı olduğu bir kağıdı imzalıyordu. Ayrıca tüm bu işlemlerin yapıldığı temas anını da kameraya kaydediyordu.
Mutlak iktidar çarkı nasıl işliyor?
Daha sonra ortaya çıkacak olan bu belgeleri inceleyenler, bir demokrasiyi içten yıkmak için kimlerin desteğine ihtiyaç olduğunu, bu isimleri satın almak için neler yapılması gerektiğini ve herkesin fiyatını öğrenecekti. Peru tarifesine göre en fazla rüşvet medyaya ve özellikle de televizyonlara ödenmişti. İkinci sırada siyasetçiler, sonra da yargı mensupları geliyordu. Örneğin bir televizyon sahibine ödenen rüşvet, bir siyasetçiye ödenenin yüz katı kadardı. Rüşvet kayıtlarının ortaya koyduğu gerçek, demokrasiyi içten çökertmek için kullanılan en kritik kurumun medya, medya içinde de toplumu etkileme gücü en büyük olan televizyonları kontrol altına almak olduğu anlaşılıyordu.
Fujimori’nin istihbarat şefi, “Bilgi ilaç gibidir, onsuz yaşayamayız” diyordu. Muhaliflerin de dostların da telefonlarını dinletiyordu. SIN’deki odasında Başkanlık sarayı, Meclis, mahkemeler, şehir merkezi, havaalanı ve birçok yerden gizli kameralarla çekilen canlı görüntüleri izliyordu. Alt düzey isimlere karşı ölüm timleri kullanıyordu ama üst düzey isimler için rüşveti daha az maliyetli buluyordu. Sadakati sürekli kılmak için tek seferlik ödeme yerine aylık ödemeler yapıyordu. Bir TV yöneticisine parasını verirken, bu birbirinize yaptığımız yardımın küçük bir karşılığı diyordu.
Kritik insanların sadakatini satın alan istihbarat şefinin para kaynağının önemli kısmı SIN’ın denetlenmeyen bütçesinden geliyordu. Fujimori ve Montesinos’un ülkeyi birlikte yönettiği 1990-2000 arasında SIN’in bütçesi 50 kat artmıştı. Bütçenin üçte ikiden fazlası bu tür operasyonlar için kullanılmaya müsaitti. Kimseye bu harcamaları izah etmek zorunda değildi ve ayrıca İçişleri ve ordudan da kayıt dışı para alabiliyordu. Devlet ihalelerinden, silah satışlarından ve yasa dışı işlerden de kaynak sağlayabiliyordu.
Sadece muhalife değil, kendi başbakanına da rüşvet
Siyasetçilere ödenen rüşvetler aylık 5 ila 20 bin dolar arasında değişiyordu. Sadece muhalif siyasetçileri satın almak için değil, yandaşlara da rüşvet veriyordu. Mesela Fujimori’nin son başbakanı Federico Salas, yargılamalar sırasında Montesinos’tan aylık ekstra 30 bin dolar aldığını itiraf etmişti. Para karşılığı Fujimori’nin partisine geçmeyi kabul eden pek çok isim vardı.
Anayasa mahkemesi veya diğer üst yargı mensuplarının rüşveti aylık 5-10 bin dolar arasında değişiyordu. Bu miktar aylık maaşlarının 3-4 katı büyüklüğündeydi.
Yazılı medyaya verilen rüşvetler de önemli. İstihbaratın, Expresso gazetesi yöneticisine 1 milyon dolar; El Tio adındaki gazeteye ise 2 yıl içinde 1.5 milyon (aylık 60 bin dolar) ödediği ortaya çıktı.
En kritik konu TV’leri kontrol etmek
Devlet kanalı zaten Montesinos’un kontrolündeydi. Geriye kalan 5 kanalın yayın politikalarını da para karşılığı kendisi belirliyordu. Reytingi en yüksek Kanal 4’e aylık 1.5 milyon dolar ödüyordu. Resmen Kanal 4 ile Montesinos arasında tüm haber saatinin kontrolü üzerine bir sözleşme imzalanmıştı. Toplamda 5 kanala her ay 3 milyon dolar ödeme yapıyor ve kritik zamanlarda siyasetle ilgili tüm haberleri kontrol etme hakkını elinde tutuyordu.
Bir görüşmede, kanaldaki haber yayınının tamamını izlediğini ve bir rapor çıkardığını söylüyordu televizyonun sahibine. Hatta SIN ajanlarının araştırmacı olarak kanala desteğini sunuyordu. Doğrudan ödemeler dışında, kamu şirketlerinin reklamlarını medya üzerinde havuç olarak kullanıyordu. Medyanın karşılaştığı hukuk problemlerinin çözümüne yardımcı oluyordu. Bazı önemli isimlere ev ve araba hediye ediyordu. Eşlere iş, çocukların yurt dışı eğitimine destek gibi kıyaklar da etki satın almakta kullandığı yöntemler arasındaydı.
