Aksiyon Dergisi'nin bu haftaki sayısının kapağında verdiği haberde; 2002 yılı başından bu yana devam eden sağlık soruşturmaları ele alınıyor.
Faruk Mercan imzasıyla kaleme alınan habere göre, özel hastanelere yüzde 50'lere varan indirimler yapılmasına rağmen, aynı ilaçlar devlet hastanelerine 17 yıl boyunca yüzde 20 daha pahalı satılmış.
İşte İlaç pazarında vurgunun dosyası
Sağlık soruşturmalarında, Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı, Turgut Özal'ın ölüm raporunda imzası olan Prof. Ali Oto ve Başkent Üniversitesi Rektörü Mehmet Haberal'ın adı neden yer alıyor? 33 ayrı ilaç firması ve toplam 209 ilaçla ilgili soruşturma nereye kadar uzanacak?
‘Sen Türk değilsin. Git, İsviçre vatandaşı ol. İsviçre nüfus cüzdanı taşı ve orada yaşa!’ İstanbul Cumhuriyet Savcısı Nazmi Okumuş, Emniyet’te dört gün sorgulandıktan sonra kelepçeli olarak önüne getirilen İsviçre kökenli Roche ilaç firmasının Türkiye genel müdürü Faruk Yöneyman’ı işte bu sözlerle karşıladı. Savcı Okumuş’un talimatıyla gözaltına alınan ve Emniyet’teki sorgusunda tam 127 soruya, “Susma hakkımı kullanmak istiyorum.” cevabını veren Yöneyman’ın bu sözler karşısında şoke olması doğaldı.
Ne kelepçelenmeyi, ne de savcının bu sözlerini sindirmesi mümkün olan Yöneyman, daha bir süre öncesine kadar, hem Yabancı Sermaye Derneği Başkanı hem de Roche Türkiye Genel Müdürü sıfatlarıyla iş dünyasının en saygın isimlerinden biriydi. Devlet Güvenlik Mahkemesi olarak hizmet veren Beşiktaş’taki İstanbul Adliyesi’nde Savcı Okumuş, daha önce böylesine sert bir çıkışı bir tek işadamı Cavit Çağlar’a yapmıştı.
Bankasını batıran, ifade vermeye çağrılınca ABD’ye kaçan Çağlar, yakalanıp Türkiye’ye, Savcı Okumuş’un önüne getirildiğinde ABD’de nezarette nasıl tutulduğunu anlatmaya başlar. “Ayaklarımdan zincirlediler. Başıma 2,5 metre boyunda bir zenci gardiyan diktiler. O gece korkudan sabaha kadar uyuyamadım.” diyen Çağlar, birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başlar. Savcı Okumuş, Çağlar’a şu karşılığı verir: “Sana telefon açtık. Eski bakansın, gel ifadeni alalım, kaçman yakışık kaçmaz. İfadeni verir, belirli bir kefaletle serbest kalırdın. Ama sen kaçtın. Yakalanınca da serbest kalmak için 5 milyon dolar kefalet ödedin. Bu ülkeye bir şey olursa ilk kaçacaklardan biri sensin!” Şaşkınlık geçiren Çağlar’ın ağzından şu cümleler dökülür: “Tutuklanmaktan korktum. Avukatlarım beni yanılttı. ABD’ye kaçmakla yanlış yaptım.”
Biz yeniden Savcı Okumuş’un halen yürütmekte olduğu sağlık soruşturmasına dönelim. Soruşturma, Türkiye’de faaliyet gösteren devasa Batılı şirketler de dâhil tam 33 ilaç şirketini ve 209 ilacı ilgilendiriyor. Soruşturmanın malî boyutu ise çoktan katrilyonluk rakamları aştı. Üstelik bu soruşturmalarda sadece İstanbul savcısı yok. Başbakan Recep Tayyip Erdoğan’a bağlı Başbakanlık Teftiş Kurulu, Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’e bağlı Devlet Denetleme Kurulu ve Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu da var.
Ankara Adliyesi’nde sürmekte olan davalar var. Bütün bu soruşturmalardan elde ettiğimiz 872 sayfalık belgeleri teker teker incelediğimizde ortaya çıkan görüntü şu: Yer yer ilgili devlet kurumları arasında sert çatışmalara da yol açan ve ülke genelini kapsayan büyük bir “sağlık soruşturması” yaşanıyor. Ankara’daki soruşturmanın çok kritik bir aşamasında savcının, İstanbul’daki soruşturmada Faruk Yöneyman’ı kelepçeleyen polis müdürünün görevden alınması bu çatışmanın şimdilik su yüzüne çıkan boyutları.
Türkiye ilk defa, sancılı da olsa, yılda 23 milyar dolara ulaştığı söylenen sağlık harcamalarını, bu paraların geçmişte nerelere gittiğini didik didik ediyor. Bu öylesine “derin” bir soruşturma ki, dosyalarda isimleri geçenler arasında 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölüm raporunda imzası bulunan üç profesörden biri olan ve Türkiye’nin en ünlü kardiyologlarından sayılan Prof. Ali Oto var. Bülent Ecevit başbakan iken 2002 yılı mayıs ayında rahatsızlandığında yatırıldığı Başkent Hastanesi’nin bağlı olduğu Başkent Üniversitesi’nin rektörü Prof. Mehmet Haberal var. Gülhane Askerî Tıp Akademisi Haydarpaşa Hastanesi’nde görevli Doç. Ata Kırıtmaz var. Devasa ilaç şirketlerinin çarpışmasına bir yazısı ile dâhil olan Sabah Gazetesi Genel Yayın Yönetmeni Fatih Altaylı var.
