İlâhî Lütufların Vesilesi

‘Allah, taşları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saflar halinde, Kendi yolunda mücadele edenleri sever.’ (Saf Suresi, 61/4)
FİKRET KAPLAN - SAMANYOLUHABER.COM 

Hayırlı işlerin çok muzır mânileri olur. Şeytanlar, bu hizmetin hâdimleriyle, bu yola açılmışlar ile çok uğraşırlar. Bu şeytanların bazılarının, insan şeklinde olduğuna bu süreçte çok açık bir şekilde şahit olduk. Camide, kürsüde, secdede…Kur’an başında nice şeytanlar gördük. Bunlar, yüksek insanî değerleri gaye-i hayal yapmış insanları kösteklemek, frenlemek, kündeye getirmek için lazım gelen her şeyi yaptılar. Yollarda kalıp dökülmeleri adına bütün tuzakları kurdular. Kimilerini derdest edip içeriye attılar.. kimilerini ayrıştırıp aynı zamanda onları değersizleştirmek için İblisten çok öte yalanlara başvurdular. Hor-hakir hâle getirip, tesirlerini kırmaya çalıştılar. Kimilerini zindanlarda ölüme, yokluğa mahkum ettiler. Ve böylece şeytanın bütün yıkma, yakma, dağıtma, derbeder etme yollarını değerlendirdiler. Bu kin, nefret ve hasetle durmadan da zulümlerine devam ediyorlar. 

Şeytan ve onların insan suretindeki aveneleri, masum insanlara soykırıma varan bu zulümleri yaparken kendilerini bir şekilde hicret diyarına atmış muhacirler ile onlara kucak ensarın birbirine sımsıkı kenetlenmeleri, geride kalan kardeşleri için kederlenmeleri gerekir. 

‘Allah, taşları birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saflar halinde, Kendi yolunda mücadele edenleri sever.’ (Saf Suresi, 61/4)

Bu aynı davaya gönül vermiş olmanın gereğidir. Vefanın en somut göstergesidir. Arkada müthiş bir yangının alevleri göklere yükselirken, hizmet gönüllülerinin kavuştukları rahat ortam içinde birbirlerini çekemeyip rekâbet etmeleri asla düşünülemez. Fakat, şeytan boş durmaz. Bu kardeşliği bozmak için hasetle, gıybetle, kıskançlıkla ha bire fitneyi körükler. Peygamber Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem) de bu endişesini çok açık bir şekilde dile getirmiştir.

Aşere-i Mübeşşere’den Ebu Ubeyde b. Cerrah (radıyallahu anh) Bahreyn’den çok miktarda mal getirmiş, Ashâb-ı Kirâm’dan bazıları, ondan pay almak için bekliyorlardı. İşte tam bu sırada Rasûl-ü Ekrem Efendimiz (sallallâhu aleyhi ve sellem), mealen şöyle buyurmuştu: 

“Allah’a yemin ederim ki, ben sizin fakr u zarurete düşmenizden endişe duymuyorum. Ben asıl, sizden evvelkilerin sahip olduğu gibi geniş imkânlara sahip olmanız ve onların birbirini çekemeyip, rekâbet edip helâk olmaları gibi sizin de birbirinize haset edip helâk olmanızdan korkuyorum.”

Bediüzzaman Hazretleri, Şam’da Hutbe-i Şamiye’yi verdiği dönemde İslâm âlemi, büyük felaketlerle karşı karşıya bulunuyordu. Fakat, bu felaketlerin en şiddetlisinin eşi benzeri görülmemiş bir şekilde bugün yaşandığını çok rahatlıkla söyleyebiliriz. İşte böyle bir ortamda Hazreti Üstad, yıllardan beri dura dura âdeta paslanmış ve işe yaramaz hâle gelmiş, bütün nöronları körelmiş, harekete geçme imkân ve kabiliyetleri kalmamış insanları bir kere daha maddî mânevî bütün duygularıyla harekete geçirme yollarını araştırmıştı. 

Hazreti Üstad Şam’ın Emeviye Camii’nde verdiği bu hutbede, öncelikle ilerleyip yükselmemize mâni olan hastalıkların teşhisinde bulunmuş; sonra da âlem-i İslâm’ın yeniden dirilmesi adına gerekli olan reçeteleri sunmuştu. İşte onun teşhis ettiği en önemli hastalıklardan biri ehl-i imanı birbirine bağlayan nuranî rabıtaların bilinmemesi; tedavi adına ortaya koyduğu reçete de meşveret ruhuyla vifak ve ittifak anlayışının yeniden diriltilmesiydi.

