Samanyoluhaber yazarı Tarık Burak'ın Fethullah Gülen Hocaefendi'nin hayatını kaleme aldığı yazı dizisinin 18'inci bölümünü yayımlıyoruz.
Kestanepazarı'nda inşâ edilen Hizmet yolu
TARIK BURAK
Fethullah Gülen Hocaefendi, İzmir’e gittikten sonra görevi sadece Kestanepazarı’yla ilgili değildi. Elinde vaizlik vesikası olduğundan müftülük aynı zamanda ona genel bir vaizlik izni de verdi. Böylece, Kestanepazarı’ndaki Kur’an Kursu idareciliğinin dışında birçok beldeye giderek vaaz, sohbet ve seminerler verdi. Hocaefendi bu durumu şöyle anlatıyor:
“O zaman bana, yarı resmi Ege'nin her yerinde vaaz etme selahiyeti verdiler. Bir iki defa Antalya’ya gittim. Ancak tanınmamış bir insan olduğumdan ve işin temelinde o yörelerin vaaz u nasihata karşı alakasızlıklarından dolayı, sohbetlerimin çok yararlı olduğunu söyleyemem. Yine Allah (cc) bilir...
O sıralarda İzmir ve Aydın yöresinde Tahir Hocaefendi tanınıyor ve alaka da görüyordu. İzmir'e geldiğim ilk yıl ben Aydın'a da gitmiş hatta üç-dört gün kalıp vaaz da etmiştim. Ancak orada da bir anlayış görmedim. Onları, bizim konuşma tarzımıza ve bizim düşüncelerimize karşı kapalı buldum.
Ödemiş ve Tire biraz daha farklıydı. Tire'ye birkaç defa vaaza gittim. Oradaki arkadaşlar da hep geliyordu. Ancak bazı kimselerde kendini her şey görme gibi marazi bir ruh hali vardı. Mesela, vaazdan sonra oturmuş sohbet ediyorduk. Ben iman ve Kur'an hakikatlarına dair bir şeyler söylerken, oradakilerden biri "Sen onları bırak, sahabeden bahset, onları biz biliriz" gibi laflar etti. Ne o zaman ne de daha sonra bu arkadaşlara mukabelede bulunmadım.
Salihli'ye de giderdim. Yakın olduğundan Turgutlu'ya gitmem daha sık oluyordu. Denizli'ye de gittim. O devrede değil ama Isparta’ya da gittim. O sene, ertesi sene, kış olmasına rağmen Simav, Gediz ve daha uzak yerlere gidip sohbet edebiliyordum.
Bir taraftan da İzmir’in içinde iki-üç yerde vaaz veriyordum. Zaten her cuma Kestanepazarı Camii'nde vaaz veriyordum. Bunun dışındaki vaazları mümkün mertebe cumartesi pazar günlerine sıkıştırmaya gayret ediyordum. Demek ki bünyem mukavemetli imiş, dayanabiliyormuşum. Mesela, cumartesi gidip bir yerde vaaz veriyordum.
Geceyi yolda geçiriyor ve ertesi gün de bir başka yerde vaaz veriyor ve hiç dinlenmeden o akşamı da yolda geçiriyor, derken ertesi sabah derse yetişiyor talebeye ders veriyordum. Böyle sıkı bir program ve yüklü bir çalışma tempom vardı.
Önceleri gidip-gelmeleri umuma ait vasıtalarla yapıyordum. Daha sonra, Yusuf Pekmezci ve Köse Mahmud'la tanıştık. Onların da arabaları yoktu. Ama onlar araba kiralar ve gideceğimiz yerlere öyle giderdik.
Köse'yi Aksekili diye, Ali Rıza Güven Bey getirip tanıştırdı. Gayesi de bunların Kestanepazarı'na yardım etmelerini temin idi. Aradan iki üç sene geçince, üç-dört taksilik insan olduk ve gidişlerimizi konvoy halinde yapmaya başladık...
NUR TALEBELERİ
Bana ilk sahip çıkan Mustafa Birlik Bey oldu. Yusuf Pekmezci Bey ise, dıştan bir insan, cami cemaatından biri olarak yanıma gelir giderdi. Çok samimi bir insandı. Her konuşmadan sonra, ağlayarak sarılır ve alnımdan öperdi.