HER YIL GİDEN 900 MİLYON DOLAR
Bu dosyada, ayrıca, başbakanlığı döneminde Bülent Ecevit’e imzalatılan yarım sayfalık bir yazının devlete nasıl 3 katrilyonluk bir maliyet çıkardığının hikâyesi var. Devletin aldığı tıbbî malzemeler için şirketleri indirim yapmaya zorlayan ve yüzde 30 indirimi aldıktan üç gün sonra koltuğunu kaybeden genel müdürlerin hikâyesi var. Fransa’dan gelen paralarla Türk insanını kobay olarak kullanıp bilimsel deneyler yapan onlarca Türk doktorun hikâyesi var.
2002 başından beri süren sağlık soruşturmaları, bugüne kadar kamuoyuna bazı tıbbî malzeme şirketlerinin sahiplerinin tutuklanması ve Roche ilaç şirketinin etrafındaki iddialarla yansıdı. Devlete fahiş fiyatlarla tıbbî malzeme satmakla suçlanan firma sahipleri ile ilgili dava 9 gün önce (12 Ocak 2007) Ankara’da sonuçlandı. Ankara 11. Ağır Ceza Mahkemesi, davada yargılananlara çeşitli hapis cezaları vermekle yetinmedi; 1999-2002 arasında Çalışma ve Sosyal Güvenlik Bakanlığı yapan Yaşar Okuyan ve bazı üst düzey bürokratlar hakkında da suç duyurusunda bulundu.
Ama, tamamı belki de binlerce sayfa olan ve bizim 872 sayfalık kısmını incelediğimiz belgelere bakıldığında, ortaya çok daha büyük bir fotoğraf çıkıyor. Çünkü Sağlık Bakanlığı Teftiş Kurulu’nun 29 Kasım 2005 tarihli 108 sayfalık raporuna göre, 2004’e kadar 17 yıl boyunca devlete satılan ithal ilaçlarda “bilumum masraflar” adı altında yüzde 20-22’lik fahiş fiyat uygulanmış. Bu düzen ancak 6 Şubat 2004 tarihinde AK Parti hükümetinin aldığı bir Bakanlar Kurulu kararı ve ardından Sağlık Bakanlığı’nın 15 Haziran 2004 günü ilaç fiyatlarını yeniden belirlemesi ile sona eriyor. O tarihte Türkiye’de var olan 6 bin 33 ilaçtan 968’inin fiyatında yüzde 80’lere varan indirimler oluyor. Sadece bu indirimle devletin yıllık kazancı 600 milyon dolar. Aynı kararla, zam beklenen 733 ilacın fiyatı da sabit bırakılıyor. Buradan devletin yıllık kazancı ise 300 milyon dolar. Bu manzara sadece söz konusu ilaçlar için yıllar boyu devletin 900 milyon dolar fazla ödeme yaptığını gösteriyor.
O yüzden İstanbul’daki soruşturmayı yapan savcı Okumuş, yıllarca bu yüksek fiyatları uygulayan Sağlık Bakanlığı üst düzey bürokratlarını da soruşturma kapsamına almış durumda. Bu, 2001’e kadar 17 yıl boyunca görev yapan hem Çalışma hem de Sağlık bakanlarının da tıpkı Yaşar Okuyan gibi soruşturma kapsamına alınabileceğini gösteriyor. Yaşar Okuyan’ı yargı önüne çıkaracak dosyanın sadece 11 adet kardiyoloji malzemesi ile ilgili olduğu düşünülürse, 50 bin çeşidi aştığı söylenen tıbbî malzemelerle ilgili soruşturmaların nerelere kadar uzanabileceğini tahmin etmek güç değil. Aynı şekilde, birkaç kanser ve diyaliz hastalığı ilacı ile ilgili soruşturma Roche firmasını bu şekilde gündeme getirdiyse, 33 firma ve 209 ilacı kapsayan soruşturmanın ulaşabileceği boyutları tahmin etmek de güç değil.
Başbakanlık Teftiş Kurulu’nun tespitlerine göre, Türkiye’de 6 bin çeşit ilaç için yapılan yıllık harcama 7-8 katrilyon lira arasında. Türkiye kişi başına sağlık harcaması bakımından 231 dolarla 191 ülke içinde 82. sırada iken, kişi başına ilaç tüketiminde 22. sırada. Türkiye’de halen 218 ilaç firması faaliyet gösteriyor ve bunların 40 kadarı yabancı kökenli. Bu yabancı ilaç şirketlerini çatısı altında toplayan AİFD’nin genel sekreteri Engin Güner’in verdiği bilgiye göre, Türkiye şu anda dünyadaki 14. büyük ilaç pazarı. 2005’ten beri yabancı ilaç şirketlerinin gelişi daha da hızlandığından, 2009’da Türkiye dünyanın onuncu büyük ilaç pazarı olacak.
