Hulûsî Yahyagil Ağabey kibarlığın sonradan kazanılamayacağını şöyle bir kıssa ile anlatırdı:
Safvet Senih
Hulûsî Yahyagil Ağabey kibarlığın sonradan kazanılamayacağını şöyle bir kıssa ile anlatırdı:
“Büyük zatlardan birisi hizmetçisiyle birlikte bir dostuna misafir olur. yemekte pirinç pilavı yerken pirinç tanelerinden bir kaçı o misafirin sakalına dökülür. Hizmetçisi, ‘Efendi gül dalına bülbül kondu’ der. Ev sahibi, misafir hizmetçinin bu kibarlığına hayran olur. Odadan dışarıya çıkınca kapı aralığından kendi hizmetçisine, ‘Gördün mü ne kadar kibar bir hizmetçi’ der. Hizmetçi de, ‘Efendi bunda ne var, onu ben de derim’ der. Ertesi gün yemekte ev sahibinin sakalına pirinç tanesi düşer. Hizmetçisi, ‘Efendi, kapı aralığında dediğin şey oldu!’ der.”
Hulusî Ağabey, Risale-i Nurdan ders yaparken, sohbet esnasında cemaatin dinleme durumunu takip eder, usandırmazdı. Bazen fıkralar anlatırdı. Bir gün birisinin kaba kuvvetle hizmeti söz konusu edildi. Tebessüm ederek, ‘Olmaz! Böyle hizmet edilmez’ deyip şu fıkrayı anlattı:
“Bizim Harput’ta bir kabadayı varmış. Herkes şerrinden korkarmış. Bir Cuma günü, ‘Bugün bir sevap işleyeyim’ demiş. Kaması belinde sokağa çıkmış. Bir gayr-i Müslime rastlamış. Kamayı çekmiş, ‘Ulan kâfir yat yere!’ demiş. Ve adamın göğsüne basmış. ‘Ulan Müslüman ol, benim sevap kazanmam lâzım!’ demiş. Adamcağız korku belası, ‘Olayım ama ne demem lâzım?’ diye sormuş. Kabadayı, ‘Ben bilmem, ne dersen de ve Müslüman ol!’ demiş” Hulusi Ağabey bunu anlattıktan sonra, ‘İşte bunlar da bizim Harputlu kabadayı gibi sevap işliyorlar!’ demiş…
Vehbi Vakkasoğlu Ağabey diyor ki: “Hacı Mahmut Ağabey Adıyaman’da hizmetin zorlaşması üzerine Hulûsi Ağabeye: ‘Ağabey müsaade edin artık, başka bir yere taşınayım. Orada hizmet edeyim’ demeye getirecek şikayetlerini yana yakılan anlatıyordu. Hulûsî Ağabey, ‘Tamam mı Hacı Mahmud?’ dedi. ‘Tamam’ deyince, yüzünde tebessümle unutamadığım bir söz söyledi. Çok da zarif nükteleri olurdu. ‘Hacı Mahmud, hakikaten Adıyaman’dan sen git! Ama sen bir yere gidebilirsin’ dedi. Hacı Mahmud beklediği cevabı bulmuş gibi iştiyakla gözlerini dikti. ‘Tamam ağabey, nereye gideyim?’ dedi. O günlerde de AY’A GİTMEK konuşuluyordu. ‘Ay’a git, Ay’a!’ dedi. Ben gayr-i ihtiyarî güldüm. Hacı Mahmud Ağabey bozuldu. ‘Otur yerinde, be dünyanın her tarafını biliyorum, gideceğin yerin farkı yoktur. Hem sıkışınca cepheden kaçmak olur mu? Devam et!’ dedi.”
Bilal İslamoğlu diyor ki: ‘Cemaate uyku basınca fıkra anlatırdı. Güldürür, havayı dağıtırdı. Bir gün yine dersteydik. ‘Size FONFİŞAR’den bahsedeyim mi?’ dedi. ‘Nedir FONFİŞAR?’ dediler. ‘Bir zaman bir hoca varmış. Talebeleri ne sorsalar cevap verirmiş. Talebelerin içinde zeki biri varmış. ‘Bu hoca ya çok şey biliyor ya da bizi uyutuyor. Bunu bir imtihan edelim!’ demiş. Orada kaç kişi varsa baş harfini almışlar, FONFİŞAR çıkmış. Demiş: ‘Hocam bir şey soracağım.’ ‘Sor’ demiş. ‘FONFİŞAR ne demek?’ Hoca hiç düşünmeden, ‘Haaa! FONFİŞAR mi? O çok mühim, anlatayım’ deyince hepsi birden ‘Hocam bırak, sen bizi bugüne kadar oyalamışsın’ deyip foyasını meydana çıkarmışlar.”
Halil İbrahim Yelkaya diyor ki:
“1971 yazıydı. Mustafa Sungur, Mahmud Allahverdi, Nazım Gökçek, Abdülkadir Badıllı yanlarında kalabalık bir grupla Elazığ’a gelmişlerdi. İkindi dersine katıldılar. Akşam dershanede kaldılar. Dershanemiz geniş bir bahçe içerisinde iki katlı bir Elazığ eviydi. Ev sahibi olarak ben hizmet veriyordum. Yatma vakti geldiğinde ağabeylerimizi odalara yerleştirdim. Yanlarında gelenler açıkta kaldılar. Hemen altlarına yatak olarak salon halısını ve yaslanılan sert yastıkları da yastık yaptım, üzerlerinde de halı örterek salonda yatırdım. Sabah kahvaltısından sonra Erzurum’a gittiler. O gün Hulusi Ağabey ikindi dersi için geldi. Bana ‘Oku bakalım Hataylı’ dedi. Mektubat’tan okuyorduk. Biraz okuduktan sonra ‘Dur bakalım. Dünkü misafirleri burada nasıl yerleştirdin? Yatağı yorganı nasıl hallettin?’ dedi. Ben de ‘Halı palasın canı sağ olsun ağabey!’ dedim. ‘Nasıl yani?’ deyince durumu anlattım. Tebessümü aşan bir kahkahayla güldü. Bu söz çok hoşuna gitmişti. Henüz çocuk yaşta birinin böyle pratik bir çözüm bulması ve bunu ‘halı palas’ diye adlandırması kendisini keyiflendirmişti. ‘Aferin’ dedikten sonra, ‘Bundan sonra senin adın Halil İbrahim değil, Halı palas’ dedi. Ondan sonra Elazığ’da adım Halı Palas olarak kaldı…”
Hulusî Ağabey diyor ki: “Ben, Yarbay iken pek az bir müddet Konya’nın bir ilçesinde askerlik Şube Reisliği yaptım. Bir gün pencereden bakarken, yürümeye yeni başlamış, ayakta duramayacak derecede bir çocuk gördüm. Evlerinin ön kısmında develerin durduğu bir yer vardı. O çocuk yavaş yavaş yürüyerek gitti, develerin bir tanesinin yularından yapıştı. Yeni yürümeye başlamış bir çocuk ne yapacak diye ben de ibretle bakıyorum. Deve kocaman cüssesiyle yavrunun iradesine tabi oldu. (…) ‘Fesübhanallah!’ dedim. Bu iş tabii mi? Koca deveyi bu kadarcık çocuk yularından tuttu çekti. (…) Kendimizi Allah’a karşı bu kadar iktidarsız, zayıf ve âciz görürsek, o zaman Cenab-ı Hak bize merhamet eder, sıkıntılarımızı çeker alır.”
Zaten hep öyle olmuyor mu? Hulusî Ağabeyin dediklerine defalarca şahit olmadık mı?