Hocaefendi'den müminlere dua tavsiyeleri

Hocaefendi'den müminlere dua tavsiyeleri
Muhterem Fethullah Gülen Hocaefendi'nin "Dua Zamanı ve Kur’an’ın Nabzı" adlı 495. nağmesi yayınlandı.
Peygamber Efendimiz’in (sallallâhu aleyhi ve sellem) tekvinî emirlerdeki zahirî bir ahenksizlik, mesela ay ve güneş tutulması, fırtına kopması, kuraklık olması gibi hadiseler karşısında heyecanla hemen duaya durduğunu hatırlatan Fethullah Gülen Hocaefendi, değişik bela dönemlerinin yanı sıra kuraklık ve kıtlık gibi musibetler zamanında da Cenâb-ı Hakk’a özel teveccühte bulunmak lazım geldiğini anlattı. Muhterem Hocaefendi özetle şunları söyledi:

*Her zaman ellerimizi açıp Cenâb-ı Hakk’a içimizi dökebiliriz. Gönlümüzün sesi olan ifadeleri dillendirebiliriz. Zaten duanın makbulü, kalbin sesi olarak dile dökülenidir. Nitekim Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) şöyle buyurur: ”Allah, kalbi lağv ü lehviyatla dolu; gönlü diliyle aynı şeyi söylemeyen kimsenin duasını kabul etmez.”


“Kabul olunması bakımından en hızlı dua, gıyâben yapılan niyazdır.” 

*Cenâb-ı Allah, Kur’an-ı Kerim’de “Bana dua edin ki size karşılık vereyim.” (Mü’min, 40/60) buyuruyor. Yine “Kullarım Beni senden soracak olurlarsa, bilsinler ki Ben pek yakınım. Bana dua edenin duasına icabet ederim. Öyleyse onlar da dâvetime icabet ve Bana hakkıyla inanıp tasdik etsinler ki doğru yolda yürüyerek selâmete ersinler.” (Bakara, 2/186) mealindeki ayetle de ayrı bir dua çağrısında bulunuyor. Bu açıdan da Yüce Mevla’nın bu vaadine ve davetine binaen biz ellerimizi açıp her zaman O’na dua edebiliriz. Bununla beraber, sıkıntı, ızdırap ve ızdırar halleri duaların kabul edilmesi için çok önemli vesilelerdir.

*Allah Rasûlü (sallallâhu aleyhi ve sellem) efendimiz şöyle buyurmuştur: 
 “Kabul olunması bakımından en hızlı dua, gâibin gâibe duasıdır.” Hazreti Pîr de 23. Mektup’ta bir duanın kabulü için hangi şartların gerektiğini anlatırken, diğer şartların yanında bu hususu da zikrederek bizahri’l-gayb (gıyaben) yapılan duanın kabule karin olacağının rahmet-i ilâhîyeden kaviyyen ümit edileceğini belirtmiştir. Bu açıdan da, genel manada dünyanın değişik yerlerinde musibete maruz kalmış insanlar için gıyapta dua etmemiz gerekmektedir.

*Cenâb-ı Hak, 
 “Allah mı yoksa ona koştukları ortaklar mı daha hayırlıdır?” (Neml, 27/59) buyurduktan sonra, peşi sıra gelen iki âyette kâinattaki icraat-ı sübhaniyesi ve onlardaki tevhid delillerini nazara vermiş ve ardından da, 
“(Ona ortak koştukları şeyler mi üstün) yoksa muztar dua ettiği zaman, onun duasına icabet eden, başındaki sıkıntıyı gideren ve sizi yeryüzünde halifeler kılan Allah mı? Hiç Allah ile beraber başka tanrı mı olur? Elbette olmaz! Ne de az düşünüyorsunuz!” (Neml, 27/62) buyurmak suretiyle, muztarrın duasına icabet etmesini de bir tevhid delili olarak zikretmiştir.