ECEVİT’E İMZALATILAN 3 KATRİLYONLUK YAZI
Sağlık soruşturmalarının bugün geldiği boyutları tetikleyen kişi, Ankara Cumhuriyet Savcısı Süha Aldan. Şubat 2002’de başlattığı tıbbî malzeme soruşturmasını, 11 adet kardiyoloji malzemesi ile sınırlamasına rağmen ancak 1,5 yılda tamamlayabilen Aldan, 700 civarında kişinin ve bunların birinci dereceden yakınlarının banka hesaplarını inceletince şu tabloyla karşılaşır: Aralarında Türkiye’nin önde gelen tıp uzmanı profesörlerinin de bulunduğu onlarca doktora tıbbî malzeme ve ilaç firmalarından düzenli olarak yoğun miktarda bir para akmaktadır. Bir tıbbî malzeme firması yetkilisi savcıya şöyle der: “Eskiden aramızda konuşurken kardiyoloji alanında şu doktorlar rüşvet alıyormuş diye hayret ederdik. Şimdi ise sadece şu doktorlar rüşvet almıyormuş diyerek hayret ediyoruz!”
Tıbbî malzeme firmaları ile doktorlar arasındaki bu ilişkilere bakılırken, soruşturma adım adım devletin kurumlarına sıçrıyor. Bunun en çarpıcı örneği, 8 Kasım 2002 tarihinde Başbakan Bülent Ecevit’e imzalatılan bir yazı. Bu yazıyla 9 adet pahalı kardiyoloji malzemesi, “toplu alım” kapsamından çıkarılıyor. Dönemin sağlık bakanı Osman Durmuş, “Zaten bu dokuz malzemenin miktar ve fiyatı hastanelerce alınan malzemelerin yüzde 75-80’ine tekabül ediyor.” gerekçesiyle buna itiraz etmesine rağmen, Başbakanlığın dediği oluyor.
Peki, neden 84 çeşit tıbbî malzeme içinde firmalar özellikle bu 9 malzemeyi toplu alımın dışına çıkarttırdı? Bunu Savcı Aldan’ın 245 sayfalık iddianamesinin 61-62. sayfalarından okuyalım: “Nedense, çoğu ilgili tarafından bu 9 kalem malzemenin toplu alımından vazgeçilmesi yönünde görüş öne sürülüp, bu yönde talimatlar verilmiştir. İşin asıl ilginç yanı ise bu 9 kalem malzemenin kamu kurumlarının tüm malzeme ödemelerinin yüzde 80’ini teşkil etmesidir (Yaklaşık 3 katrilyon lira). Zaten bu 9 kalem malzemenin dışında kalan malzemenin kullanım miktarı ve fiyatları kamuya büyük yük getirecek durumda değildir. Firmaların da aradığı şey bu 9 malzemenin toplu alımdan çıkarılmasını sağlamaktır. Sağlık Bakanlığı’nın uyarıları dikkate alınmaksızın, büyük bir olasılıkla meselenin mahiyeti dahi ayrıntılarıyla açıklanmadan dönemin Başbakanına imzalatılan yarım sayfalık bir yazının, devlette yarattığı maddi külfet oldukça fazladır. Tabiidir ki, kamu kaynaklarından çıkan bu para, yine çıkar grupları tarafından paylaşılan bir para olmuştur.”
Sadece bir örnek verelim. Bu dokuz malzemeden biri olan kalıcı kalp pillerinden birinin Türkiye’ye geliş fiyatı 11 bin 500 dolar olmasına rağmen, SSK’ya satış fiyatı 31 bin 500 dolar. Oysa o dönemde SSK hastaneleri toplu alım yoluna gitse, oluşacak serbest rekabet ortamı gereği bu fiyatın çok aşağı inmesi mümkündü. Savcı, o tarihte toplu alımda direnen bir devlet yetkilisinin yurtdışına birlikte çıktığı danışmanına kadın ikram edilmek suretiyle bu devlet yetkilisine şantaj uygulanması planını bile tespit etmiş.
ÖZAL’IN ÖLÜM RAPORUNDAKİ DOKTOR
Dedik ya, sağlık soruşturmaları Türkiye’de ilk sayılabilecek pek çok şeyi gün yüzüne çıkarıyor. İlaç şirketlerinin bazı ülkelerde insanları “kobay” olarak kullandığı, yani yeni ilaçları bu kişiler üzerinde denediği hep söylenirdi. Ankara ve İstanbul’da yürütülen soruşturmalar Türklerin de kobay olarak kullanıldığını ilk defa resmen kanıtladı. Türkiye’de bu işi koordine eden kişi hem Alman hem de İsrail vatandaşı olan 78 yaşındaki Johanna Bondy. Kısaca “Eva” adını kullanan ve gözaltına alınacağını öğrenir öğrenmez 8 Ocak 2003 günü İsrail’e kaçan Bondy, dosyalarda şöyle tanımlanıyor: “Dünya tıp camiasında oldukça iyi tanınan bir kalp pili teknisyeni ve dünyada elektrofizyolojik çalışma alanında önemli bir yeri olan NASPE adlı kuruluşta çok saygın yeri olan bir kişilik.”
