İnkarcı anlayışla imani anlayış arasındaki farkı Ebu Abdurrahman, Kur'an-ı Kerim ve Risale-i Nur'lar ışığında yazdı
İnkârcı bir anlayışla kâinata bakan gözün anladığıyla, Kur’an’ın nuru ile bakan derin nazarın bakış farklarına dikkat edecek olursak: Bediüzzaman Hazretlerinin ifadesiyle: “Kur’an’ın her bir âyeti karanlığı delen bir yıldız gibi mucizelik ve hidayet nurunu neşrederek, inkâr ve gaflet karanlıklarını nasıl dağıttığını görmek ve zevk etmek istersen, kendini, Kur’an henüz inmeden önceki o câhiliyet asrında ve o bedevilik sahrasında farz etki, her şey cehalet ve gaflet karanlığı altında tabiatın donuk, ruhsuz perdesine sarılmış olduğu bir anda Kur’an’ın yüce ve yüksek dilinden: ‘Göklerde ve yerde ne varsa, hepsi de Allah’a tesbih edip Onu her türlü kusur ve noksandan tenzih ve takdis eder. O, Aziz ve Hakîmdir.’ (Hadid Suresi, 57/1) ‘Göklerde ne var, yerde ne var ise, hepsi de Allah’a tesbih ediyor; O’nu her türlü kusur ve noksandan tenzih ve takdis ediyor ki. Ki, O, Melik, Kuddus, Aziz ve Hakimdir.’ (Cum’a Suresi, 62/1) gibi ayetleri işit, bak. O ölmüş veya yatmış âlemin varlıkları ‘Sebbeha Yüsebbihu (Tesbih etmektedir… Tesbih ediyor…)’ sadası ile işitenlerin zihninde nasıl diriliyor, uyanık, duyarlı bir hâl alarak, ayağa kalkıp zikrediyorlar. Hem o karanlık gök yüzünde birer camit ateş parçası olan yıldızlar ve yerdeki perişan mahluklar ‘Yedi kat gökler ve yerde olan her şey Ona tesbih eder’ (İsrâ Suresi, 17/44) ses ve sadasıyla işitenlerin nazarında nasıl Gökyüzü bir ağız, bütün yıldızlar, hikmet ifade eden birer kelime ve hakikatı gösteren bir nur; Arz bir kafa, karalar ve denizler birer dil ve bütün hayvanlar ve bitkiler tesbihat yapan birer kelime suretinde kendileri gösterirler.” (Yirmi Beşinci Söz, Üçüncü Şule, Birinci Ziya)
Kur’an’ın bize gösterdiği geniş ufuk ve derin mânalar açısından yine Bediüzzaman Hazretlerinin tesbitleriyle kainatın ifade ettiği mânalara dikkat etmeye çalışalım:
Hadis-i Şerifte, “Bir melâike var. Kırk bin başı var. Her başında kırk bin dili var. Her dilinde kırk bin tesbihat yapıyor. (Yani 64 trilyon tesbihatı aynı anda söylüyor.)” (Taberâni) buyuruluyor. Üstad Hazretleri Yirmi Dokuzuncu Söz’de bunu izah ederken, diyor ki: Şu Hadisin hakikatının, bir MÂNASI var, bir de SÛRETİ var. Mânası şudur ki: Melâikenin ibadetleri, hem gayet muntazamdır, mükemmeldir; hem gayet küllîdir, geniştir. Şu hakikatın sureti ise, şudur ki: Bazı büyük cismânî varlıklar vardır ki, kırk bin baş kırk bin tarz ile kulluk vazifelerini yapar. Mesela; gökler, güneşlerle, yıldızlarla TESBİHAT yapar. Yer yüzü tek bir mahluk iken, yüz bin baş ile; her başta yüz binler ağız ile, her ağızda yüz binler dil ile kulluk vazifesini, Rabbine karşı TESBİHATINI yapıyor. İşte küre-i arza müekkel (vazifeli) melek de, melekût âleminde şu mânayı göstermek için görünmesi lâzımdır. Hatta ben, orta büyüklükte bir BADEM AĞACI gördüm ki; kırka yakın BAŞ hükmünde BÜYÜK DALLARI var. Sonra bir DALINA baktım, kırka yakın DİLİ hükmünde KÜÇÜK DALLARI var. Sonra o küçük dalının bir DİLİNE baktım, KIRK ÇİÇEK açmıştır. O çiçeklere hikmet nazarı ile dikkat ettim; her bir ÇİÇEK içinde kırka yakın incecik, muntazam PÜSKÜLLERİ, RENKLERİ ve SANATLARI gördüm ki, her biri Cenab-ı Hakkın ayrı ayrı GÜZEL İSİMLERİNİN birer tecellisini ve birer ismini okutturuyor. İşte hiç mümkün müdür ki, şu BADEM AĞACININ Yaradanı olan Cenab-ı Hak, bu câmid ağaca bu kadar vazifeleri yükletsin; onun mânasını bilen, ifade eden, kâinata ilan eden, Cenab-ı Hakkın huzuruna takdim eden, ona münasip ve ruhu hükmünde bir melek-i müekkeli ona bindirmesin.”
Üstad Hazretleri İkinci Şua’nın Birinci Makamında şöyle diyor:
“Mesela, Vahdet (birlik) sırrı ile kâinat, öyle büyük ve cismânî bir melâike hükmünde olur ki, varlıkların nevileri adedince, YÜZ BİNLER BAŞLI… ve her BAŞINDA o neviden bulunan fertlerin sayısınca YÜZ BİNLER AĞIZ…. Ve her AĞIZDA o ferdin cihazları (donanımları) , organları ve hücreleri mikdarınca YÜZ BİNLER DİLLER ile Yaradanını takdis ederek TESBİHAT yapan İSRÂFİL Aleyhisselam gibi kullukta yüce ve yüksek bir makam sahibi ve hârika hayret veren benzersiz bir varlık iken; hem tevhid sırrı ile âhiret âlemlerine ve menzillerine çok mahsulat yetiştiren bir tarla, bir bahçe… Âhiretin saadet diyarlarının tabakalarına insanların amelleri gibi çok hâsılatıyla, lüzumlu şeyleri tedârik eden bir fabrika…. Bekâ âleminde bilhassa Cennet-i Âlâ’daki, seyircilere, dünyadan alınma ebedî manzaraları göstermek için devamlı şekilde işleyen YÜZ BİN YÜZLÜ SİNEMALI BİR FOTOĞRAF iken; Allah’a şirk ve ortak koşmak ise, bu hayret veren, tam mutî, hayattar ve cismanî meâikeyi; câmid, ruhsuz, fâni, vazifesiz, helâk olucu, mânasız hâdiselerin kargaşa ve karışıklığı altında ve çeşitli değişimlerin fırtınaları içinde, yokluk karanlıklarında yuvarlanan perişan, boş ve mânasız bir varlıklar topluluğu… Hem bu çok garip ve tam muntazam, faydalı fabrikayı; mahsûlatsız, neticesiz, işsiz âtıl halde bulunan, karmakarışık olarak şuursuz tesadüflerin oyuncağı ve sağır tabiatın ve kör kuvvetin oyun yeri ve bütün şuur sahibi varlıkların mâtemyeri ve bütün hayat sahibi varlıkların mezbahası ve hüzün yeri şekline çevirir.”
İşte Kur’anî bakışla, inkârcı bakışın farkları…
E. Abdurrahman