Mehmed Metin, Hüseyin Çağdır, Sami Bey de alaka gösterdiler. Sami Bey kısa bir müddet, Güzelyalı'daki yurtta da idarecilik yaptı. Bunlar eski Nur talebelerindendi ve iman hizmetine yürekten gönül vermiş hasbilerdi.
İzmir’e ilk geldiğim günlerde Sungur Ağabey de gelmişti. Bana: "Fethullah kardeş, burada hiç evimiz yok. Bir ev açalım. İzmir büyük bir yer" demişti.”
Hocaefendi’nin İzmir’de olduğu o günlerde dünyayı sarsan büyük hadise meydana geliyordu: Altı Gün Savaşı (1967)
5 Haziran 1967 sabahı havalanan İsrail savaş uçakları, beklenmedik bir ön vuruşla, Arapların hava gücünü neredeyse tamamen yok etmiş, ikinci gün sonunda 450'den fazla uçak havalanmaya bile fırsat bulamadan yerde kilitlenerek imha edilmişti. Araplar, tam bir hezimet olarak andıkları bu savaşta 21 bine yakın asker kaybederken, İsrail'in kaybı ise sadece 700 kişi olmuştu.
"İLKLER..."
Hocaefendi, İzmir’de daha çok Mustafa Birlik Bey'in evinde salı ve cumartesi günleri sohbet yapıyordu. Daha sonra Köse Mahmut’un evine de gitmeye başladı. Cemaat arasında vuku bulan ayrılıkları, ayrıştırıcı davranışları önleyebilmek için bütün Ege’yi dolaşıyordu. Mülayemet ve yumuşaklık tavsiye ediyor ve herkesle iyi geçinmenin yollarını araştırıyordu. Belli bir süre sonra, bu şekilde davranmasının faydasını da gördü. O sıralarda İzmir, talebe potansiyeli bakımından çok zayıf durumdaydı.
İlk defa, Mehmed Metin Bey'in odasına, ertesi yıl veya daha sonraki yıl beş-on talebe gönderdi. “Burası ufak bir odaydı. Hatta ihtilalden sonra da o odayı görmeye gitmiştim. Talebeleri gönderdikten sonra ne olur ne olmaz diye arkalarından gittim. Gördüğüm manzara beni çok sevindirdi. "Elhamdülillah" deyip Rabbime hamdettim.” diyor hatıralarında Hocaefendi ve şu şekilde anlatmaya devam ediyor:
“Bu talebelerle ders başladı. Talebelerin hepsi Kestanepazarı talebelerindendi. O zamanlar tesbihatı kimse bilmiyordu. Nasıl yapıp da öğretsem, diye düşünmeye başladım. Kafamda hep bunu düşünüyordum. Adeta içime ıstırap olmuştu.
Bir diğer husus da bunları bir disipline alıştırmaktı. Talebeler disipline girsinler, evrada, ezkara alışsınlar diye, caminin ışıklarını söndürüp hatme-hacegan yaptığım da oluyordu. Onların ruhen yoğrulmalarını istiyordum...
(Rablerine, sırf O'nun rızasını ve cemaline kavuşmayı umdukları için, sabah akşam yalvaranlarla beraber olmakta sebat et! Dünya hayatının süslerini arzulayarak sakın gözlerin onlardan başkasına kaymasın. Kalbini Bizi zikretmekten gafil bıraktığımız, heva ve hevesine uyan ve işi hep aşırılık olan kimselere itaat etme! (Kehf 18/28)
Bazı istidatlı gördüklerimi caminin mahfiline çıkarır orada hususi kitap okuturdum. Fakat bir kısım art niyetli kişilerin kötü görmesi karşısında onu da terk ettim. Gençlik ve feveran olmasına rağmen, bu işin sessiz ve zarar gelmeden yürümesini arzu ediyordum.
1968 yaz döneminde kamp yaptık. Hepimiz yetmiş kadardık. Kamplardan önceki devrede ise dört talebeyi Edirne'ye göndermiştim.
UYKUM GELMESİN DİYE...
Tehzib-i ahlak derslerine giriyordum. Çocuklar hüngür hüngür ağlıyorlardı. Bir gün yatakhaneleri gezerken Halil Mezik Bey'i gördüm.