Savcı Süha Aldan’ın tespitlerine göre, Bondy dünyada henüz piyasaya çıkmamış ürünlerin Türk hastalar üzerinde denendiği bu çalışmalarını yaklaşık 20 civarında Türk doktordan oluşan bir “bilimsel çalışma” ekibiyle yürütüyordu. Devletin bilgisi dışında yapılan bu çalışmanın dikkat çekmemesi için Eskişehir’deki hastane üs olarak seçildi. Bu doktorlar Eskişehir’de belli tarihlerde bir otele yerleşiyordu ve hafta sonları Doç. Barbaros Dokumacı öncülüğünde hastanenin özel olarak yaptırılan kardiyoloji laboratuvarındaki deneylere katılıyordu.
Dosyaya göre, Bondy ile irtibatlı Türk doktorlar arasında sürpriz iki isim de var: Hacettepe Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Ali Oto ve Gülhane Askerî Tıp Akademisi’nden (GATA) Doç. Ata Kırıtmaz. Prof. Oto, 17 Nisan 1993 günü kaldırıldığı Hacettepe Hastanesi’nde vefat eden 8. Cumhurbaşkanı Turgut Özal’ın ölüm raporunda imzası olan üç profesörden biri. Halen Türk Kardiyoloji Derneği Başkanı olan Prof. Oto, geçtiğimiz günlerde rahatsızlanan eski YÖK Başkanı Prof. İhsan Doğramacı’ya kalp pili takmasıyla yeniden gündeme geldi. Sağlık soruşturmalarında ismi çokça geçen kardiyoloji profesörlerinden Ferhan Özmen de, Prof. Oto gibi Hacettepe Üniversitesi Kardiyoloji bölümünde görevli. Özmen, aynı zamanda Anavatan Partisi iktidarında Halil Şıvgın’ın Sağlık Bakanı olduğu 1990-91 döneminde Sağlık Bakanlığı Müsteşarlığı yapmış. Belgelere göre, 2001-2003 döneminde bir ara Prof. Özmen’in banka hesaplarındaki para miktarı 600 bin dolara ulaşıyor.
Peki, İstanbul’da kiraladığı bir evde oturan ve 78 yaşında olmasına rağmen özel otomobille bilimsel deneylerin yapıldığı hastaneleri dolaşıp bizzat kontrol eden Bondy’nin büyük bir gizlilikle yürüttüğü bu çalışmaların iç yüzü neydi? Bondy’nin İstanbul’daki evinde yapılan aramada bazı belgeler elde edilmesine rağmen, kritik değerdeki çoğu bilgisayar verisinin silindiği görülüyor. Savcının soruşturmasından ortaya çıkan tablo şöyle: Eva, kalp pilleri ile Türk insanı üzerinde çok sayıda deney yaptırdı. Eva’nın evindeki belgelerde hastaları kodlandırdığı, pek çoğuna da ex (yani öldü) kaydı düştüğü görüldü. Savcı, Bondy’nin bu amaçla talep ettiği ve kullandığı paraya ulaşmış. Bu çalışmalar sürerken yurtdışından Eva’ya yoğun bir para akışı olmuş.
Eva bu çalışmaları ilk önce Fransız Medtronic, sonra İtalyan Snia Group adına yapmış. Savcı, Bondy’nin bu şekilde kaç “bilimsel deney” yaptığını tespit edememiş. Eva’nın evinde ele geçirilen bir belgede, Türk hastalar üzerinde denenecek bir pilin, dünyada henüz piyasaya sürülmediği, 200 hasta üzerinde deneneceği bilgisi yer almış. Kapa 700 adlı bir kalp pilinin 40 Türk hasta üzerinde denendiği belirlenmiş. Dosyaya göre Eva ayrıca çeşitli kod isimler verdiği birçok araştırma projesi yürütüyordu ve ilişkide olduğu Türk doktorlarla sık sık yurtdışına çıkıyordu.
Bu “bilimsel” çalışmanın bir ayağının İsrail olduğunu belirten savcı, Barbaros Dokumacı’nın izinsiz olarak yaptığı İsrail seyahatlerini buna kanıt gösteriyor. İran dâhil daha pek çok ülkeye bu şekilde izinsiz seyahat eden Dokumacı, Bondy’nin temsilcisi olduğu yabancı şirketlerle, yapacağı klinik çalışma için 19 Şubat 2001’de sözleşme imzalıyor. Sözleşmeye göre her hasta için 1234 avro alan Dokumacı, başka klinik çalışmalar için de sözleşmeler yapıyor. Dokumacı’ya yapılan ödemelerin çekleri yurtdışından geliyordu. Öyle ki bu çeklerin tahsili için Eskişehir’deki bankalarda yeterince para yoktu. O sebeple çekler İstanbul’da tahsil edilip Eskişehir’de elden Dr. Dokumacı’ya ödeniyordu. Örneğin Paris’teki bir bankadan gelen ve üzerinde Dokumacı’nın adı yazılı olan 22 Mayıs 2000 tarihli çekin değeri 120 bin frank. “AİDA 2” kodu verilen deney için gelen çekin miktarı ise 100 bin frank.