*Rasûl-i Ekrem (sallallâhu aleyhi ve sellem) Efendimiz -mealen- “İnananların dertlerini paylaşmayan, mü’minlerin dertleriyle dertlenmeyen onlardan değildir.” buyurmaktadır. Şu halde, halis mü’minlerin dünyada olup biten hadiseleri çok iyi okumaları ve en yakın daireden en uzağına kadar insanların dertleriyle iki büklüm olup dua dua Allah’a yalvarmaları gerekir.

“Allah’ın izniyle, fütursuz yaşadınız, minnet etmediniz; bu sayede savrulmadınız, dökülmediniz.”

*Diğer taraftan, mesela Türkiye’de eskiden bir kış boyu gördüğümüz (daha doğrusu görmek istemediğimiz) felaketleri, helâketleri ve olumsuz hadiseleri şimdilerde bir haftada, hatta bazen bir günde görmek mümkün. Sanki ülkenin başına sağanak sağanak bela yağıyor. Kar yağarken bela şeklinde yağıyor; yağmur yağarken bela şeklinde yağıyor; binalar yıkılıyor, bela şeklinde yıkılıyor; kömür/maden ocakları çöküyor, bela şeklinde çöküyor. Fakat çok tekerrür ettiğinden dolayı insanlarda ülfet ve ünsiyet meydana geldi ve o türlü belalar ahvâl-i âdiye halini aldı. Artık kalbler ürpermiyor. Hatta o işin sorumluları “Gayet normal, bu türlü şeyler olağan şeylerdendir!” demek suretiyle vandallıklarını ortaya koyuyorlar.

*Allah’tan bela ve musibet istenmez, hep O’nun afv ve afiyeti, mağfiret ve merhameti, dünya ve ahiret selameti talep edilir. Bu konuda Kur’an ve Sünnet’te zikredilen dualar yapılır ve kul olmanın icabı, zorluklara karşı gerekli tedbirler alınır. Fakat eğer her şeye rağmen musibet gelirse, ona da sabredilir ve ilahî takdire rıza gösterilir. Evet, her zaman hem dünya hem de ahiret için “hasene” niyaz ederiz; şu kadar var ki, başımıza bela ve musibet geldiğinde de onu yürüdüğümüz yolun kaderi bilir, sabırla tahammül gösteririz.

*Allah’ın izni ve inayetiyle, fütursuz yaşamanız ve kimseye minnet etmemeniz sayesinde, Allah sizde kırılmalara meydan vermedi. Satılabilen, peylenebilen kimseler gibi savrulmadınız, dökülmediniz. Belki azminizi, azme nâmüsait zeminden başka bir zemine kaydırarak, bir ülke yerine yüz yetmiş ülkeye açıldınız. Yüz yetmiş ülkenin milyonlarca insanının gönlüne taht kurdunuz. Öyleyse, bir yerde çektiğiniz o sıkıntıyı, Cenâb-ı Hakk’ın ayrı tecelli dalga boyunda bir lütfu olarak görün.

“Bu adamlara ne oluyor da söz anlamaya yanaşmıyor ve sözün de, hadiselerin de manâsını idrakten uzak bulunuyorlar!?”

*Cenâb-ı Hak şöyle buyuruyor:


“Her nerede olursanız olun, isterseniz en sağlam kuleler veya kaleler içinde bulunun, ölüm gelip sizi bulacaktır. Sonra, (kalbleri oturaklaşmamış o insanlar) ne zaman bir iyilikle karşılaşsalar, “Bu, Allah’tan!” derler; ne zaman da başlarına bir kötülük gelse, bu defa, “Bu, senin yüzünden!” derler. (Ey Rasûlüm,) de ki: “Hepsi Allah’tan.” Fakat bu adamlara ne oluyor da, söz anlamaya yanaşmıyor ve sözün de, hadiselerin de manâsını idrakten uzak bulunuyorlar!?” (Nisa, 4/78)

*Güneşin ve ayın tutulması küsuf ve hüsuf namazlarının vakti olduğu gibi, yağmursuzluk ve kıtlık da yağmur duasının ve istiskâ namazının vaktidir. Keza, yağmursuzluk ve kıtlık, tevbe ve istiğfarla Allah’a teveccüh ederek yalvarıp yakarma zamanı olduğu gibi, mevsiminde kar yağmaması türünden iklim değişikliği de bir çeşit hususi teveccüh vaktidir. Her türlü bela ve musibet zamanlarında en önemli mesele insanların yöneleceği kapıyı çok iyi belirlemeleridir. Değişik sebeplere riayetle beraber, en mühim husus, Müsebbibu’l-esbap olan Allah’a yönelmektir.

