Hayatı Duyarak Yaşamak

İnsanın yaratılış gâyesi, Hâlık-ı Zülcelâli tanıma ve tanıtma, sevme ve sevdirmedir.
 MEHMET ALİ ŞENGÜL - SAMANYOLUHABER.COM

İnsanın yaratılış gâyesi, Hâlık-ı Zülcelâli tanıma ve tanıtma, sevme ve sevdirmedir. O’nun (cc) rızâsı istikâmetinde, ölümsüz ebedî âleme hazırlanmadır. Ölümle sonuçlanacak dünyanın her fâni şeyi, bu gâyeye hizmet etmeye vesile ve vasıta olmaktan başka birşey değildir.
    Çünkü mülk Allah’ındır. Ne elinde ne gözünde ne kulağında, ne aklında, ne irâde ve şuurunda hakkı yoktur. Hatta, Allah izin vermeden ne kolunu ne parmaklarını oynatmaya muktedir değildir. Babayı sakallı, anneyi sakalsız yaratan da odur. Saçı uzatan, kaşı uzatmayan yine O’dur (cc).
     Dolayısıyla bütün insanlar yaratan Allah’ı tanımalı, hususiyle mü’minler, inandığı gibi samimâne yaşamalı; hâlis bir niyetle fert, aile ve topluma bu gerçekleri yaşayarak anlatmaya çalışmalıdırlar. 
    Helâketlerin ve felâketlerin, zillet ve sefâletlerin, ihânet şebekelerinin, münâfık, fâsık ve fâcirlerin, insanları küfre, zulme, nifaka, fısk-ı fücûra sürüklediği böyle bir dönemde; Kitap ve Sünnet yolunda îman ve Kur’an’a kendilerini adamış hâlis, güvenilir zâtların rehberliğinde istişâre ile hareket etmeli, dikkatli ve temkinli, istikâmet üzere yaşamaya gayret edilmelidir. 
     Bir dönem, günümüzde dâhil din, inananlar tarafından iyi temsil edilemediğinden dolayı, tehlikeli ve öcü gibi gösterilmiştir. Onun için, eğitimi öne çıkararak, kimseyi ürkütüp korkutmadan, kimliğimizi de inkar etmeden, kafaları ilimle, kalpleri de inanç ve ahlâkla donatarak, hem ülkeyi ve hem  bayrağını tanıtabilme,  hem de dünya barışına katkıda bulunma vesîlesiyle, dünyanın pekçok ülkesinde eğitim kurumları açıldı ve her ülkenin eğitim sistemine uygun olarak, başarıyla, güven ortamında devam etmektedir. 
    Ne gariptir ki, bu fedâkar ve kahraman gönül elçileri, kendi devlet yöneticileri ve vatandaşları tarafından sâhip çıkılması gerekirken, vatan hâini olarak îlan edilip yaşam hakları ellerinden alınmış, yuvaları darmadağın edilmiş, maddî- mânevî ciddî bir sıkıntıya mâruz bırakılmışlardır.
      Bu fedâkar insanların vazîfesi; maddî mânevî değerlerin ve bütün insanlığın haysiyet ve şerefini korumak, o istikâmette İmanlı, fazîletli, ahlâk ile mücehhez, vatana, millete, topyekün insanlığa adâlet ve demokratik bir ortam içinde hizmet edecek hayırlı nesiller yetiştirmektir. Böylece küfür, dalâlet ve zulüm yangınından neslini ve insanlığı kurtarmaktır.
    Bu gönül elçileri; hasbî ve fedâkarca, insanlığın mutluluk ve huzuru adına hâlis bir niyetle yola çıktılar.  İlk günden bugüne, Kitap ve Sünnet çizgisinde, yaşanılan ülkenin kanun ve nizamlarına muhâlefet etmeden, insanlığa hizmet vermeye, o yolda üzerlerine düşeni yapmaya çalışmışlar ve fırsat el verdikçe de çalışmaya devam edeceklerdir.