Türkiye’de hastalar üzerinde “ilaç etki çalışmaları” yapıldığı Başbakanlık Teftiş Kurulu raporunda da yer alıyor. Ayrıca savcı, “Zeta” marka stentin, Türkiye’de henüz satışa sunulmadan Ankara Tıp Fakültesi’nde hastalar üzerinde denendiğini de tespit etmiş. Bir diğer ilginç bilgi, Johanna Bondy’nin evinde yapılan aramada bir “çalışma planı özeti” bulunması. Bu planda şunlar var: “Türkiye’ye yeni ürünlerin girişi artırılmalı. Özel hastaneler hedef seçilmeli. Hekimlerle ikili ilişkilere girilmeli. Fiyat düşüşlerini durdurmak için hekimlerin işin içine sokulması zorunlu.” Bondy 2001 yılı için firmasına hazırladığı raporda, Türkiye’deki çalışmalarının artmasının özel hastanelerin sayısının artmasına ve devletin uyguladığı fiyat politikasının “erozyona uğratılmasına” bağlı olduğunu belirtiyor: “Bu fiyat politikasını delecek en iyi uygulama, yeni teknolojinin Türkiye’ye hızlı girişini sağlamaktan ve başarılı doktorlarla diyalog içinde olmaktan geçiyor!”
Bondy’nin, “Türkiye’de özel hastane sayısı artırılmalı” tespiti ilginç. Çünkü soruşturma dosyalarına bakıldığında devletin en fazla kayba uğraması özel hastanelerle kurulan ilişkilerde ortaya çıkıyor. Örneğin kalp hastalarına en fazla stent takılan yer, Ankara’daki bir özel hastane. Yine SSK’lı hastalara takılan stent ya da kalp pillerinin yüzde 91’ine bu işlem özel hastaneler ya da üniversite hastanelerinde yapılmış. Belgelere göre ilaç firmaları aralarında Başkent Üniversitesi Hastanesi, Alman Hastanesi, Amerikan Hastanesi, International Hospital ve Acıbadem olmak üzere 18 özel hastaneye 1999-2001 döneminde “komisyon” adı altında yüzde 20-30 oranında (toplam 13,5 trilyon lira) ödeme yapmış. Savcı Aldan aynen şöyle diyor: “Sadece İstanbul’daki EKG ve MR cihazlarının toplamı, tüm İngiltere’deki EGK ve MR cihazlarından fazla.” Savcıya göre, hastaları bu gibi cihazların bulunduğu yerlere sevk eden doktorların çoğu, bu şirketlerin gizli ortakları.
Bondy olayı, sağlık soruşturmalarındaki kritik bir nokta. Çünkü konuştuğumuz üst düzey bir yetkili şöyle diyor: “Savcı Süha Aldan, avukatı aracılığıyla İsrail’deki Bondy ile temas kurdu. Aldan, Bondy’yi Türkiye’ye gelmeye hemen hemen ikna etmişti ki görevden alındı!” Aldan’ın görevden alınması ile belki Bondy olayının pek çok boyutu karanlıkta kaldı; ama sağlık soruşturmaları kesilmedi. Bir anlamda İstanbul’daki soruşturmayı, Ankara’daki bu tıkanma tetikledi. Böylece savcı Nazmi Okumuş’un açtığı soruşturmayla olay ilaç şirketlerine uzandı.
MEHMET HABERAL MESAJLARI
İşte İstanbul’daki bu soruşturma, 700 kişinin malvarlıkları araştırılınca ortaya çıkan ilaç şirketleri-doktor ilişkileri gerçeğini tam anlamıyla gözler önüne serdi. Bu şekilde dosyaya giren kişilerden biri de zaman zaman ismi siyasetteki yeni oluşumlar için geçen Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Mehmet Haberal. Başkent Üniversitesi Hastanesi, 2002 yılı mayıs ayında zamanın başbakanı Bülent Ecevit’in hastalanmasıyla adını duyurdu. Bu hastaneye yatırılan Ecevit, kendisine komplo kurulduğunu düşünerek tedavisi bitmeden hastaneyi terk etti. İddialara göre, Ecevit hastaneyi terk etmeseydi, işgöremezlik raporu verilerek Başbakanlık’tan ayrılmak zorunda bırakılacaktı. Aynı senaryo çerçevesinde Ecevit’in yerine başbakan olması beklenen kişi ise yardımcısı Hüsamettin Özkan’dı.
Soruşturma belgelerine göre, Başkent Üniversitesi Hastanesi firmalardan ilaç alırken, devlet kurumlarının yaptığı ödemelerden yüzde 25-27 daha az ödeme yaptı. Örneğin Roche firması, 1 Ocak 200 ile 30 Haziran 2004 döneminde toplam 3,5 yıl boyunca, Başkent Üniversitesi Hastanesi’ne ortalama yüzde 25 indirimle ilaç vermiş. Başkent Üniversitesi Hastanesi’ne iskonta uygulanırken, trilyonlarca liralık alım yapan SSK’ya uygulanmamış. Yine SSK’ya 30 gün vade ile verilen ilaç Başkent Üniversitesi Hastanesi’ne 90 günde faturalanıp 150 günde tahsil edilmiş. Başkent Üniversitesi’ne 2003 yılı içerisinde ithal ürün satışlarında 686 milyarlık indirim yapılmış. Hastane bunu gider sayınca Hazine81 milyar lira vergi kaybına uğradı.
