“Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır!”
FİKRET KAPLAN- SAMANYOLUHABER.COM
25 Haziran 1918’de Tanin gazetesi “Doğu ulemasından olup talebeleriyle beraber Kafkas Cephesi’nde savaşa iştirak etmiş ve Ruslar’a esir düşmüş olan Bediüzzaman Said Efendi şehrimize kavuşmuştur.” diyerek Üstad’ın Kosturma’daki esaretten İstanbul’a dönüşünü duyuruyordu...
Dört buçuk yıllık savaş ve esaret döneminden sonra İstanbul’a gelen Bediüzzaman kederliydi. İslâm medeniyetini en güzel şekilde temsil eden Osmanlı Devleti’nin Birinci Dünya Savaşı’nı kaybetmesi ve ardından yapılan ağır antlaşmalar onu derinden sarsmış, çektiği çileleri katlamıştı:
- Ben kendi elemlerime tahammül ettim, fakat İslâm’ın eleminden gelen elemler beni ezdi. Âlem-i İslâm’a indirilen her bir darbenin en evvel kalbime indiğini hissediyorum. Onun için bu kadar sarsıldım…
Üstad Bediüzzaman’ın sarsıldığı mevzu sadece bundan ibaret değildi… Kur’ân’ı Kerim’i bütün olarak tefsir etmek niyetiyle önce İşârâtü’l-İ’câz isimli eserini yazmaya başlamıştı. Cephede savaşırken bile Fatiha Sûresi’ni ve Bakara Sûresi’nin ilk 33 ayetini sırayla tefsir etmişti… Kur’ân-ı Kerim’in tamamını 60-70 cilt olarak tefsir etmeyi düşünüyordu. Fakat, Kosturma’da esaretten firar etmesi sırasında kader onu esarete geldiği yoldan değil, bizzat komünist yangın ve fitnesinin çıktığı yere Petersburg’a (Leningrad) yönlendirmişti… ahirzamanın imansızlık hastalıklarına bizzat şahit olması onun için başka bir hayal kırıklığı olmuştu… Böyle bir tefsir yazmakla bu belaların önüne geçilemez, diye düşünüyordu…
Lenin, Stalin, Mao ve Pol Pot’un, güdülecek bir toplum oluşturuncaya kadar zengin, fakir; burjuva-işçi kim olursa olsun sırf bu ideoloji uğruna insanları idam edeceğini, toplama kamplarında ölesiye çalıştırıp katledeceğini, uçsuz bucaksız steplerde yok edeceğini o gün hissetmişti Bediüzzaman…
Kasten oluşturulan kıtlıklarla en masum bebeklerin bile öldürüleceğini… İnsanlara en korkunç hapishanelerde en vahşi işkencelerle zulüm edileceğini… bütün vicdani melekelerini kaybetmiş komünist militanlar vasıtasıyla milyonlarca insanın kurşuna dizileceğini, boğazlanacağını, parçalanacağını… ve bu asırda büyük felaket olarak gördüğü komünizmle, inancını ve dolayısıyla da ahiretini kaybeden milyonlarca kalbin olacağını…
- Dünya hayatından bir ürkmek geldi. Kalbime dedim: “Acaba ben bütün bütün aldanmış mıyım… Benim derdime çare bulacak bir Bâki-i Sermedî, bir Kadîr-i Ezelî lâzım, diyerek aramaya başladım.
Bediüzzaman mağlubiyetten, asrın bu hastalıklarından… ve bunlara karşı nasıl bir Hizmet metodu ile mücadele edeceğine karar veremediğinden çok müteessirdi.