*Rasûl-ü Ekrem (aleyhissalâtü vesselâm) Efendimiz’in mucizelerinden bir çeşidi de duasıyla zâhir olan harikalardır. Hazreti Üstad, Mucizât-ı Ahmediye Risalesi’nde bu konuda da misaller verir. Bu cümleden olarak, Enes b. Mâlik (radıyallâhu anh) anlatıyor: Cuma günü Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem) hutbe verirken bir adam geldi ve “Yâ Rasûlallah (sallallâhu aleyhi ve sellem), yağmur yağmaz oldu. Allah’a dua et de bize yağmur yağdırsın!” dedi. Rasûlullah hemen dua etti, derken üzerimize yağmur yağmaya başladı. Öyle ki, az daha evlerimize ulaşamayacaktık. Ondan sonraki cumaya kadar üzerimize hep rahmet yağdı durdu. Öbür cuma, bu adam yahut bir başkası ayağa kalktı ve “Yâ Rasûlallah, bu yağmuru, bizden çevirmesi için Allah’a dua et!” dedi. Bunun üzerine Rasûlullah (sallallâhu aleyhi ve sellem): “Allahım! Etrafımıza (yağdır), üzerimize değil.” dedi. Yemin olsun, bulutların sağa-sola parçalandıklarını, etraftakiler üzerine yağmur yağarken Medine ahalisinin yağmur altında olmadıklarını muhakkak görmüşümdür.

Bütün Kur’ân’da tevhid mazmunu bir nabız gibi atmaktadır!..

*Duaların kabulü karşısında tavır ayarlaması (tavır regülasyonu veya kalibrasyonu) çok önemlidir. İnsan haddini aşmamalı, taleplerinin gerçekleşmesini kendi hakkıymış gibi görmemeli, aksine acz ve fakrının şuurunda olmalı; ihsanları katiyen Cenâb-ı Hakk’ın fevkalade lütfu olarak bilmelidir. İlahi ikramları fahirlenme mevzuu yaparak fâş etmekten fersah fersah uzak durmalıdır.

*Hakikî bir mü’min, bütün iyilik, güzellik ve başarıların Allah’tan geldiğini, kötülük ve başarısızlıkların ise nefsinden kaynaklandığını bilir. Zira çok açık ve net bir şekilde Kur’ân-ı Kerim’de şöyle buyurulmaktadır: 
“Sana gelen her iyilik Allah’tandır. Başına gelen her fenalık ise nefsindendir.” (Nisâ, 4/79) Öyleyse inanan insan hiçbir zaman vesile olduğu iyilik ve güzelliklere, yaptığı iş ve hizmetlere katiyen sahip çıkmamalıdır. Aslında biz, bütün namazlarımızda Allah’ı tesbih etmek suretiyle O’nun icraatında, şuunatında, rubûbiyetinde eşi, menendi, naziri, zıddı ve niddi olmadığını söylemiş oluyoruz. İşte dilimizle söylediğimiz bu hakikati bütün derinliğiyle içimizde de duyar ve onu düşüncelerimize hâkim kılabilirsek, Allah’ın izniyle, vesile olunan iyilik, güzellik ve başarıları, yapılan hizmetleri kendimize mâl etme gibi büyük bir günah içine düşmeyiz.

*Kur’ân-ı Kerim’in her tarafında, Bakara Sure-i Celilesi’nden İhlâs Sûre-i Muazzaması’na kadar hemen bütün Kur’ân’da tevhid mazmununun bir nabız gibi attığı görülür.