Dosyalarda bir ilaç firması elemanının, bağlı olduğu İstanbul’daki genel müdür yardımcısına Prof. Haberal ile ilgili olarak gönderdiği şöyle bir mesaj yer alıyor: “Başkent Üniversitesi’nden Mahmut Akın bey bizden EDTA için geçen yıl olduğu gibi bu yıl da destek talebinde bulunmuşlar ve 30 bin dolar istemişlerdir. Sizin de onayınızla 15 bin dolar geldi. Mahmut Beye, verebileceğimiz desteğin bu kadar olabileceğini ilettim. Bizi anlayışla karşıladığını; ancak durumu Mehmet Haberal’a ilettiğini, bizden bu şekilde bir beklenti içerisinde olduklarını ve Sayın Rektöre bu şekilde yanıt vermemizin daha uygun olacağını anlattı. Sadece 20 bin dolarlık yol masraflarını karşılamamız halinde çok rahat edeceklerini ifade etti. Ayrıca Konya’da 250 yataklı bir hastaneyi daha hizmete soktular. Yaz sonuna kadar ilk olarak 35 makinalık, daha sonra 50 makinaya çıkacak bir diyaliz merkezini hayata geçireceklerini belirtti.”
Yine aynı ilaç firmasının genel müdür yardımcısının bir firma elemanına gönderdiği 10 Temmuz 2002 tarihli bir başka mesaj ise şöyle: “Büyük zorluklarla sene başında kazandığımız Başkent Üniversitesi ihalesi ile her ay yaklaşık 350-400 mia’lık ilave satış sağlanmaktadır. Önemli bir tesis olan Başkent Üniversitesi’nin üst yönetimi (özellikle Sn. M. Haberal) ilaç siparişlerinin zamanında teslimi konusunda son derece hassas davranmaktadır. Bizler için önemini vurguladığım bu tesisin ilaç sevkıyatlarında aksama olmaması hususunda yardımınızı rica eder, iyi çalışmalar dilerim.”
AÇIK ARAZİDE YAKILAN BELGELER
Şimdi doktor-ilaç şirketleri ilişkilerindeki öteki olaylara geçelim. Savcılar, “Tıbbî malzeme ve ilaç şirketleri, bazı tıp adamlarını birer propagandist gibi kullanıyor.” diyor. İşin ilginç yanı üniversite yönetimlerinin savcılar gibi düşünmemesi. Çünkü hiçbir üniversite soruşturma dosyalarında ismi geçen tıp profesörlerinin davranışını tıp etiğine aykırı bulmadı. Üniversite senatoları dosyalarda suçlanan tıp profesörlerinden hiçbiri hakkında soruşturma izni vermedi. Oysa belgelere göre tıp adamlarının aileleri ile birlikte tıbbî kongre adı altında gezilere götürülmesi, kredi kartı borçlarının ödenmesi bir yana, bazı profesörler için özel “harcırah dosyaları” açılmış. Bunlardan biri Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde görevli Prof. Kenan Ö. Başbakanlık Teftiş Kurulu raporundaki bir diğer ilginç bilgi, Türkiye’deki 550 psikiyatristin eşleri ile birlikte üç özel uçakla Prag’a seminer adı altında geziye götürülmesi.
Savcı Süha Aldan, bu tabloyu şöyle anlatıyor: “Nitekim, ürünün kullanımı karşılığı hekimlere sağlanan çıkar öylesine artmıştır ki, iş bazı hekimlere kadın temin etmeye kadar vardırılmıştır. Artık hekimlerin günlük işlerinin takibi, araçlarının bakımı, taşıt kullanım vergileri, ev kiraları, elektrik-su borçlarının ödenmesi, bir yerden diğerine taşınmaları, kooperatif taksitleri yatırılarak ev sahibi olmalarının sağlanması ve turistik gezileri dahi firma ve elemanlarınca gerçekleştirilmekte ya da finanse edilmektedir.”
Ankara’daki Mesa, Sardunya, Angora gibi lüks konut sitelerinden daire alan tıp profesörlerinden bazılarının ödemelerinin düzenli olarak firmalar tarafından yapıldığı dosyalardan anlaşılıyor. Savcıya göre İbni Sina Hastanesi Kardiyoloji Bölümü Başkanı Prof. Derviş Oral’a, kalp hastalarına takılan her üç stent başına 750 dolar ödeniyordu. Nitekim savcının ele geçirdiği bir evrakta, “3 stent Derviş” kaydı var.
Bir ilaç firması, hangi doktorların ilaçlarını ne kadar reçetelere yazdığı hakkında istatistikî bilgi deposu oluşturmuş, ilaç yazma kapasitesi yüksek doktorları “altın doktorlar” diye ayırıp onları özel takip için “altın doktor kayıt formu” düzenlemiş. İlaç firması elemanı Konya’daki Prof. Süleyman T.den söz ederken; “Bu hekimin reçeteleri tamamen bize dönmüş durumdadır.” diyor. Profesör, acil olarak ilaç şirketinden 10 bin dolar istemiş ve “Yıl içinde sizi zorlayacak bir istekte bulunmayacağım” taahhüdünde bulunmuş. Bir başka ilaç pazarlamacısı, İstanbul’a gönderdiği mesajda, “Yıllardır ürünlerimize ve bize olan güvenlerini reçetelerine yansıtan ilgili hekimlerimizin beklentilerinin karşılanması önemli.” diyor.