     Bir asırdan fazla Hz.Üstad ve âbiler olmak üzere, yarım asrı aşkın Hocaefendi ve talebeleri ile devam ettirilen bu Hizmet, elli iki yıldır hep yalan, iiftirâ ve isnatlara maruz kaldı. Hayallerinden geçmeyen şeylerle suçlandılar ve hâlâ suçlanıyorlar. Bütün bunlara rağmen, kırılmıyor ve ‘Boşver! herkes kendi karakterini ortaya koyar’ diyerek hedef şaşırmadan üzerlerine düşeni yapmaya çalışıyorlar.
       Herşeye rağmen, dâvâ Allah’ın (cc) dâvâsı, yol Efendimiz Hz.Muhammed’in (sav) yoludur. Vazîfe de, neslimize Allah ve Resûlünü tanıtma, sevdirme, küfür ve dalâlet yangınından, ebedî cehennemden insanları kurtarma gayretidir. 
       Böylesine hasbî, fedâkarca yapılan bu hizmete ve hizmet mensuplarına, Saâdet Asrından bugüne kadar her dönemde bu türlü zulüm irtikâb edilmiştir. Milyonları besleyen bu ağacın kökünü kurutmaya, dallarını kırmaya, gece gündüz meyve veren bu ağacı yok etmeye çalışan dinle alâkası olmayanlar beri zâlimler, münâfıklar, fâsık ve fâcirler, asırlardan beri ellerine geçen fırsatı ve kuvveti kullanarak, bütün gücüyle fitne ve fesat çıkarıp ortalığı karıştırmak istemişlerdir. 
     Ömrünü samîmi olarak hizmete adamış olan gençlerin oyuna gelmemeleri, kötü niyetli insanlara âlet olmamaları en büyük arzumuzdur. Eksik ve kusurların telâfisi adına, hiçbir işe yaramayan, kini ve nefreti tetikleyen tenkitle değil; îman erkânına ters düşmeyecek şekilde iyi niyetli, iştişâreye açık, her türlü terakkiye, bu hizmetin başından beri açık olunduğu bilinmelidir.
     İslâm; îmandır, âdaptır, edeptir, terbiyedir, ahlâktır, fazîlettir ve muhâsebedir. Cenâb-ı Hak İsrâ suresinde şöyle buyuruyor: “(Biz) Şöyle deriz ona (insana): Defterini oku! Bugün muhâsebeci olarak kendi işini görmeye kendin yetersin!” (İsrâ sûresi, 14)
    “Kim doğru yolu seçerse, kendisi için seçmiş olur; kim de doğru yoldan saparsa, kendi aleyhinde sapmış olur.  Hiçbir kimse başkasının günah yükünü taşımaz. Biz, peygamber göndermediğimiz hiçbir halkı cezalandırmayız.” (İsrâ sûresi, 15)
   Görüldüğü gibi;  O gün herkesin hesâbı kendine yetecek. Onun için, herkes kendi eksik ve kusurlarını görüp istiğfar etmeli, aslâ başkalarının kusurlarını araştırıp gıybetlerini yapmamalıdır. Zîrâ Allah (cc), başkaları hakkında insanları muhâsebeci tayin etmemiştir. Ancak, ‘emr-i bil ma’ruf ve nehy-i anil münker -iyiliği emretme kötülükten nehyetme’ vazîfesiyle sorumlu tutmuştur. 