Kendini boynundan üst kanepeye bağlamış. Ne yaptığını sordum. "Dünkü anlattıklarınızı düşünüyordum. Uykum gelmesin diye de kendimi bağladım" dedi. Gözümü doldurmuş bir talebe idi. Böyle olanlardan biri de İbrahim Kocabıyık'tı. Her ikisi de hazırlık okuyordu.
Bunlarla birlikte Abdullah Aymaz ve Mehmed Binici'yi, dördünü, Edirne'ye gönderdim. Dernekten izin almıştım. Harçlıklarını da verdiler. Dedim ki "Bunlar İstanbul'u Edirne'yi gezsinler. Gözleri gönülleri açılır, ufukları inkişaf eder."
Ayrılalı beş gün olmuştu ki aklıma bir şüphe düştü. Ya bunları niçin gönderdiğimi, niyetimi, maksadımı, maksadımdaki inceliği bilmezler de bunlarla alakadar olmazlarsa, diye endişe etmeye başladım. Isındıralım derken sakın bunları soğutmayalım, dedim ve ben de izin alıp arkalarından Edirne'ye gittim.
İyi ki gitmişim. Korktuğum başıma gelmişti. Yürekten alakadar olan olmamış. Bir miktar orada, bir miktar da İstanbul'da kaldılar.
İstanbul'da Zübeyr Ağabey vardı. Onların kendi yanında kalmalarını temin etti. Zannederim üç-beş gün orada kaldılar. Ve bu onlar için çok faydalı oldu. Halil Mezik'le Mehmed Binici'nin durumu iyi idi. Abdullah Aymaz, o yıllarda daha derli toplu, daha ümit vaadediciydi. Mehmed Binici biraz futbolcuydu. İbrahim ile Halil Beyler yaşça küçüktü. Bu seyahat onları meselelerimize ısındırdı. Zaten içlerinde nüve de vardı.”
İzmir Hatıraları
MAHMUT SARIOĞLU ANLATIYOR:
“Hocaefendi Kestanepazarı’na gelince biz de tanıştık. Kendisine karşı sonsuz bir muhabbet duydum. Hatırladığıma göre ilk tanışmamız bizim dükkanda oldu. Ondan sonra da kendisini yalnız bırakmamaya çalıştım.
Geceleri sohbetlere gidiyor ve geriye çok geç vakitlerde dönüyorduk. Çoğu kere sabaha kadar süren sohbetlerimiz oluyordu. Namazdan sonra kahvaltı yapıyorduk. Sonra da kendisi derse girmek üzere çıkar ve odayı da benim üzerimden kapardı. Saat dokuz buçuk ona doğru gelir beni kaldırır ben de işime giderdim.
Günlerimiz hep böyle geçiyordu. Zaruret olmadıkça Hocaefendi’yi yalnız bırakmıyordum. Sultanhisar’lı Atıf Egemen abinin de bunda rolü vardı. Çünkü bana ısrarla böyle davranmamı tavsiye eden oydu.
Hocaefendi o sıralarda sol yayınları çok okurdu. Önceleri bu davranışına akıl erdiremediğim için hayret eder hatta içimden kızardım. Fakat gerek bu küçük kulübede gerekse ev ve kahve sohbetlerinde o gün için moda olan sol düşüncelere ait sorular sorulmaya başlayınca Hocaefendi’nin hareket tarzındaki isabeti daha iyi anlamış oldum.
Bir gece Turgut adındaki üniversite talebesiyle sabaha kadar sohbet etmişti. Turgut soruyor o da cevap veriyordu. O gece tam on dokuz defa çay demlediğimi hatırlıyorum.”
MERHUM CAHİD ERDOĞAN ANLATIYOR:
“Çiğli'de bir tuz fabrikam vardı. O gün için meşhur olan Tahir Büyükkörükçü ve Yaşar Tunagür gibi hocaların vaazlarını kaydedip, civar bölgelerde dinletmeyi kendime göre bir hizmet telakki ediyordum. Bilhassa Yaşar Tunagür Hocaefendi’nin vaazları bana daha heyecanlı geliyordu. Onun için Yaşar Hoca’nın vaazlarının mümkün mertebe civara yaymaya çalışıyordum.
