Adanmış ruhların diyalog ve eğitim faaliyetleriyle ilgili bir belgesel çekimi için, Amerikalı birkaç insan İzmir’e gitmişti. Hocaefendi’ye sahip çıkan, yokluk günlerinde onun yanında yer alan ve müesseseleşme döneminde kendilerinden istenen bütün fedakârlıklara “evet” diyen ilklerle görüşmek istemişlerdi.
Tarık Burak - SAMANYOLUHABER.COM
Adanmış ruhların diyalog ve eğitim faaliyetleriyle ilgili bir belgesel çekimi için, Amerikalı birkaç insan İzmir’e gitmişti. Hocaefendi’ye sahip çıkan, yokluk günlerinde onun yanında yer alan ve müesseseleşme döneminde kendilerinden istenen bütün fedakârlıklara “evet” diyen ilklerle görüşmek istemişlerdi.
Misafirler ile himmet ehli ağabeylerden bazıları bir araya geldiler; tanıştılar, yemek yiyip çay içtiler. İkram faslından sonra televizyoncu olan şahıs:
- Efendim, sizlerle tanıştık, konuştuk ve şeref duyduk. Müsaadenizle, Hocaefendi’nin yakın arkadaşları olan sizin gibi kıymetli insanları bulmuşken sormak istiyorum: Kalbin Zümrüt Tepeleri’nde yer alan “İnsan-ı Kâmil” başlıklı yazıdaki merhaleleri nasıl anlıyorsunuz; bu konudaki görüşlerinizi lütfeder misiniz? dedi.
Ev sahipleri böyle bir soruyu hiç beklemiyorlardı. Biraz şaşırdılar ve “Ne desek ki?” edasıyla birbirilerine baktılar. Herkes bir diğerine “Sen konuş!” diye işaret ediyordu. Soru soran şahıs aradığı cevabı bulamayacağını düşünmüş olmalı ki, yine aynı kitaptan çıkardığı birkaç suali daha peşi peşine sıraladı. Merak ettiği mevzuların çeşitliliği ve sorularındaki derinlik Hocaefendi’nin hayatını ve eserlerini didik didik ettiğini göstermekteydi. Sonunda, bir ağabey, tercümana döndü; hem doyurucu cevapları verememenin üzüntüsünü hem de saff-ı evveldeki duygu ve düşüncelerinin mihverini seslendirircesine şöyle dedi:
- Yahu bu adam ne konuşuyor; Hocaefendi söyler biz de yaparız; işte o kadar!..
Bu hadise Hocaefendi’nin de bulunduğu bir salonda anlatılınca orada bulunan hemen herkes biraz gülümsedi. Aslında o gülümsemelerin gölgesinde, eserleri pamuk hallaç edercesine okuyan yabancılar takdir ediliyor; onlara karşı müstağnî gibi görünen kendi insanımız da hafifçe kınanıyordu. Salonda dudakları hiç geri gitmeyen, o esnada tebessüm dahi etmeyen ve daha bir ciddileşen tek insan vardı; o da Hocaefendi’ydi. Bir yanlışı tashih etmek istercesine doğruldu ve şöyle konuştu:
- Lütfen, arkadaşlarımızı bazı meselelere göre değerlendirmeyelim; kıymetler hanesinde işlenecek çok farklı hususiyetlerin mevcudiyetini daha baştan kabul edelim. Cenâb-ı Hak, bir insanı başkalarının tahmin bile edemeyeceği bir faziletinden dolayı beşerî olgunluğun doruk noktasına çıkarabilir ve ona “insan-ı kâmil” cübbesini giydirebilir. Fakat, o meselenin nazarî planda ne ifade ettiğini herkes bilemeyebilir. Büyüklük, meselelerin felsefesini bilmekle doğru orantılı değildir.
