İşte yaşadığımız gerilimin şifreleri

İşte yaşadığımız gerilimin şifreleri
Türkiye, son iki senesi gerilim filmlerini aratmayacak kadar adrenalini yüksek bir 6 yıl geçirdi ve tansiyon hâlâ yükseliyor.
Geriye dönüp süreç dikkatli gözlerle incelendiğinde herkesin rolünü oynadığı çok daha iyi anlaşılıyor. Meğer belirli çevrelerde AK Parti’yi kapatma senaryoları ‘fütursuzca’ 6-7 aydır konuşuluyormuş. Bu da 2007’de 22 Temmuz seçim sonuçları açıklanır açıklanmaz senaryonun devreye sokulduğu anlamına geliyordu. Dolayısıyla, iddianameye malzeme sağlamak üzere bazı gazete ve TV’lerin olağanüstü çabalarını da anlamlı kılıyordu. Show Haber’e transfer olan Ali Kırca’nın elemanlarını gizli kamerayla sahaya sürmesi, akıllardan çıkmış değildi. 22 Temmuz seçim sonuçları ve ardından yapılan cumhurbaşkanlığı seçim sürecinde istediklerini alamayan, -Hasan Celal Güzel’in tabiriyle- ‘jakoben oligarşi’ için bu bir hayal kırıklığıydı. Fakat film bitmemişti. Konsept değişikliğine uğramış senaryonun ikinci bölümüne geçilmişti. Süreçte bazı kişilerin ‘akıl almaz’, duyanların kanını donduracak açıklamalar yapmaları da senaryonun ikinci bölümüyle ilgiliydi, şüphesiz. Tansel Çölaşan’ın 27 Mayıs’ı devrim gibi görmesi, Prof. Dr. Erhan Nalçacı’nın ‘kanımızın son damlasına kadar savunacağız’ demesi, Türkan Saylan’ın ‘Bu ülkede bizim istemediğimiz bir şeyin olması mümkün değildir’ açıklaması, Ulusal Sanayici ve İşadamları (USİAD) Genel Sekreteri Birol Başaran’ın “Hukuk dışına çıkılacak günler geliyor” demesi boşuna değildi, tevekkeli. Ama önce filmi bir geriye saralım. Yıllardır ‘odak’ olmakla bilinen bir gazetenin başyazılarını da yazan İlhan Selçuk, 2006 yılının mayıs ayı başında, zamanın cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer’le bir görüşme yapar. Ve 8 Mayıs 2006’daki imzasız başyazıyı o görüşmenin ışığında kaleme alır: “2007’ye doğru Türkiye Cumhuriyeti büyük bir sınav yaşayacak ve gerilimden geçecek gibi görünüyor.” Ve bir gün sonra… Ertuğrul Özkök, Hürriyet’teki köşesinde, Selçuk’un bu yazısını analiz eder: “Cumhurbaşkanı Sezer, Erdoğan veya Arınç’ın Çankaya’ya çıkmasının önünü kesecek bazı girişimlerde mi bulunacak? (…) Cumhurbaşkanı Sezer ile İlhan Selçuk’un baş başa görüşmesinde nelerin konuşulduğunu doğrusu çok merak ediyorum. Bu konuda her ikisi de ketum. Ama AKP kanadına tavsiyem şu: İlhan Selçuk’un dünkü yazısını ve benim bugünkü yazımı kesip bir kenara koysunlar. O üstü kapalı sözlerin şifreleri, 2007 Mayıs’ına yaklaşıldıkça tek tek açılacak.” 2007’de yaşananları unutmuş olamazsınız. Ama biz yine de Hasan Cemal’in, Milliyet’te 20 Mart 2008 tarihli köşesinde, Ertuğrul Özkök’ün bahsettiği ‘şifrelerin’ çözümünü de hatırlatan, son 5 yıllık sürede Türkiye’de nelerin olduğuna dair satırlarına bir göz atalım: “Türkiye bir kez daha ‘28 Şubat sürecinin içine itilmek isteniyor. Bunun ilk denemeleri 2002 seçimleri sonrasında, AKP’nin iktidara gelmesiyle birlikte yapılmıştı. (…) Zamanın Kara Kuvvetleri Komutanları, Jandarma Komutanları Aytaç Yalman Paşalar, Şener Eruygur Paşalar bu yüzden hareketlenmişlerdi. Zamanın Genelkurmay Başkanı Hilmi Özkök Paşa bu nedenle sıkıştırılmıştı. (…) Zamanın Deniz