Bir gün Yaşar Hoca’nın tayini Ankara'ya çıktı. Gelecek şahsı merakla bekliyorduk. Ancak ben, o günün bütün meşhur vaizlerini tanıdığım için, gelen vaizin pek öyle Yaşar Hocaefendi’nin dediği gibi çıkacağına inanmıyordum. Derken Hocaefendi geldi. Dinlemeye gittim. Tabii ki teybimi götürmeye lüzum görmemiştim.
Fakat o gün vaazı dinlerken beni bir pişmanlık aldı. Keşke bu vaazı kaydetseydim, diyordum. Vaaz bitmiş ben de bitmiştim. Hayatımda dinlediğim en tesirli vaazdı. O gün karar verdim. Bu şahsın vaazlarını zayi etmeyecek hepsini kaydetmeye çalışacaktım. Rabbime hamd ederim ki beni bu kararımda muvaffak kıldı. Ben kendime bunu birinci bir vazife kabul ettim ve bu günlere kadar, Cenab-ı Hakk'ın inayetiyle getirdim. Ömrüm oldukça da aynı vazifeyi yürütmeyi düşünüyorum. Rabbim muvaffak kılsın.
Hocaefendi vaazlarının teybe kaydedilmesine razı değildi. Hiçbir zaman da razı olmadı. Ancak biz ısrar ettik. Onun razı olmayışını göz ardı ettik. Vaaz ve sohbetlerini kayda muvaffak olduk. İmam Gazali'nin bir sözü var: "Bazen emri dinlememek edeptir." der. Biz de bu yola süluk ettik.
Bu mevzuda Yaşar Hocaefendi çok müsamahakâr ve lütufkardı. Hatta bir gün kendisine "Hocam, dedim, ben bandı değiştirinceye kadar epey bir zaman geçiyor ve bu arada konuşulanları kaydedemiyorum. Bant bittiğinde ben size işaret etsem, bir müddet durur musunuz?" Verdiği cevap beni sevindirmişti:" Evet, dururum, işin bittiğinde yine haber verirsin" demişti. Fakat Hocaefendi’ye böyle bir teklif götürmeye asla cesaret edemedim. Bu sebeple de makaralı teypten kasete geçeceğimiz ana kadar arada bazı cümleleri hep kaçırmış oldum.
Rahmetli Ahmet Feyzi Kul Abi, pek vaiz beğenmezdi. Kendisine ne Tahir Hoca’yı ne de Yaşar Hoca’yı dinletmem mümkün olmadı. Zaten kendisi de alim bir zattı. Hocaefendi’nin İzmir'e gelişinin tahminen üçüncü haftasıydı. Ben vaaza giderken yolda Ahmet Feyzi Abi ile karşılaştım. Nereye gittiğimi sorunca vaaza gittiğimi söyledim. “Beraber gidelim” dedim, kabul etmedi. Israr ettim. Beni çok sevindirdi. Çok fazla ısrar edince teklifimi kabul edip geldi. Vaaz bitti, Cuma namazı kılındı, cemaat boşalmaya başladı. Ben de malzemeleri toparlıyorum. Baktım, Hocaefendi oturuyor, Ahmet Feyzi Abi de birkaç saf arkada oturuyor. Hocaefendi yerinden doğrulunca o da ayağa fırladı ve koşup Hocaefendi’yle musafaha ettiler. Aralarında neler konuştular bilmiyorum; fakat bildiğim bir şey varsa Ahmet Feyzi Abi’nin bu vaaza gelişinden gayet memnun olmasıydı. Çünkü biraz sonra yanıma gelip, "Sen haklıymışsın, bu diğerlerine benzemiyor" demişti. Bu cümleyi vaaza gelmeden evvel ben ona söylemiştim ve şimdi o da aynı kanaati benimle paylaşmış oluyordu.”
HALİL MEZİM ANLATIYOR:
Ben 1965 yılında Kestanepazarı’na geldim. 1966 baharında da Hocaefendi geldi. Hocaefendi’ye bütün talebeler kuşkuyla bakıyorlardı. Çünkü çok gençti. Yaşı genç olmasına rağmen kendisinde 60-70'lik büyük zatların vakar, ciddiyet ve heybeti vardı. Kendisine saygı uyandırıyordu.