Ayrıca… 13 Kasım 1918 tarihinde İtilaf Devletleri donanmasına ait 22 İngiliz, 12 Fransız, 17 İtalyan ve 4 Yunan savaş gemisinden oluşan tam 55 savaş gemisinin Mondros Antlaşması şartlarına dayanarak İstanbul’a girmesi ve halka gözdağı vermek için de tam padişahın ikamet ettiği Dolmabahçe Sarayı önlerinde demirlemesi başka bir hüzündü…
Camii hocalarının rüşvet alıp işgal kuvvetleri adına hutbe okuduğu o günlerde yalnızdı Bediüzzaman… Derdinde yalnız… Kederinde yalnız… Hislerinde ve gözyaşlarında yalnız…
“Yıkılmayan kalmamış! Yalnız bir adam var. O ayakta... Şark yaylalarından, Güneş'in doğduğu yerden İstanbul'a kadar gelen bir adam. İmanı, sıradağlar gibi muhkem…” (O. Yüksel Serdengeçti)
İçten içe yanıyor…memleketin başına gelen felaketlerden çok büyük ızdırap duyuyordu Üstad... Bu üzüntü ile bir Cuma gecesi sadık bir rüya görüyordu. 1922’de İstanbul’da Efkaf-ı İslâmiye Matbaasında bastırdığı Sünuhat isimli eserinde bu rüyayı şöyle anlatıyordu…
“Meali ve hatırda kalan sözleri aynendir. 1335 senesi Eylül’ünde, devrin hâdiselerinin verdiği yeisle, şiddetle muzdarip idim. Şu yoğun karanlık içinde bir nur arıyordum. Mânen rüya olan yakazada bulamadım. Hakikaten yakaza olan rüya-yı sâdıkada bir ziya gördüm. Tafsilatı terk ile yalnız bana söylettirilmiş noktaları kaydedeceğim. Şöyle ki:
Bir Cuma gecesinde uyku ile misal âlemine girdim.
Biri geldi, dedi:
- İslâm’ın kaderi için teşekkül eden muhteşem bir meclis seni istiyor. Gittim, gördüm ki münevver, emsalini dünyada görmediğim, Selef-i Salihin’den ve âsârın mebuslarından her asrın mebusları içinde bulunur bir meclis gördüm. Hicap edip kapıda durdum.
Onlardan bir Zât (sallallâhu aleyhi ve sellem) dedi ki:
- Ey felâket ve helâket asrının adamı, senin de reyin var. Fikrini beyan et.
Bu asra ismini bizzat Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) veriyordu… felâket ve helâket asrı… ‘Âlem-i İslâm’ın derdiyle madem bu kadar dertleniyorsun, ağlıyorsun, hüzünleniyorsun… anlat o zaman projelerini, Hizmet metodlarını şu ali heyete…’
“Ayakta durup dedim:
- Sorun cevap vereyim.
Biri dedi:
- Bu mağlubiyetin neticesi ne olacak; galibiyette ne olurdu?
Dedim:
- Musibet sadece şer olmadığı için bazen saadette felâket olduğu gibi felâketten dahi saadet çıkar. Eskiden beri İlâ-yı kelimetullah ve İslâm’ın bekası için farz-ı kifâye olan cihadı yapmakla tek vücut olan İslâm âlemine kendini fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu İslâm Devleti’nin felâketi, İslâm’ın istikbaldeki saadetiyle telâfi edilecektir… daimi acil bir saadet bizi bekliyor. Pek cüz’i ve değişken ve sınırlı olan bu hâli, geniş istikbal ile değiştiren kazanır…
O gün, o ali mecliste hayali olan insanlığa Hizmet projelerini anlatıyordu Bediüzzaman… İstikbalde Hizmet edecek olan samimi insanları sinema perdesinde resmediyordu…
Osmanlı Medeniyetini ve Batı Medeniyetini izah ediyordu… İki kültür arasında gelişecek olan ilişkileri…
Birileri "Medeniyetlerin çatışması" üzerine tezlerini ürettiğinde, bunlara karşılık çatışmaları ortadan kaldırıp ortak değerler üzerinde uzlaşmanın mücadelesini verecek olan kahramanları hayal ediyordu… Çevresindekileri yenilenmeye, gelişmeye ve başkalarını kabullenmeye çağıracak, Allah'a inananları Allah inancında, inanmayanları ise sevgi ve hoşgörü etrafında diyaloğa davet edecek olan elçileri… İslam’ın aydınlık yüzünü gösterecek olan o yiğitleri… Müslümanlara bir yafta olarak takılan terörist imajını bir daha dirilmeyecek şekilde tarihe gömecek o babayiğitleri…
“İslâm garip olarak başladı (gariplerle temsil edildi) ve bir gün başladığı gibi yeniden bir gurbet dönemi yaşayacaktır. Herkesin bozgunculuk yaptığı dönemde, imar ve ıslah hamlelerini sürdüren gariplere müjdeler olsun.!” (Müslim, İman/232; Tirmizî, İman/13) denilerek verilen o altın nesli anlatıyordu Üstad… Hayalini kuruyordu…