O ilk arkadaşlarımızın yaptıkları hizmetleri yürekten alkışlıyor, takdir ediyor ve kendilerine medyuniyetimi ifadeyi bir borç biliyorum. Onlar bu davaya sahip çıktılar ve tarihte eşi çok az görülmüş bir hizmete muvaffak oldular. Hatta denebilir ki, o işin felsefesini bilmedikleri halde senelerce kendilerinden istenen her işe koştular. Tam kırk-elli yıl boyunca iltifat beklemeden, mükâfat peşine düşmeden ve en küçük görülen hizmetler karşısında bile “Bundan ne çıkar ki!” demeden vazife yaptılar. Kimi zaman bir tarlada, bazen bir derenin kenarına kurulan küçücük bir çadırda, bir başka defa üç dört kişinin zor sığdığı bir tahta kulübede bir araya geldiler; aşkla, ümitle, iştiyakla ve sabırla hizmet kozasını ördüler. Yalnızca bir ev açabildikleri dönemde “Gelecek adına bu hanecik ne ifade eder?” demediler; bir yurttan bir şey çıkmayacağını söylemek gibi bir bozgunculuğa asla girmediler; okul açma ihtiyacı hasıl olunca “Gücümüz yetmez!” mazeretini akıllarına bile getirmediler. Allah’ın rızasına matuf olarak kendilerine teklif edilen her işin altına girdi ve hiç tereddüde düşmeden bulundukları yolda sürekli ilerlediler.
Ellerinden tuttukları herkesi Fakir’le tanışmaya ve sohbetlere taşıdılar. “Bir kere ile ne olur ki?!.” bahanesinin ardına saklanmadılar. Bazı insanların camiye gelmediklerini görünce, kendileri kahvehanelerin kapılarını aşındırdılar; kumar oynayan, çirkin konuşan ve küstahça davranan en kaba kimselere dahi bazı hakikatlerin anlatılabileceğine inandılar. Tavlanın başındaki insanlara bile yalvarıp yakardılar, onları yirmi otuz dakikalığına razı edip susturdular ve meselelerimizin duyurulmasını sağladılar. Normalde beşer karakteri ve mantığı bu işe “makul” demezdi; oradan bir şey çıkacağına ihtimal vermezdi. Fakat, işin doğrusu o arkadaşlarımın hiçbiri yapılanları faydasız görmedi, hiçbir zaman ye’se düşmedi, kaçıp bir kenara çekilmedi ve “Bunlar beyhûde gayretler!” diyerek bedbînlik sergilemedi. Hangi birini sayayım bilemiyorum; Yusuf Ağabey, merhum Mustafa Ok, rahmetlik Cahit Erdoğan, merhum Naci Şençekicer, Köse Mahmut, Hacı Kemal ve Ali Ağabey gibi dostlarımdan hiçbiri beni inkisara düşürmedi. Onlar işin felsefesine vakıf kimseler miydi, Allah bilir; fakat, Cenâb-ı Hak onlara bilmeleri lazım geleni bildirmişti. Evet, onlar bilinmesi gerekeni bilmiş ve başkalarına da bildirmek için adeta didinmişlerdi.
12 Mart Muhtırası’nın ardından, güya irticâî faaliyet yapma suçundan 3 Mayıs 1971’de tutuklanmış, altı ay hapishanede kaldıktan sonra tahliye edilmiştim. Hapishaneden çıktığım dönemde, iyi bir mü’min olarak tanıdığım ve vefa beklediğim bazı kimselerin bile “Artık bu işlere beni karıştırma!..” dediğine şahit olmuş ve çok kırılmıştım. Din ve vatan uğrunda başladığımız hizmetlerin anlaşılamamış olmasından dolayı pek kederlenmiş ve davaya müteallik işlerin yarım kalacağından endişe etmiştim.
O günlerde, az önce bazılarının isimlerini de saydığım birkaç arkadaşla küçük bir odada toplandık. Orada hislerimi aktarmaya ve inkisârımı ifade etmeye çalıştım. Bazı insanların davayı suçlamaları ve küçük bir tazyikten dolayı geri çekilmeleri dolayısıyla ne kadar ızdırap çektiğimi anlattım. Bir aralık, gözyaşları içinde “Boyunduruğu yere mi koyacaksınız?” deyince Yusuf Ağabey birden ayağa fırladı, yumruğunu göğsüne vurdu ve “Hocam, yoluna canım kurban!.” deyip gürledi. Diğerleri de onu takip ettiler; çokları kendi köşelerine çekilseler de bu vefalı dostlarım bir kere daha yüzümü güldürdüler ve ondan sonra da o günkü ahdlerine hep sâdık kaldılar. Sağlam duruşlarıyla, bitmeyen fedakârlıklarıyla, sönmeyen aşk u iştiyaklarıyla sürekli kuvve-i maneviyeyi takviye ettiler ve sonrakilere hüsn-ü misal oldular. Şayet, bir şey ifade edecekse, ben bu arkadaşlarımı asla unutamam; onların yaptıklarını görmezlikten gelemem; hatta Allah’ın lütfuyla kurtuluşa erenler arasında haşredilirsem, -biiznillah- o dostlarımı almadan Cennet’e bile giremem.. ve kat’iyen onları, işin felsefesini bilip bilmemelerine göre değerlendiremem.”