Örneğin Eskişehir SSK Hastanesi’nde görevli Doktor Hasan Y.nin Madrid’de yapılacak bir kongreye neden gönderilmesi gerektiğini anlatan firma elemanı, Ocak 2002’de merkezine gönderdiği mesajda “Ünite satışlarımızın yüzde sekseni bu hekimimizden kaynaklanmaktadır. 2002 yılında bize iyi satışlar sağlayacak olan bu hekimimizin firmamız için önemi tartışılmazdır.” diyor. Kahramanmaraş Devlet Hastanesi’nde görevli Dr. İsmet I.ya neden bir dizüstü bilgisayar verilmesi gerektiği şöyle açıklanıyor: “Kendisi devlet hastanesi ve diyaliz merkezinin sorumlusu. Onunla yıllık 300-350 kutu ilaç tüketiyoruz.”
İstanbul’daki Siyami Ersek Hastanesi’nde görevli operatör doktor Gökçen O., Meksika Cancun’da düzenlenen kongreye katılması için bin dolarlık kongre giriş parasını ilaç firmasından istiyor. Firma, Cerrahpaşa Tıp Fakültesi Ortopedi kliniğindeki asistan odasına 50 metrekarelik bir halı ve iki elektrikli soba vermek için bir yıl boyunca reçetelere iki ilacının yazılmasını istiyor. Ege Üniversitesi Tıp Fakültesi’nden Prof. Erdem G. yeni yapılan onkoloji hastanesi için ilaç firmalarına şöyle bir masraf listesi çıkartıyor: “Novartis, BMS, Lily ve Aventis firmalarının her biri 30 bin dolar verecek ve bir hemşirenin bir yıllık maaşı ile sigortasını karşılayacak!” Profesörün Roche firmasından isteği ise 35 bin dolar.
İş o noktaya varıyor ki, Ankara Üniversitesi Tıp Fakültesi Hastanesi’nde görevli bir doktor, yabancı bir dergide çıkan makalesinin kabul parasını ilaç firmasından istiyor. Ankara’dan bir doçent, abone olacakları dört yabancı derginin parasının ödenmesini istiyor. Doğal olarak bunların hepsi ilaç firması için “yatırım” anlamına geliyor. Bu yüzden bir firma elemanı “Yatırımımızla fark yaratalım.” diyor. Bu eleman bir sağlık ocağına hamile kadınların aynı anda boyunu ve kilosunu ölçen bir terazi alınması karşılığında hamile olsun olmasın, gelen kadın hastalara firmasının ilaçlarının yazılacağını belirtiyor.
İlginç olan, gizli yürütülen savcılık soruşturmasının firmalar ve doktorlar tarafından öğrenilmesi. Soruşturmayı öğrenen tıp profesörleri banka hesaplarını boşaltmanın telaşına düşerken, bazı firmalar kutular dolusu çok önemli evraklarını açık arazide yakıp imha etmiş. Ankara’daki bir özel hastane, ameliyat defteri savcının eline geçmesin diye, hastaneye ait düzenli bilgileri içeren bu defteri yok etme ihtiyacı hissetmiş. Soruşturma, firmaların bu özel hastanede takılan her stent başına 550 dolar komisyon ödediğini açığa çıkarmış.
ASKERÎ BİRLİKTE NE YAPILDI?
Bu arada, ilaç firmaları kışlaları da ihmal etmemiş. Bunun en çarpıcı örneği İstanbul’daki 66. Zırhlı Tugayı’nda yaşanmış. Firma elemanı, bunu şöyle anlatıyor: “Her bir celp döneminde birliğe katılan yeni erlere mantar taraması planladık. Ortaya çıkacak yumuşak doku ve hafif travmalar için antienflamatuar tercih edilecek. 2004 sonuna kadar üç celp döneminde minimum 3 bin 500 Oceral krem, 4 bin Oceral solisyon ve 3 bin 500 kutu Tilcotil satışı hedefliyoruz.” Eleman, ilaç gözlem çalışması adı altında yapılacak bu iş için, muhtemelen bu çalışmayı yürütecek yetkililere vermek üzere 7 milyar 5 milyon liralık GİMA alışveriş çekine ihtiyacı olduğunu merkezine bildiriyor ve “Çeki gönderin, bu iş tamam.” diyor.