Bugün, eften püften bir kısım meseleleri ayrıştırıcı unsur olarak kullanmaktan kaçınmak uhuvvet ruhunun korunması adına son derece ehemmiyet arz etmektedir. Bir meselede hasende ittifak sağlanabiliyorsa, ahsende ihtilâfa düşülmemelidir. Farklı bir tabirle, şayet “daha güzel”in peşinde olmak bizi birbirimize düşürecekse, işte orada sükût etmek ve ”güzel”le yetinmek gerekir. Bu açıdan, sıradan bir güzellik etrafında birlik ve beraberlik tesis edilebiliyorsa, “daha güzel”, “daha daha güzel” demek suretiyle kardeşler arasında ayrışmaya gidilmemeli, ihtilaf ve iftirak vesileleri ortaya atılmamalıdır.

Evet, gerekirse insan başkalarının hissiyatını hesaba katarak kendi içtihatlarından vazgeçmesini bilmeli ve böylece teferruata ait bir kısım mülahazaların ihtilaf vesilesi yapılmasına fırsat vermemelidir. Bu zor şartlarda önüne çıkan dağları, tepeleri aştığı gibi dost ve arkadaşlarının kusurlarını da kulluk yolundaki imtihanlar olarak görmeli; sabır ve hoşgörü ile onları aşmaya gayret göstermelidir.

Biz ucuz bir şeye değil, ebedî saadete talibiz. Ondan da çok öte, Üstad Hazretlerinin Yirminci Mektup’ta verdiği ölçüler içinde “dünyanın bin sene mes’udâne hayatı, bir saat hayatına mukabil gelmeyen cennet hayatına ve o cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat rü’yet-i cemâline mukabil gelmeyen bir “Cemîl-i Zülcelâl”in daire-i rahmetine ve mertebe-i huzuruna” talibiz. İşte, ardına düştüğümüz hedef bu kadar pahalı olunca, o hedef nispetinde de sıkıntıya katlanmamız, imtihanlardan geçmemiz gerekir. O büyük hedefe yürüdüğümüz yolda birer tepe şeklinde önümüze çıkan sevmediğimiz tavır, söz ve davranışları o kutlu hedef hatırına imtihan vesilesi bilmek ve güzel huyla onları aşıp tekrar yola koyulmak gerekir.

Uhuvvet, İlâhî lütuflara vesiledir. Kendi irademizle aynı çizgide olma, bozgunculuk yapmama ve bir saf teşkil etme gayreti yoksa, semanın bereketi ve Allah’ın muvaffak kılması gibi bir nimeti beklemek boşunadır. Özellikle bugün Mü’min kardeşlerimizle uyum meselesi çok büyük önem arz etmektedir. Çevremizle münasebetlerimizde de birlikte yaşama ahlâkına dikkat etmeli, uyumu bozmamaya azami gayret göstermeliyiz. 

Bakın Bediüzzaman bize ne diyor:

‘Uhuvvet için bir düsturu beyan edeceğim ki o düsturu cidden nazara almalısınız:

Hayat, birlik ve beraberliğin neticesidir. Kaynamış beraberlik gittiği vakit, manevî hayat da gider. “Sakın birbirinizle ihtilâf etmeyin; sonra korkuya kapılıp zaafa düşersiniz, rüzgârınız (kuvvetiniz) gider.” (Enfâl Sûresi 8/46) işaret ettiği gibi, dayanışma bozulsa cemaatin tadı kaçar. Bilirsiniz ki üç elif ayrı ayrı yazılsa kıymeti üçtür. Dayanışma ile içtima etse yüz on bir kıymetinde olduğu gibi, sizin gibi üç-dört Hakk’ın hizmetçisi, ayrı ayrı ve amelleri taksim etmemek cihetiyle hareket etseler, kuvvetleri üç-dört adam kadardır. Eğer hakikî bir uhuvvetle (kardeşlikle), birbirinin faziletleriyle iftihar edecek bir dayanışmayla, birbirinin aynı olmak derecede bir kaynaşma sırrıyla hareket etseler, o dört adam, dört yüz adam kuvvetinin kıymetindedirler.

Sizler koca Isparta’yı değil, belki büyük bir memleketi aydınlatacak elektriklerin makinistleri hükmündesiniz. Makinenin çarkları birbirine yardım etmeye mecburdur. Hem birbirini kıskanmak değil, belki bilâkis birbirinin fazla kuvvetinden memnun olurlar. Şuurlu farz ettiğimiz bir çark, daha kuvvetli bir çarkı görse memnun olur. Çünkü vazifesini hafifletiyor. Hak ve hakikatin, Kur’ân ve imanın hizmeti olan büyük yüce bir hazineyi omuzlarında taşıyan zâtlar, kuvvetli omuzlar altına girdikçe iftihar eder, minnettar olur, şükreder.

Sakın birbirinize tenkit kapısını açmayınız. Tenkit edilecek şeyler kardeşlerinizden hariç dairelerde çok var. Ben nasıl sizin meziyetinizle iftihar ediyorum, o meziyetlerden ben mahrum kaldıkça, sizde bulunduğundan memnun oluyorum, kendimindir telâkki ediyorum. Siz de Üstadınızın nazarıyla birbirinize bakmalısınız. Âdeta, her biriniz ötekinin faziletlerini yayınız.