Kestanepazarı Camii'nin imamı İbrahim Kılıç Efendi bana "Bu yeni Hoca’da ben bir şeyler seziyorum, onun hakkında tavsiye mektubu da aldım" dedi. Bu mektubu Yaşar Tunagür Hoca, İbrahim Hoca’ya göndermiş. Mektubunda “Size öyle bir hoca gönderiyorum ki, o adam devrin sahabesidir” demiş. İbrahim Hoca hem o mektuptaki ifadelerden hem de Hocaefendi’nin takvasından elde ettiği malumatla Hocaefendi’deki cevheri fark etmiş olacak ki yavaş yavaş bize tavsiyelerde bulunarak bizi Hocaefendi’ye yaklaştırmaya başladı. Tabii çocuk olduğumuz için pek de meselenin ehemmiyetini anlayamadık.
Pek aldırış etmedik. Ancak bir müddet sonra Hocaefendi tehzib-i ahlâk derslerini vermeye başlayınca o zaman Hocaefendi’yi sevmeye ve ona ilgi duymaya başladık. Hocaefendi çeşitli meseleleri anlatırdı. Bunları takdim ederken ağırlık merkezi olarak sahabenin hayatını ele alır misalleri onlardan verirdi. Onları anlatırken kendinden geçer ve ağlardı. Öğrenciler de ağlardı. Kısa zamanda Hocaefendi hem talebelere hem dernek mütevellisine kendini kabul ettirdi. Hatta Kestanepazarı’na ondan evvel gelen kendisinden çok daha yaşlı olan diğer hocalar bile O'na saygı duymaya başladılar.
MEHMET BİNİCİ ANLATIYOR:
Kestanepazarı'na 1961-62 ders döneminde girdim. Hocaefendi geldiğinde ortaokulu bitirmiştim. Hocaefendi geldikten sonra Kestanepazarı'nın havası müspet yönde biraz daha değişti. Daha evvel sadece din adamı olarak yetişeceğimizi biliyorduk. İslami şuur daha derinlemesine pek işlenmiyordu. Hocaefendi geldikten sonra durum değişti. Hem halkın hem talebelerin birbirlerine olan ilgisi arttı.
Kardeşlik teessüs etti. Hocaefendi diğer hocalar gibi pek fazla sıkmıyordu belki ama O'nun otoritesi hepsinden daha fazlaydı. Onun otoritesi sevgiye dayanıyordu. Hocaefendi’yi çok severdik. Hocaefendi’yle aramızdaki yaş farkı diğer hocalarımızla olduğu gibi fazla değildi.
Bundan dolayı Hocaefendi’yle münasebetlerimiz abi kardeş gibiydi. Hocaefendi hakikaten çok seviliyordu. Zaman zaman bizimle sohbet toplantıları yapıyordu, İzmir'deki diğer sohbetlere beraber giderdik.
Ben talebe temsilcisiydim. Bu sıfatla Hocaefendi ile münasebetlerim daha sıkıydı. Bizim olduğumuz arkadaş grubunu Hocaefendi daha çok severdi. Bizden daha çok dindar ve sofu arkadaşlar vardı. Biz biraz daha sosyaldik. Top oynardık, sinemaya kaçardık. Müsamere ve münazaralara katılırdık. Derslerimiz de çok iyiydi. Bundan dolayı Hocaefendi bizim sınıfı çok severdi.
Hocaefendi talebeler için pişirilen yemeklerden yemezdi. Eğer yemek mecburiyetinde kalırsa ücretini verirdi. Çoğunlukla kendi kulübesinde dışarıdan getirdiği şeyleri yerdi.
Hocaefendi o zaman için diyelim yüz bin lira alırsa bunun 30-40 bin lirasını kendine ayırır kalanını da ihtiyacı olan arkadaşlara dağıtmak üzere bana verirdi. Bu benim talebe başkanlığı yaptığım üç yıl boyunca devam etti.”
HABİP GÖRÜN ANLATIYOR:
1966 yılında Kestanepazarı’na Kur’an Kursu hocası olmak için müracaat ettiğimde Fethullah Gülen Hocamız da Kestanepazarı yurduna müdür olarak gelmişti. Görevi vaizlikti.
Talebelere devamlı tehzib-i ahlak dersleri verirdi. Bizlerle de çok yakından ilgilenirdi. Görüşür, konuşurduk.