Kuvvetleri Komutanı Örnek Paşa’nın günlüklerine kadar yansıyan -ve Hilmi Özkök Paşa tarafından da reddedilmeyen- darbe tertipleri (Nokta dergisinin kapatılmasına ve hakkında dava açılmasına yol açan tertipler) daha sonra Sarıkız, Ayışığı operasyonları diye basına yansımıştı. Ertesi yıl, 2007’de ise Çankaya Savaşları başlatıldı. Cumhuriyet mitingleri, Anayasa Mahkemesi’nin tam bir hukuk skandalı olan 367’si, 27 Nisan muhtırası... Hepsi aynı zincirin halkalarıydı. Belki de bu zincirin adı, -demokrasi adına halen aydınlanmayı bekleyen- Ergenekon’du, kim bilir.” Hasan Cemal’in yazısında yer vermediklerini de biz aktaralım. Trabzon’da bir rahibin cinayete kurban gitmesinden sonra gazeteci Hrant Dink öldürüldü. Malatya’da Hıristiyan misyonerlere yönelik cinayetler işlendi. Kanalını CHP’ye tahsis etmesiyle övünen Tuncay Özkan açıklamıştı önce projesini. “Çankaya’ya barikat kuracağımız günler gelecek” diyerek, o makama ‘halkın’ kendisini oturtmayacağını söylüyordu. Daha önce rahmetli Turgut Özal’ın cumhurbaşkanı seçilmesine “Onursuzca indiririz” diyerek tepki koyan CHP Genel Başkanı Deniz Baykal da “Erdoğan’ı o koltukta oturtmayacaktı.” Bunlara ilaveten Zeyno Baran’ın, 2006 yılında kaleme aldığı Newsweek Dergisi’ndeki yazısında “2007’de darbe olasılığı yüzde 50” demesi de bir fal bakma olayı değildi netekim! “2S formülü” yani Sezer ve Selçuk’un görüşmesi, netice vermişti. Her şey yolunda ilerliyordu. Sürecin eksisi yok, artısı vardı. Bütün bunlar yetmezmiş gibi 9 Eylül Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Emin Alıcı da, 10 yıldır düzenlenen Karşıyaka Toplantıları’nın Eylül 2006’da yapılan bölümünde “Keşke o zaman Anadolu Müslüman olmasaydı” diye bir laf etmiş, sözlerini inkâr yoluna başvurup, çıkış yolu bulamayınca da kendisini arayan Vatan Gazetesi muhabirine “Ben Hıristiyan’ım ve bu sözler Papa’nın Müslümanlara sarfettiği sözler kadar etkili olur ve sonuçları da benim için çok kötü olur.” demek durumunda kalmıştı. “2S” görüşmesinin bir neticesi olsa gerek, Sabih Kanadoğlu’nun 367 gibi bir ‘hukuk skandalı’ icadı da medet olmayınca, son çare 27 Nisan elektronik darbesi kalmıştı. O dönemde gözden kaçan şu yazı, Deniz Baykal ve partisi CHP ile yargı ve daha kimlerin birlikte hareket ettiğine dair önemli bir ipucuydu sanki: Yazı 27 Nisan 2007 bildirisinden tam 40 gün önce Mehmet Yakup Yılmaz’ın Hürriyet’teki köşesinde “Baykal kendi işini ihale etmek istiyor!” başlığıyla yayımlanmıştı. Dikkatle okuyalım. Yılmaz, yazısında “Baykal’ın daha sonra yakın çevresine bir önsezisinden söz ettiği ve ‘Asker, Erdoğan’ı son anda uyarabilir’ dediği de iddia ediliyor.” diyordu. Anlaşılan kimse tek başına değildi! Hatta bazıları o kadar ileri gitmişti ki, ülkeyi savaş ortamında görerek ve kendilerini Türkiye’nin tek sahibi zannederek, Atatürk’ün savaşta söylediği bir sözü bile sarf edebilme cesaretini göstermişti 2007’deki o süreçte. Seçimlerden iki hafta önce, üniversitenin mezuniyet töreninde konuşan İnönü Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Fatih Hilmioğlu “Ne mutlu Türküm demekten onur duyanlarla ‘Türkiyeliyim’ diyenlerin savaşması gerektiğini” savunabilmiş ve “söz konusu vatansa