*Tevhid; vahdet kökünden, bir kılma, bir sayma, Allah’ı birleme, “Lâ ilâhe illallah” hakikatine inanma ve bu yüce hakikati sürekli tekrarlayıp durma mânâlarına gelir. Sofîye ıstılahında tevhide, bu mânâların yanında; yalnız Bir’i görme, Bir’i bilme, Bir’i söyleme, Bir’i isteme, Bir’i çağırma, Bir’i talep etme ve O’ndan başkasıyla olan münasebetlerini de hep O’na bağlama, her şeye O’ndan ötürü alâka duyma anlamları da yüklenmiştir.

“Gavvas olana Kur’an / Mücevher dolu umman / Nasipsizdir Kur’an’dan / Her müstağni davranan.”

*Kur’ân-ı Kerim’in, hazinelerini size de açması için onun Allah’ın kelâmı olduğuna gönülden inanmanız ve ona teveccüh etmeniz çok önemlidir. Böyle bir iman ve itimat sayesinde, onu başkalarından çok farklı görür ve çok farklı duyarsınız; hatta ümmî de olsanız -ki biz hepimiz bir açıdan ümmî kategorisine dahiliz- filozofça ve mütefekkirane bakma iddiasında bulunanların gördüklerine nispetle onda çok daha derin hakikatler müşahede edebilirsiniz. Kur’ân, bir bahr-i bîpâyândır, uçsuz bucaksız bir denizdir. Fakat o kendisine itimat etmeyenlere, güvenmeyenlere ve temiz bir gönülle yönelmeyenlere karşı cimri ve kıskanç davranır. Ona –hâşâ– beşer kelamı ya da Efendimizin (sallallahu aleyhi ve sellem) sözü nazarıyla bakan ve Mütekellim-i Ezelî’den gaflet eden insanlara karşı Kur’ân-ı Kerim cimrice davranır; hazinelerini kıskanır onlardan.

*Mevlâ-yı Müteâl, genellikle murat ve maksatlarını halkın çoğunluğunun anlayışına uygun şekilde ifade etmiştir. Nitekim, İlahî kelamın bu hususiyeti “et-tenezzülâtü’l-ilahiyyetu ilâ ukûli’l-beşer” sözü ile anılagelmiştir. Evet, Cenâb-ı Hak, kullarının idrak ufuklarına göre hitap etmiş ve en derin hakikatleri bile onların anlayabilecekleri bir üslupla ortaya koymuştur ki, buna kısaca “tenezzülât-ı İlâhiyye” denilmektedir. Haddizatında, O’nun kelâmı Kur’ân’dan ibaret değildir. Kim bilir, Cenâb-ı Hakk’ın azametine uygun daha nice konuşma keyfiyetleri vardır; fakat, onlar ancak muhatapları tarafından bilinmektedir. Ezcümle; şayet Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerim’de de, Tur-u Sina’da Hazreti Musa’ya tevcih buyurduğu kelam ile konuşsaydı, neredeyse hiç kimse onu dinlemeye güç yetiremeyecekti. Zira, Hazreti Musa (aleyhisselâm) gibi bir ulü’l-azm peygamber dahi o aşkın kelamın ancak bir kısmını dinlemeye tahammül edebilmişti. Yine, eğer Kur’ân sadece büyük deha ve kariha sahiplerinin anlayacakları bir üslupla inmiş olsaydı, insanların yüzde doksan dokuzu ondan hiç istifade edemeyecekti. Halbuki, Cenâb-ı Hak azameti ve Rubûbiyetiyle beraber, iradesine uygun olarak muhataplarının durumunu nazara almış ve tenezzülât-ı ilahiyyesiyle beşerî ufka göre hitap buyurmuştur.

*Hazreti Üstad, Katre Risalesi’nde, “Kırk sene ömrümde ve otuz sene tahsil hayatımda dört kelime ile dört kelam öğrendim. Kelimelerden maksat: Mana-yı harfî, mana-yı ismî, niyet ve nazardır.” buyuruyor. Evet, nazar çok önemlidir; Kur’ân’dan istifade de ona tedellî (müessirden esere gitme) yoluyla bakıp ciddi bir teveccühte bulunmaya bağlıdır. İşte, Kelam-ı ilâhîye öyle nazar edebilenler, onun her ayetinde tevhid hakikatinin bir nabız gibi attığını da görebilirler.
15 Ocak 2016 09:19
DİĞER HABERLER