Kardeşlerimizden İslâmköylü Hafız Ali Efendi, kendine rakip olacak diğer bir kardeşimiz hakkında gösterdiği kardeşlik hissini, çok kıymettar gördüğüm için size beyan ediyorum:

O zât yanıma geldi; ötekinin hattı, kendisinin hattından iyi olduğunu söyledim. “O daha çok hizmet eder.” dedim. Baktım ki Hafız Ali tam bir samimiyet ve ihlâsla, onun üstünlüğüyle iftihar etti, zevk aldı. Hem Üstadının severek bakmasını celbettiği için memnun oldu. Onun kalbine dikkat ettim, gösteriş değil, samimî olduğunu hissettim. Cenab-ı Allah’a şükrettim ki kardeşlerim içinde bu âli hissi taşıyanlar var. İnşaallah bu his büyük hizmet görecek. Elhamdülillah, yavaş yavaş o his bu civarımızdaki kardeşlere sirayet ediyor.’

Ve Enes b. Malik (r.a) anlatıyor: Bir gün Peygamberimiz’le (sav) beraberdik. Allah Rasûlü: 

- Şu anda şuradan Cennetlik biri gelecek, buyurdu. 

Ensar’dan Sa’d isimli biri geldi. Selam verdi. Ayakkabıları sol elinde idi. Yeni abdest almış, yüzünden su damlıyordu. Peygamberimiz, ertesi gün de bir üçüncü gün de aynı zat için bu müjdeyi tekrarladı.

Bunun üzerine genç sahabî Abdullah b. Amr b. Âs (r.a) bu zatın peşinden gitti. Ona:

- Müsaade ederseniz evinizde üç gün misafir kalmak istiyorum, dedi. Sa’d kabul etti. Abdullah b. Amr, üç gece Sa’d ile aynı odada kaldı.

Abdullah, Cennetlik olan bu zatın farklı nafile ibadetini merak ediyordu. Ancak farklı bir gece namazı yoktu. Sadece konuştuğu zaman güzel sözler söylüyordu.

Üçüncü gün akşamı o zata Peygamberimiz’in müjdesini haber verdi. Farklı nafile ibadeti olup olmadığını öğrenmek istiyordu. Sa’d:

- Gördüğün gibi benim başka yaptığım bir ibadetim yok, dedi. Abdullah kalkıp giderken Sa’d:

- Ben hiçbir Müslüman kardeşime kin gütmem. Allah’ın bir kuluna verdiği nimeti kesinlikle kıskanmam, dedi. Bunun üzerine Abdullah b. Amr:

- Tamam, senin Cennetlik olmana sebep, bu özelliğin olmalıdır, dedi. (Ahmed b. Hanbel, Müsned: 3/166)

“Mü’minler birbirlerini sevmekte, birbirlerine acımakta ve birbirlerini korumakta bir vücuda benzerler. Vücudun bir uzvu hasta olduğu zaman, diğer uzuvlar da bu sebeple uykusuzluğa ve ateşli hastalığa tutulurlar.”  (Buhârî, Edeb 27; Müslim, Birr 66)

‘Nasıl ki, insanın bir eli diğer eliyle rekabet etmez, bir gözü diğer gözünü tenkit etmez, dili kulağına itiraz etmez, kalp ruhun ayıbını görmez... Hatta hepsi birbirinin noksanını tamamlar, kusurunu örter, ihtiyacını karşılamasına, vazifesini yapmasına yardım eder. Yoksa insanın hayatı söner, ruhu gider, cismi de dağılır. Hem nasıl ki bir fabrikanın çarkları birbiriyle rekabet edercesine uğraşmaz, biri diğerinin önüne geçip ona hükmetmez; birbirlerinin kusurunu görüp tenkit ederek çalışma şevkini kırmaz ve birbirlerini miskinliğe düşürmezler. Belki bütün kabiliyetleriyle, hareketlerini asıl maksatlarına yöneltmek için birbirlerine yardım eder, böylece hakiki bir dayanışma ve ittifakla varoluş gayelerine yürürler. Eğer birbirlerine zerre kadar saldırıp hükmetseler o fabrika karışır, yapılan işler neticesiz kalır. Sahibi de o fabrikayı tamamen yıkıp dağıtır. 
İşte, ey Risale-i Nur talebeleri ve Kur'an'ın hizmetkarları! 
Sizler ve bizler, insan-ı kamil ismine layık öyle bir şahs-ı manevinin uzuvları ve ebedi hayatta sonsuz saadeti getirecek öyle bir fabrikanın çarkları hükmündeyiz. Rabbimizin, ümmet-i Muhammed'i (aleyhissalatu vesselam) kurtuluş sahili olan "Daru's-selam"a çıkaracak bir gemisinde çalışan hizmetkarlarız. Elbette, dört ferde bin yüz on bir ferdin manevi kuvvetini veren ihlas sırrını kazanarak dayanışmaya ve hakiki birliğe muhtacız, mecburuz.’ Vesselam…
17 Mayıs 2019 16:53
DİĞER HABERLER