Yine Giresun’da devlet hastanesi eliyle bir sağlık taraması yaptırılıyor. Taramaya 110 hasta katılıyor ve yüz kişide kemik erimesi, 58 kişide ise yüksek tansiyon tespit ediliyor! Firma elemanı, bu etkinliği merkezindeki yetkili hanıma bildirirken şöyle diyor: “Taramanın birkaç dakikasını kameraya çektim. Sonradan kendime kızdım. Keşke kamerayı bir yere sabitleseydim de doktorun her reçeteye bizim ilacı nasıl yazdığını Tuğba hanım da görseydi, benim gibi o da mutlu olurdu diye içimden geçirdim. CD pazartesi elinizde olacak.” Bir diğer çarpıcı olay Balıkesir’de yaşanmış. 2001 yılında Balıkesir’de protez kullanımı yüzde 600 gibi bir sıçrama göstermiş. Acaba Balıkesir’de özel bir sebeple eklem rahatsızlıkları mı arttı diye incelenmiş. Ama durumun Giresun’dakinden farklı olmadığı anlaşılmış. Yerlisi iki milyar, ithal olanı 10 milyar olan bu protezlerle birileri ceplerini doldurmuş.
Bütün bunlarla yetinilmemiş. Özellikle büyük ölçekli eczanelerde reçete analizleri yapılıp, o bölgede hangi hastalar olduğu, hangi ilacı kullandıkları tespit edilmiş. O da yetmemiş, devlet kurumlarına firmaya özel ihaleler düzenlettirilmiş. Belgelerden okuyalım: “SSK Eskişehir Hastanesi’nde düzenlettiğimiz bin 870 kutu kapsül ihalesi fiyat kırılmadan bizde kaldı. Bursa Şevket Yılmaz Hastanesi’ne 600 kutuluk kapsül ihalesi düzenlettik ve fiyat kırılmadan ihaleyi aldık.”
FATİH ALTAYLI’NIN YAZISI
Sağlık soruşturmaları ilaç ve tıbbî malzeme firmalarının, çeşitli konularda medyayı nasıl ustalıkla kullandıklarını da gözler önüne seriyor. Bunun en çarpıcı örneği, Roche firmasının, rakip firmaya ait bir ilacın satışını Türkiye’de durdurmak için uyguladığı yöntem. Firma yönetimi, 2003 yılı kasım ayında, o tarihte Hürriyet gazetesinde köşe yazarlığı yapan Fatih Altaylı’ya rakip ilacı kötüleyici bilgiler gönderiyor. Roche, o tarihte Altaylı’nın köşesinin etkinliğinden yararlanırken, Altaylı belki de farkında olmadan iki ilaç devi arasındaki 40 milyon dolarlık bir savaşın odağına yerleşiyor.
Altaylı, 15 Kasım 2003 tarihli köşesinde “İlaç olmayan ilaca 39,5 milyon dolar” başlığıyla şunları yazıyor: “Türkiye’nin sorunlarına fazlasıyla duyarlı hekim bir dostum, Türkiye’de sağlık alanında devletin nasıl ‘ütüldüğünün’ örneklerinden birini yollamış. Biliyorsunuz, Türkiye’de ilaç harcamalarının neredeyse yüzde 80’i devlet tarafından ödeniyor. Bu kez söz konusu olan ilaç ‘Tebokan’ adında bir sinir ilacı. İlacın reçete edilme nedeni, hafıza kaybı ve yaşa bağlı hafıza bozuklukları. Fiyatı ise 35 milyon TL. Ancak son yıllarda yapılan klinik araştırmalar gösteriyor ki, Tebokan adlı bu ilaç, hastalar üzerinde ilaç görünümünde olan ama ilaç olmayan haplardan daha etkili değil. Dostum bunu ABD’nin en saygın tıp dergilerinde bu ilaç hakkında çıkan değerlendirmelerle de gösteriyor. JAMA’nın 2002 Ağustos, The Journal of Family Practice’in 2002 Kasım sayılarında bu ilaçla ilgili değerlendirmeler yer alıyor. Ancak bu yayınlar Türkiye’de devletin ilgili birimleri tarafından yeterince takip edilmediğinden bu ilaca Türkiye Cumhuriyeti Devleti geçtiğimiz yıl içinde tam 39,5 milyon Amerikan Doları ödüyor. İşin ilginci, bu ilacın kullanımı son bir yıl içinde yüzde 80’lik bir artış gösteriyor.”
Bu gelişme üzerine Sağlık Bakanlığı, söz konusu ilacı alım listesinden çıkarıyor. Belgelere göre bu ilacı pazarlayan Abdi İbrahim ilaç firmasının sahibi Nezih Barut, kendisine yönelik bu yayının arkasında Novartis ilaç firmasının bulunduğu kanısına varıyor. Ve piyasada Abdi İbrahim ile Novartis arasında agresif bir hareket başlıyor. Bu arada, Roche elemanları da Altaylı’nın yazısını elden doktorlara ulaştırıp bu ilacın doktorlar tarafından reçetelere yazılmaması için kampanya başlatıyor.
Dosyalarda, ilaç şirketlerinin medyayı nasıl kullandığının çarpıcı bazı örnekleri daha var. Örneğin; büyük ihaleler öncesinde fiyat düşmesini engellemek için, “Türkiye’ye üçüncü dünya ülkelerinin malzemeleri giriyor, insan sağlığı hiçe sayılıyor.” gibi haberler yaptırılmış. 27 Mayıs 2002 tarihli ve “kapakçık skandalı” başlıklı bir gazete haberinde “İspanya ve İtalya sağlık bakanlıklarınca hastalara takılması yasaklanan TRI marka kalp kapakçıkların