gerisi teferruattır.” sözüne gönderme yapmıştı. Bütün bunlar eski Cumhurbaşkanı Süleyman Demirel’in 2000 yılında söylediği “Devlet bazen rutinin dışına da çıkar” sözü ile de açıklanabilir miydi? Son yıllarda, izlediği demokratik çizgiyle tanınmasına rağmen, İlhan Selçuk’un başrollerinde oynadığı darbeci bir senaryoda yer alıp Türkiye’yi 9 Mart 1971’de karanlık bir sürece iteklemek isteyenlerden biri olarak, bu hususlarda tecrübe sahibi Hasan Cemal, yukarıda da alıntıladığımız aynı yazısının sonunda ne demişti?: “Hepsi aynı zincirin halkalarıydı. Belki de bu zincirin adı, -demokrasi adına halen aydınlanmayı bekleyen- Ergenekon’du, kim bilir.” 22 Temmuz seçimleri yapılmış ve Abdullah Gül 28 Ağustos 2007’de Çankaya Köşkü’ne çıkmıştı. Eski Yargıtay Başsavcısı Nuri Ok’un zamanında açılmış AK Parti kapatma dosyasına malzeme gerekiyordu. Başbakan Erdoğan, 2008’in ocak ayında, Türkiye’de başını örtenlere baskı yapıldığına dair İspanya’da yaptığı açıklamaların devamında “Velev ki bir siyasi simge olarak taktığını düşünün. Bir siyasi simge olarak takmayı suç sayabilir misiniz?” demesi, zaten pusuda bekleyenler için bulunmaz bir fırsat doğurmuştu. Erdoğan’ın bu konuşmayı yaptığı 14 Ocak’ta, Başkent Üniversitesi’nin oteli Patalya’da da bir toplantı yapılıyordu. Başkent Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Mehmet Haberal’ın ev sahipliğinde gerçekleştirilen toplantıya Doğu Perinçek, Ufuk Söylemez, Kamran İnan, Gülsüm Toker Bilgehan, Yaşar Okuyan, Hurşit Tolon, Tuncer Kılınç, Anıl Çeçen, Armağan Kuloğlu, Hasan Ünal, Necdet Pamir, Hulki Cevizoğlu, Mustafa Balbay, Güler Kömürcü, Rıza Zelyut, Çetin Yetkin, Vural Savaş, Şükrü Sina Gürel, Gökhan Çapoğlu, Ali Ilıksoy, Sina Akşin, Sadi Somuncuoğlu, Ayfer Yılmaz, Hasan Korkmazcan, Talat Şalk, Bilal Şimşir, Alpaslan Işıklı, Yaşar Hacısalihoğlu, Zerrin Başer, Abdülkadir Çevik, Fethi Bolayır, Naci Ünver, Ender Arkan, Ahmet Mumcu, Mete Akyol gibi 100’e yakın isim katılıyordu. Melih Aşık, Can Ataklı ve 367’nin mucidi Sabih Kanadoğlu’nun mazeret beyan ettiklerini anlatan Yeniçağ yazarı Sabahattin Önkibar, “Paranoya ya da gerçek, katılımcılarda müthiş bir endişe hakimdi.” dedikten sonra katılımcıların toplantıya hangi gözle baktıklarını da açığa çıkarıyordu, gazetesindeki yazısında: “Pek çoğu toplantıyı, Kurtuluş öncesindeki Sivas ve Erzurum kongreleri hüviyetinde algıladı ve kendilerini de bu kongrelere katılan delegeler gibi gördü.” Bu satırlar da Önkibar’dan: “Hayır, atılacak adımlar için alınan somut bir karar henüz yoktur. (…) Yapılan, arayış sürecinin fiiliyata dökülmesidir.” AK Parti, Başbakan’ın başörtüsü konusunda İspanya’daki bu çıkışından sonra MHP’nin de el uzatması ile üniversitelerde kangren olmuş bu sorunu çözmek amacıyla harekete geçer ve anayasanın iki maddesinde değişiklik yapılır. Bu adımlardan sonra, cumhurbaşkanlığı sürecinde ‘2S’nin formüle ettiğine benzer bir el ortaya çıkar ve filmin ikinci bölümünde, Hasan Cemal’in dediği gibi, hepsi bir zincirin halkalarıymış gibi Türkiye hızlı gelişmelere sahne olur. Aslında bu süreci, sadece, Radikal’de önemli yazılara imza atan, askere yakın bir isim olarak bilinen Mehmet Ali Kışlalı’nın yazılarından izlemek de mümkündür. 