Askerdeki terfi sisteminde istihbarat olarak karar verici durumdaydı. Sadece Fujimori’ye ve kendisine sadık olanlar yükselebilirdi. Çoğunlukla hak eden değil, güçsüz ve ‘evet efendim’ci tipler öne çıkıyordu. En üstteki komutanların hepsi Montesinos’un seçtiği ve bir şekilde bağı olan isimlerdi.
Gizli kameralı şantaj
Hem orduda hem diğer alanlarda onun para dışında kullandığı en etkili yöntem, şantajdı. Eğlence yerlerine SIN ajanları gizli kameralar koyuyor ve hedefteki kişiyi bu videoyla rahatlıkla yola getiriyordu. Tüm baskıya rağmen marjinal gazete ve dergilerde iktidarı eleştirmeye cesaret eden gazetecileri, kontrolü altındaki medyanın manşetlerinden “terörist, canavar, hain” diye hedefe koyup yıpratıyordu. Eleştirel yayın yapan bir TV kanalının sahibine 19 milyon rüşvet teklif edip, kabul etmeyince vatandaşlıktan çıkartmış ve tüm servetini kaybetmesine yol açmıştı.
Fujimori iki alandaki başarısıyla halkın desteğini aldı. Binlerce insanın ölümüne yol açan terör örgütü Aydınlık Yol lideri Guzman’ın yakalanması ve çok kötü durumdaki ekonominin toparlanması. Enflasyon yüzde 7 binlerden yüzde 10’lara gerilemişti. 1992’de kendi yönetimine karşı darbe yapıp Meclis’i kapattı, Anayasa’yı askıya aldı ve kararnamelerle ülkeyi yönetmeye başladı. Teröre karşı sert duruşuyla toplumu etkiliyordu. Bu şartlarda girdiği 1995 seçimini kazandı. 2000’de Anayasanın 3. dönem yasağını aşmak için Meclis’i ikna etmesi gerekiyordu. Seçime girip kazandı ama 3 ay başta kalabildi.
Fujimori’nin sonu, çok önem verip rüşvetle satın alarak kontrol etmeye çalıştığı televizyondan geldi. Bu rüşvet ağının dışında kalan küçük bir televizyon kanalı yıkılmaz gibi görünen Fujimori’nin saltanatını yerle bir eden fitili ateşledi. Kanal N televizyonunun yayınladığı videoda, İstihbarat şefi Montesinos, Milletvekili Alberto Kouri’ye parti çizgisinden ayrılarak Fujimori’yi desteklemesi karşılığında 15 bin dolar rüşvet verirken görülüyordu.
Başka bir kaset, Anayasa Mahkemesi üyesi ve Yüksek Seçim Kurulu başkanına, Montesinos’u her ay 10 bin dolar ekstra ödeme yapma sözü verirken gösteriyordu.
Bu gelişmeler üzerine Fujimori bir toplantıyı bahane edip Japonya’ya kaçtı, hakkında rüşvet, adam öldürme, Anayasayı ihlal suçlarından dava açıldı. İlticası kabul edilince Japonya’da kaldı. İstihbarat şefi Montesinos da ülkeyi terk etti ancak Venezüela’da yakalanarak Peru’ya getirildi ve yargılandı. Onun rüşvet ağında yer alan hakim, siyasetçi, gazeteci toplam 1600 kişi de onunla birlikte hakim karşısına çıktı.
Rüşvet verdiği şahısları kameraya almasının iki nedeni vardı: Birincisi, rüşvet alanların aleyhe dönmeleri durumunda onlara karşı kullanmak. İkincisi, Fujimori tarafından görevden alınmasını engellemek. Bu kasetler sayesinde devlet başkanını anında yerle bir edebilirdi. Böyle 20 bin kadar kaset olduğu söyleniyor.
Montesinos, savunmasında vatansever olduğunu ve tüm yaptıklarını ülkeyi teröristlere karşı korumak için yaptığını söylüyordu. Ama yurt dışındaki hesaplarında 200 milyon dolardan fazla parası çıktı. Peru Savcılığı, Fujimori’nin de toplamda 600 milyon dolar hortumladığını tespit etmişti.
Peru’da çevrilen bu dolapların çoğu, Türkiye’de yaşayanlara fazlasıyla tanıdık geliyor olmalı. Perde tamamen aralandığında Türkiye’de demokrasi ve hukuku sıfırlamak için kullanılan kirli yöntemler, karanlık güçlerle yapılan pazarlıklar, din ve vatan denilerek hortumlanan paralar da Peru’daki gibi ortaya çıkacak kuşkusuz. Belki tüm gerçekler gün yüzüne çıktığında
17-25 yolsuzluk soruşturması, MİT tırları, Alo Fatih hattı, kupon araziler, Diyanet reisine verilen 1 milyonluk zırhlı Mercedes, Hayrettin Karaman’ın yolsuzluk hırsızlık değildir fetvası, ihaleler karşılığında havuz medyası oluşturulması gibi girişimlerin ise buzdağının sadece görünen kısmı olduğu anlaşılacak.