Hocaefendi, 22 Kasım 2007 günü misafirleriyle konuşurken, gözleri yine buğulanıp uzaklara dalıyor ve “Bazı insanların boşluğunu dolduramıyorum” diyerek ikisi de vefat eden Kemal Erimez ve İzmir esnafından Naci Şençekicer’i anıyordu.
Evet, kendi düşüncelerini hizmetin önünde tutmuş, dinine hizmet ettiğini zannederek esas nefsine hizmet etmiş, en küçük bir yalpalamada hemen suçlu arama peşine düşmüş, kendisine yönelen övgülerle hizmeti kendinden bilmiş ve bir cübbe giymiş nice insanların bugün dedikleri gibi o gün de başkaları ‘bu iş bitti artık, yeni bir yöntem lazım.’ demelerine karşılık bu yiğit fedakar ağabeyler hizmete inandılar ve bugüne gelmesine vesile oldular.
Bugün, bu davayı miras alan hizmet gönüllülerine de aynı vefa ve fedakârlıkla, sönmeyen aşk u iştiyakla hizmete sahip çıkmak düşüyor. Bundan başka bir şey için de dünyada yaşamaya değmez zaten.
Hakiki bir mümin, Allah’ın rızası için dünyada kalmalı, Allah için yaşamalı, Allah için oturmalı, Allah için kalkmalı ve her şeyi Allah için yapmalı. İnsan ancak bu duygu sayesinde burada Allah için olabilir. Allah için olan da şeytan için olmaktan kurtulur. Şeytan için olma, her fırsatta kendinden bahsettirme şeklinde tezahür eder. Şeytanın oyuncağı haline gelen kimse ister ki; âlem onu dillere destan yapsın, âdeta kahramanlaştırsın… Böyle tehlikeli bir sürece girmeden Allah’a yürümeyi (ölmeyi) arzu etmek sadakat ifadesidir…
İnsanın kendini sürekli iç kontrolüne tâbî tutması, kendi ile yüzleşmesi, Allah ile münasebetini tekrar tekrar gözden geçirmesi lazım: ‘Allah ile münasebetim nerede, acaba ben nerede duruyorum? Nerede durmam lazım geldiği halde, şimdi neredeyim? Bana kadar ihlasla getirilen bu davaya hakiki manada sahip çıkabiliyor muyum?’
Bütün bunları, hem de kendini gördüğü yerin de birkaç adım gerisinde olarak kendini mütalaaya alıp gözden geçirmesi… “Ben olmasaydım, herhalde bu mesele çok daha ileriye gidecek idi. Bir yönüyle bu mesele, bana bağlı gittiğinden dolayı, bana ait takılmalardan ötürü tam anlaşılamadı!” demesi…
Keşke ilklerin o sağlam duruşlarıyla, bitmeyen fedakârlıklarıyla ve sönmeyen aşk u iştiyaklarıyla sürekli hizmet edebilsek!..
“Keşke!.. hiçbir zaman, farklılık ve üstünlük mülahazasına girmeden düz bir insan gibi hizmet etsek. Keşke dünyanın dört bir yanında din, dil, ırk ve renk ayırımı yapmadan insanların yardımına koşsak; dinimizi, doğru bildiğimiz hakikatleri anlatsak; ama bunu yaparken tamamen beklentisiz olsak.
Keşke!.. dupduru duygu ve düşüncelerimizi makam, mansıp, şan ve şöhret gibi şeylerle hiç bulandırmadan kulluğumuzun gereğini edâ etsek. Hayatımızı sadece dinimizi anlatmaya, Rabb'imizi tanıtmaya bağlasak. Nerede yaşıyor ve nerede duruyorsak duralım; bulunduğumuz yerde sadece ve sadece insanlığın muhtaç olduğu ilâhî mesajı daha bir gürül gürül anlatmak için bulunsak. Duruşumuzu kendi geleceğimize değil insanlığın mutluluk ve huzuruna bağlasak. Ve sürekli O'nu düşünsek; O'nunla oturup kalksak. Gözlerimizin içine başka hayalin girmesine meydan vermesek. Keşke!..