5 Ocak 2008’deki yazısında, yeni anayasa hazırlıklarının Türkiye’nin gündemine, o ana kadar pek akla gelmemiş tehlikeleri oturtabileceğini, bu hususta ısrarlı davranılması halinde de “Şimdi üzerine ölü toprağı serpilmiş görünen laik, Atatürkçü kurum ve kuruluşları harekete geçirebileceğini” öngörür Kışlalı. Kastettiği, AK Parti’nin yeni anayasa hazırlığıdır. Ona göre bu hazırlık ‘AKP’nin sırat köprüsü’dür. 6 Şubat’taki yazısında ise AK Parti’nin, başörtüsü konusunda üniversite öğrencilerine yönelik MHP ile birlikte kalkıştığı bu girişimin, bazı kesimlerin üzerindeki ölü toprağını atmasını sağladığını ifade eder Kışlalı. Şu satırlar da onun “Yapmayın… Etmeyin” isimli o yazısından: “Üretmek istedikleri yasal formüllerin geçerliliği kısa sürecek. Türban sembollü niyetleri devam ederse ülke çok tatsız bir döneme girecek. Onun için: ‘Yapmayın... Etmeyin... Bizlere 50 yıl öncesini yaşatmayın’ diyoruz.” Bir an için soluklanalım ve bugünden geriye doğru bakalım. Zaman M. Ali Kışlalı’yı ne kadar da haklı çıkarmıştır değil mi? Okuyunca anlaşılıyor ki, ‘bu kadar isabetli yazan başka yazar tanımadım’ demeniz işten bile değildir. Askere yakınlığı ile bilinen Kışlalı, 14 Mart’ta, Yargıtay Başsavcısı Abdurrahman Yalçınkaya’nın AK Parti hakkında Anayasa Mahkemesi’ne açtığı kapatma davasıyla Türkiye’de oluşacak havanın fotoğrafını ta bir buçuk ay önce çekmeyi başarır. Tamam, Yargıçlar ve Savcılar Birliği (YARSAV) Başkanı Ö. Faruk Eminağaoğlu, 30 Ocak’ta başörtüsü ile ilgili düzenlemeler hakkında ‘Devrim yasaları ile bağdaşmaz’ açıklamasını yapmıştı, fakat Kışlalı’nın yazıları o günlerden bakıp günümüzde bulunduğumuz noktaya ışık tuttuğu için oldukça enteresandı. 1 Şubat’taki yazısında AK Parti ve MHP’nin değiştirdiği anayasa maddeleriyle türban yasağının kaldırılamayacağını yazan Kışlalı, şu satırlarıyla da dikkat çekiyordu: “(…) Diğer taraftan, 22 Temmuz seçimlerinden sonra, ülkenin anayasal rejimi özümsemiş kimi kitleleri ve kurumları üzerinde etkili gözüken yılgınlık havasının görece kalkmasına yardım ediyor. 1997’de Erbakan’ın benzer gidişatı karşısında toplumu harekete geçirmek için ilk defa ‘Artık bu mücadeleyi silahsız kuvvetler üstlenmelidir’ diyen, zamanın değerli Deniz Kuvvetleri Komutanı Oramiral Güven Erkaya hatırlanıyor. Önce konuya üniversiteler, itibarlı hukukçular ve büyük yargı sahip çıkıyor. Onları, her gün sayıları artan sivil toplum kuruluşları izliyor. Arkadan da ‘Bu konudaki görüşlerimizi bilmeyen mi var?’ diyen asker geliyor.” Kışlalı, 2 Şubat’ta ise yazılarında sürekli kullandığı tabirle ‘anayasal rejimi özümsemiş silahsız kuvvetlerin’ harekete geçtiğini duyuruyordu. Peki o günlerde ne olmuştu? Türbana üniversitelerde serbesti getiren kanun Meclis’te rekor bir oyla kabul edilmiş, bu gelişme Hürriyet Gazetesi ve çevresinde “411 el kaosa kalktı” şeklinde verilirken, Baykal da yeni anayasa yapabilmenin şartını hatırlatıyordu Başbakan Erdoğan’a o günlerde: “Ya kurtuluş savaşı yaparsın, yeni bir devlet kurarsın, ya da ihtilali yaparsın, idamı göze alırsın o zaman yeni anayasa yaparsın!” Erdoğan ise Baykal’ı diktatoryal bir rejim istemekle suçlayıp “İdam sehpasının yolunu gösteriyor. Bu yola çıkarken daha önce demokrasiye inanmış insanların söylediğini biz de söylüyoruz. Biz o beyaz çarşaflarla beraber yola çıktık. Biz bu konuda bedele hazırız.” diyordu. Bu süreci anlamak için tek başına yeterli olacağı için Kışlalı’nın yazılarının her biri ayrı önem arz ediyordu. Kışlalı, 8 Şubat’taki yazısında ise iktidarın, TSK’nın seçimlerden sonra takındığı suskunluğu yanlış anladığını savunup, Yargıtay Başkanı Hasan Gerçeker’in 20 Mart’ta yaptığı “Hiçbir organ, makam, merci veya kişi yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve yargıçlara emir ve talimat veremez, tavsiye ve telkinde bulunamaz” açıklamasını tekzip edercesine şunları kaleme almıştı: “Anlaşılan siyasi iktidar, TSK’nın seçimlerden sonra takındığı suskunlukla ilgili yanlış değerlendirmeler yapmış, meydanın saklı amaçlarının uygulanmasına açık hale geldiğini düşünmüştür. Bu ciddi bir yanılgıdır. Atatürk’ün kurduğu Cumhuriyet’in temellerini savunma konusunda, gerektiğinde gereken rolü üstlenmek için hazır bekleyen kimi kurumlar arasında irtibat bulunmadığını sanmaktır. Görünen odur ki, bu aşamada meydanda güç ve kararlık gösterme misyonu öncelikle üniversiteler ve yargıçlarca yüklenilmektedir. Onlara sivil toplum örgütleri, CHP ve DSP gibi anayasal rejime inanmış siyasi partiler eklenecektir.” Kışlalı’nın dediği gibi olmuş, CHP ve DSP birlikte hareket ederek Anayasa Mahkemesi’ne başvurmuştu. Fakat Kışlalı, Anayasa Mahkemesi bu konuda kararını henüz açıklamamışken AKP-MHP işbirliği ile çıkarılan yasa değişikliklerinin de mahkemeden döneceğini öngörüyordu. Bunu anlamak için bekleyip, göreceğiz. Kışlalı’nın 8 Şubat’taki yazısından alıntılamaya devam ediyoruz: “Ancak bu aşamaya gelmeden önce siyasi partileri denetleme yetkisini elinde bulunduran Yargıtay Cumhuriyet Başsavcılığı’nın AKP hakkında olası bir kapatma davası açması da gündeme gelebilir.” Evet yine 12’den vuran M. Ali Kışlalı, yazısının bu noktasında ‘tuhaflaşıyordu’: “Anayasa Mahkemesi seçim öncesi söz konusu kararını vermekteyken, Genelkurmay’ın elektronik sayfasında yayımlanan notun ‘baskı’ unsuru olduğu iddialarının unutulmuş olduğu düşünülebilir mi? Şimdi ülke için yüzakı olan üniversitelerin, siyasi iktidarın oynamak niyetinde olduğu oyunları sezmemesi ve rejimin korunmasında günün koşullarına en uygun olacak mücadele tarzını, 27 Mayıs öncesinden ders de almış olarak, uygulamaması düşünülebilir mi?” Üniversitelerin, vazifelerini nasıl yaptıkları konusuna gelmeden önce Kışlalı’nın yazılarına devam edelim. Bu sefer tarih 13 Şubat 2008: “Emekli subay değerlendirmesine göre anayasal değişiklikler yasalaşırsa üniversite karışacak. Bunun işaretleri 222A şifresiyle organize edilen, yüz binleri aşan kitleleri Anıtkabir’e çeken toplumsal tepkide görülüyor. ‘Beklenen, yargının bu gidişi durdurmasıdır.’ Bunu söyleyenler meslekî yaşamlarını TSK içinde geçirmiş kimseler. Türk Silahlı Kuvvetleri’nin bu konuda ‘elbette güvence’ olduğunu biliyorlar. Ama ‘güvence’ kelimesinin önüne bir kelime ekleyip ‘TSK son güvence olmalı’ diyorlar.” Kışlalı, bundan iki gün sonraki yazısında ise Demirel’in de o süreçte çözüm için Yüksek Yargı’yı gösterdiğini yazıyor. Son cümlesi daha da ilginç: “Demirel galiba ülkede neler olacağını biliyor.” Şimdiye kadar alıntıladığımız yazılarında hep 12’den vuran Kışlalı’nın yazdıklarından, Demirel’in de bu süreçte ‘yol gösterici’ olduğu sonucu çıkmıyor mu dersiniz? Mehmet Ali Kışlalı, 23 Şubat’ta ise tıpkı İlhan Selçuk gibi tehditkâr bir üslupla şunları yazıyor: “Türkiye’de demokrasiye neredeyse yargıçların engel olduğunu öne süren siyasiler var. Oysa siyasilerin kaosa dönüştürdükleri ortamı Yüksek Yargı çözümlemezse, olabilecekleri hep birlikte göreceğiz.” İlhan Selçuk bu üslubu daha önce takınmış ve 24 Ocak 2008’de Pencere’den şöyle seslenmişti belirli çevrelere: “Yargı gücünde devlet görevlisi bir savcı ille de görevini yapmak zorundadır... / Nedir görevi?.. / Hırsıza, yolsuzluk yapana, rüşvet alana, adam yaralayana ya da öldürene savcı dava açar... (…) Savcı, kırmızı çizgiyi çiğneyip bölücülük ya da dincilik yapan siyasal partiye dava açmasın… Görür gününü...” Selçuk’un bu yazısı, Yargıtay Başsavcısı Yalçınkaya’nın, Erdoğan’ın İspanya’daki konuşmasının ses kaydını istediği günlere denk geliyordu ne hikmetse. Kışlalı’nın, üniversitelerden, ülke için yüzakı diye bahsedip görev beklemesi boşuna değildi. Bu boşluğu da Ankara Tıp Fakültesi Öğretim Üyesi ve Türkiye Komünist Partisi (TKP) Ankara 2. Bölge Milletvekili Adayı olan Prof. Dr. Erhan Nalçacı şu sözlerle doldurmuştu: “Kanımızın son damlasına kadar türbanla mücadele edeceğiz.” Bütün bunlar olurken Şener Eruygur ve Atatürkçü Düşünce Derneği de boş durmamış, derneğin Kadıköy Şubesi’nin 4-13 Şubat tarihleri arasında düzenlediği ve Eruygur’un yönettiği panelde, Ulusal Sanayici ve İşadamları (USİAD) Genel Sekreteri Birol Başaran, hukuk dışına çıkılması gerektiğini söylemişti: “Hukuk dışına çıkılacak günler geliyor diye düşünüyorum. Bazı durumlarda hukukun askıya alınmasında bir zarar yoktur diye düşünüyorum. (…) Hukuk ilkelerine saygı duyulması gerektiğini söyleyenlerin affına sığınarak ben öyle düşünmüyorum. Ülke dara düştüğü zaman hukuk dışına da çıkılır diye düşünüyorum.” Demirel’in 2000 yılındaki “Devlet bazen rutinin dışına da çıkar” sözüyle ne kadar benzeşiyordu değil mi? Başta Eruygur olmak üzere salondakilerin dakikalarca alkışladığı Başaran, tarihe not düşen konuşmasını şöyle sürdürüyordu: “Orduyu çağıralım, ordu darbe yapsın falan... Şu anda zamanı değil. Niye zamanı değil? 5 yıl boyunca AKP hükümetinin bütün vatan hainliğini ve ülke satmasını gördükten sonra ülkeyi tekrar şu anda elimize alırsak krizi elimizde buluruz. Böyle bir problem var. Lütfen bu yüzden... Türk ordusu biraz kenarda dursun, o ne yaptığını bilir.” Başaran’ın toplantıda söylediği şu sözler de yukarıdakiler kadar aydınlatıcı değil mi?: “Türban konusunda tüm sivil demokratik haklarımızı kullanarak elimizden geldiğince direnelim. Ama krizi bu adamların ellerinde patlatıyor olmamız lazım.” Anlaşılan bu süreçte herkes görevinin başındaydı. Çağdaş Yaşamı Destekleme Derneği Başkanı (ÇYDD) Türkan Saylan bile… “Biz asılız. Herkesin bunu bilmesi gerekiyor.” diyen Saylan, asıl bombayı şöyle patlatıyordu: “Dolayısıyla bizim istemediğimiz bir şeyin Türkiye’de