İnsanların canavarlaşacağı… birbirini yiyeceği… adaletin ayaklar altında çiğneneceği... insafın, vicdanın, merhametin tamamen kuruyacağı… kimsenin, kendi hakkını müdafaa edemeyeceği… karar veren hâkimlerin bile kendilerini zindanlarda bulacağı… samimi ve masum insanların yok edileceği zor Hizmet günlerinden bahsediyordu…
Zulme uğrasa da masum kalanlardan… İnsî-cinnî şeytanlara rağmen Mü’mince davrananlardan!.. Cenâb-ı Hakk’ın vikayesine, himâyesine sığınan müttakîlerden… En acı günlerinde de…en lezzetli ve en tatlı günlerinde de hep O’na (cc) sığınmayı birinci vazife bilen kahramanlardan tablolar çiziyordu…
Kardeşler, bacılar, evlatlar, çocuklar, bebekler, gençler, ihtiyarlar… şerden kaçarken deryada boğulanlar… eşkıya tarafından derdest edilip yakalananlar… gurbet diyarlarda onlara samimi kucağını açanlar… o sinesini açanlara misafir olanlar… seferberlik zamanı deyip yola düşenler… kahramanlar… hep Üstad’ın hülyasını süslüyordu…
Mağduriyet ve mazlûmiyetler içinde yaşamaya zorlanan masumların bu işi yükleneceği günlerin hülyasını kuruyordu o gün o manevi mecliste… bulunduğu vazifeden ihraç edilen insanları… hiçleştirilen... itibarsızlaştırılan yüce kametleri… aç-susuz bırakılan gönülleri… “Ölsünler!” denilen karasevdalıları… “Gebersinler bizi kabul etmeyenler!” denen sevgi dolu yürekleri… tasvir ediyordu tek başına dertleri yüklendiği o gün…
Ve Kainatın Efendisi’nin (sav) iltifatını alıyordu Üstadın bu hayali… İnsanlığa Hizmet edecek olan ‘kardeşleri’ni işaret edip müjdeyi veriyordu o gün Sallallâhu aleyhi ve sellem:
- Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır!
Fakat, bunun öyle çok kolay olmayacağını da anlıyordu Üstad… Zira, büyük davaların çok ağır imtihanları olmuştu her zaman…
Sevda yolunda yürüdükleri için başlarına sağanak sağanak belâ ve musibetler gelecekti masum insanların… Ama buna rağmen üç-beş kuruşa satılmayan hasbiler olarak ümidin tam göbeğinde yerlerini alacaktılar.
Korku, nefret, kin, öfke ve haset yok etmeye çalışacaktı yine iyiliği, güzelliği…sevgi ve hoşgörüyü. İblis yine bulacaktı güçlü avenelerini… dilsiz şeytanlarını…vicdansız zalimlerini… Gariplerin kaderi olacaktı yine ezilmek, horlanmak ve yok edilmek.
Ama… süsleyeceklerdi Efendimiz’in müjdesini, Bediüzzaman’ın hayalini ve Hocaefendi’nin ümidini…
“Yaşatmıyorsam, yaşamamın da bir anlamı kalmamıştır.” diyecek ölçüde kendilerini insanlığa hizmete adamış samimi yürekler…
Samimi olabildiği ölçüde fedakârlık ortaya koyabilen peygamber âşığı, sahabe sevdalısı ümit yolcuları… Her şeyiyle hizmet yoluna bağlanıp, ihlasla O’nun rızası istikametinde hareket edenler… Şaşırmayan ve şaşırtmayanlar... Kendilerine bakanları hayal kırıklığına uğratmayanlar…
Bediüzzaman, geleceğe ait dileklerini anlattığı o meclisteki hülyasını şu şekilde noktalıyordu:
- Baktım, meclis beğendi. Heyecanımdan uyandım. Terli, el-pençe yatakta oturmuş, kendimi buldum. O gece böyle geçti… (Sünuhat)
O gece Bediüzzaman’ın hayalini kurduğu ve Hocaefendi’nin bugün ümit bağladığı Hizmet insanları kim ne derse desin, hangi engeller önlerine çıkarsa çıksın hiçbirine takılıp kalmadan ümitle yollarına devam ediyorlar…
Ve son söz olarak, Ebu Hüreyre’den rivayet edildiğine göre, Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyuruyor: “Kim kendisine ümit bağlayanın ümidini kırarsa, Allah da kıyamet gününde onun beklentilerini karşılıksız bırakır.”
Hasılı, bize bağlanan ümitleri kırmayalım… Hizmet erlerine de bu yaraşır.
“Ümitvar olunuz. Şu istikbal inkılâbı içinde, en yüksek gür sadâ İslâm’ın sadâsı olacaktır!”