    “Ey iman edenler! Sakın şeytanın izinden gitmeyin. Her kim şeytanın peşinden giderse bilsin ki o, kendisinden hep fenâ, çirkin ve meşrû olmayan şeyleri yapmasını ister. Eğer Allah’ın lütuf ve merhameti olmasaydı, sizden hiçbiriniz asla temize çıkamazdı. Ancak Allah dilediğini temizleyip arındırır. Çünkü Allah, her şeyi hakkıyla işitir ve bilir.” (Nur sûresi, 24/21)
   “İçinizden fazîlet ve imkân sahibi olanlar, akrabalara, fakirlere, Allah yolunda hicret etmiş olanlara sadaka vermeme hususunda yemin etmesinler. Affedip müsâmaha göstersinler. Siz de Allah’ın sizi affedip müsâmaha göstermesini arzu etmez misiniz? Allah gerçekten gafurdur, rahîmdir (çok affedicidir, merhamet ve ihsanı boldur).” (Nur, 24/23)
   “Gün gelecek, dilleri, elleri ve ayakları yapmış oldukları bütün kötülükleri tek tek bildirerek aleyhlerinde şâhitlik edecektir.” (24/24)
    “O gün Allah, onlara hak ettikleri karşılığı tam tamına verecek ve onlar da Allah’ın, gerçeği açıklayan hakkın tâ kendisi olduğunu anlayacaklardır.” (Nur, 24/25)
   “... Ey mü’minler! Hepiniz toptan Allah’a tövbe ediniz ki felâha eresiniz. (Nur, 24/31)
    “De ki: “Allah’a itaat edin, Peygambere itaat edin. Eğer sırtınızı dönerseniz bilin ki Peygamber kendi görevinden, siz de kendi yükümlülüğünüzden sorumlu olursunuz. Ama ona itaat ederseniz, doğru yolu bulmuş olursunuz. Yoksa, peygamberin görevi, açıkça tebliğ etmekten başka bir şey değildir.” (Nur, 24/54)
     “Resûlullah’ın sizi çağırmasını, sizin birbirinizi dâvet etmenizle bir tutmayın. Allah elbette sizden, birbirini siper edinerek sıvışıp gidenleri bilir. Öyleyse Peygamberin emrine aykırı hareket edenler, başlarına dünyada bir belâ gelmesinden yâhut, âhirette gâyet acı bir azap gelmesinden korkup çekinsinler.” (Nur, 24/63)
     “Mûsâ onlara: “Yazık size!” dedi, “Allah hakkında yalan uydurmayın, yoksa O size öyle bir azap gönderir ki, kökünüzü keser. İftira eden, muhakkak perişan olur.” (Tâhâ, 20/61) buyurmaktadır.
     Âhirzamanda böylesine helâket ve felâketlerin insanları zor durumda bıraktığı bir asırda, Dîn-i Mübîn-i İslâm’ın haysiyet ve şerefine sâhip çıkan A’dan Z’ye ne kadar mü’min varsa;  dost, taraftar, muhip bütün ömrünü bu işe adamış, samîmi, hasbî, fedâkar ve muhlis bu insanlara  yapılan iftira ve isnatlar karşısında, âdalet-i ilâhi’nin zâlimden mazlumun hakkını bir gün mutlaka alacağına inanıyoruz.
“De ki: “İçinizdekini gizleseniz de, açıklasanız da mutlaka Allah onu bilir. Bütün göklerde ve yerde olanları da bilir. Allah, her şeye kadîrdir.” (Âl-i İmran, 3/29)
  “Gün gelecek, her kişi gerek hayır olarak, gerek kötülük olarak ne işlemişse, hepsini önünde bulacak. Yaptığı kötülükten bucak bucak kaçmak isteyecek. Allah sizi, Zâtına karşı gelmekten sakındırır. Doğrusu Allah kullarına karşı pek şefkatlidir.” (Âl-i İmran, 3/30)
Hz.Ömer’e (ra) isnat edilen, ama hadis muhtevasında olan bir beyanda şöyle buyrulmaktadır: ‘Büyük Mahkeme’de hesâba çekilmeden evvel burada (dünyada) hesâbınızı iyi yapın! (Defterinizi iyi tutun!)’ 
Bir hâdis-i kudsîde de Cenâb-ı Hak şöyle buyurmaktadır: “İzzetime yemin olsun ki,  ben kuluma ne iki korkuyu, ne de iki emniyeti birarada vermem. Eğer kulum dünyada benden emin (korkusuz) olarak kareket ederse, Ben onu kıyâmet günü korkuturum. Şâyet kulum bu dünyâda benden korkarsa, ben onu kıyâmet gününde emin (korkusuz) kılarım.” (Beyhaki, Heysemi, İbnu’l Mübarek) 
Dünyada Allah’dan korkan, hesâbını burada ciddi yapan, orada (ahirette) korkusuz emniyet içinde olacaktır.
04 Ocak 2019 13:37
DİĞER HABERLER