olması mümkün değil.” Ola ki yapmaya kalkar, mesela yıllardır kangren olmuş bir başörtüsü sorununu çözmeye yeltenirseniz ne mi olur? Saylan, aba altından sopa değil, Adnan Menderes’i hatırlatarak düpedüz sehpayı gösteriyordu: “Ne oldu sonuçta? Onlar ne oldu? Türkiye ne oldu?” Son olarak ülkedeki Yüksek Yargı mensubu Danıştay Başsavcısı Tansel Çölaşan da Saylan gibi darbeyi savunup Mendereslerin idamı için “Sonra ne oldu? Çok güzel bir cumhuriyet dönemi” demedi mi? Çölaşan, “27 Mayıs darbe değildi, 1960’ta yapılan aslında ihtilal değil devrimdi” diyerek, yasak olmasına rağmen darbe ve darbecilerden övgüyle söz edebiliyordu. Dediğimiz gibi herkes üzerine düşeni yapıyordu. Danıştay saldırısı ile yargılanıp davası 13 Şubat’ta sonuçlanan Alparslan Arslan’ın, karar açıklandığında Başbakan ve Cumhurbaşkanı’na seslenerek ‘şeriat istemesi’ gibi, babası İdris Arslan’ın satır arasında kaybolan şu sözleri de çağrışımlar içeriyordu: “Merak etme oğlum. Bekleyip göreceğiz. Allah bir, kapı bin. Bu kapılardan biri günün birinde mutlaka açılacaktır.” Yalçınkaya’nın AK Parti’yi kapatma davasını açma sürecinde en enteresanı, Yalçınkaya’nın da bağlı bulunduğu Yargıtay’ın Başkanı Hasan Gerçeker’in 20 Şubat 2008’deki çıkışıydı şüphesiz. Gerçeker’in “Türkiye’de rejim tehlikesi görmediğini” söylemesine rağmen, ne olmuştu da Yalçınkaya, apar topar ve gazete kupürlerinden müteşekkil, savcı Ferhat Sarıkaya’ya rahmet okuturcasına böylesi bir iddianameyi yürürlüğe sokmuştu. Türkiye son yıllarda inanılmaz çıkışlara sahne oluyordu. Ergenekon Soruşturması kapsamında Doğu Perinçek ile birlikte İlhan Selçuk’un da gözaltına alınmasından sonra Deniz Baykal, ‘iki âmânın dolma yeme misalindeki gibi’ tersinden bakmak isteyenlere bir kapı aralayarak, “AKP kendi derin devletini inşa etme çabasında.” sözleriyle yine dikkatleri çekmeyi başarmıştı. Referens Gazetesi yazarı Nur Demirok da bu hengamede şu satırlara imza atarak zihinleri az biraz berraklaştırmaya yardımcı olmuştu: “İttihatçıların en büyük silahı nesilden nesile birbirlerine el vererek “derin devlet” oluşumuna yol açmalarıdır. Bizim arayıp da failini bir türlü bulamadığımız “derin devlet” İttihatçı geleneğin gizli iktidarını yürüten fikir ve aksiyon erbabıdır.” Yargıtay Başsavcısı tarafından Anayasa Mahkemesi’ne dava başvurusunun yapıldığı 14 Mart Cuma günü Kültür ve Turizm Bakanı Ertuğrul Günay’ın, sıcağı sıcağına yaptığı “Ekonomik göstergeler, siyasal göstergeler, sosyal göstergeler her şeyin iyiye gittiğini göstermektedir; ama öyle anlıyorum ve üzülüyorum ki Türkiye’nin iyiye ve ileri gitmesini istemeyen kişiler çok önemli yerlere sızmışlar.” açıklaması da bu süreçte söylenmiş ve söylenecek son söz değildi muhakkak. Özgürlük ve Dayanışma Partisi Genel Başkanı Ufuk Uras’ın “Davanın Ergenekon operasyonundan hemen sonraya denk gelmesi manidar.” demesi gerçeği ne kadar yansıtıyor? Şamil Tayyar’ın sorduğu gibi bir medya patronu bu işlerin neresinde? Parti kapatma şerefine Boğaz’daki balık lokantasında kimler şerefe kadeh kaldırdı, kaldırıyor? Kim ne derse desin, bu süreçte yaşananların en fazla Kurtlar Vadisi’ne yarayacağı kesin. AKSİYON
24 Mart 2008 23:24
DİĞER HABERLER