1968 yılında Hocamız hacca gitti. Hacca gittiği zaman Dernek başkanı Ali Rıza Güven, bana Hocaefendi hacdan dönünceye kadar onun odasında kalarak talebelerle ilgilenmemi istedi. Ben de kabul ettim. O gece Hocaefendi’nin odasında kalmaya karar vermiştim. Nitekim kaldım. Odaya girdiğim zaman bir yorgandan başka bir şey yoktu.
Yattım ama soğuktan uyuyamadım. Altımda döşek, başımda da yastık yoktu. Sadece bir yorgan, altımda da bir kilim vardı. Sabaha kadar derin derin düşündüm. Bu insan burada nasıl uyur, senelerini burada nasıl geçirir? Onu bu çalışmalarından dolayı kalben tebrik ettim ve büyük bir hizmeti olduğuna o zaman inandım. İlerde büyük işleri omuzlayacağını o zaman anlamıştım. Bu Cenab-ı Hakkın bir nimetidir ve Allah bu nimeti herkese ihsan etmez.
Sabah olduğu zaman samimi olan birkaç talebeyi çağırdım odayı gösterdim. "Bakın, Hocaefendi’nin kaldığı odada bir yorgandan başka bir şey yok. O da yorganı başıma çekince ışık görünüyor" dedim. Bu durum karşısında samimi olan bu talebeler çok hayret ettiler. Odada kalmaya devam ettim. Ancak battaniye getirttim, öyle kaldım.
Talebelere verilen yemekten yemiyordu. Eğer talebelerin abdest aldığı yerden abdest alıyorsa sonunda oraya bir ücret ödüyordu. Hiçbir karşılık beklemiyordu. Benim inandığım bir şey vardı. O da şuydu: Aldığı maaşın büyük bir kısmını ihtiyacı olan talebelere dağıtıyordu.
Bir gün iyi hatırlıyorum bir talebenin ayakkabısı delindiği için ayağı ıslanmıştı. Hocaefendi’nin ayakkabı alacak parası yoktu ve bundan dolayı ağlıyordu. Bunu görünce ben de duygulanmıştım.
Hocaefendi kendisi yemek yemediği gibi orada görevli hocaların da yemek yemesini istemezdi. Bir gün beni çağırdı. "Ben buradaki hoca arkadaşlara örmek olmaya çalışıyorum. Siz de bana destek verseniz." demişti. Ama tatbikatı mümkün olmadı. O zaman aldığım maaş 340 veya 345 liraydı. Bunun 160 lirasını ev kirası olarak veriyordum.
Sabah evimden gelirken ciddi bir kahvaltı yapamıyordum. Öğle yemeğini dışarıda yesem maaşım yetmeyecekti. Ne yapacağımı bilemiyordum. Fakat derdimi de kimseye anlatamıyordum. Hocaefendi kırılmasın diye yemek de yemiyordum.
Günde 8 saat derse giriyordum. 8 saat enerji sarf ediyordum. Bazen halsiz kalıyordum. Evime giderken yayan gidip geliyordum. Çünkü dolmuşa para versem aybaşı gelmeden maaşım bitecekti ve para isteyecek kimsem de yoktu. Büyük bir sıkıntım vardı.
Yine böyle bir gün yatağa yattığımda Allah Rasulü’nü rüyada gördüm. Elinde bir tepsi ve içinde yağlı ekmekler vardı. Bana bir tane uzattı ve "Sen yiyeceksin, yiyebilirsin" dedi. Biraz ötede Fethullah hocamız vardı. Ona doğru gitti zannediyorum ona da bir tane ikram etti.
Ertesi gün hocamızın yanına gittim, müdür odasındaydı ve abdest almak için hazırlık yapıyordu. "Hocam, bir rüyam var size anlatacağım” dedim.. “Rüyamda Allah Rasulü’nü gördüm. Bana yağlı ekmek ikram etti ve “sen de yiyebilirsin” dedi. Ben bunu burada yemek için izin olarak yorumluyorum. Yemek yemek için icazeti büyük yerden aldım" dedim. Hocaefendi ağlayarak oradan ayrıldı ve bir daha da o mevzuda bana ısrar etmedi.
Hocaefendi’nin büyük hizmetlerine şahit oldum. Cenab-ı Hak muvaffak etsin. Belki ahiret hayatında da bizlere yardımcı olur ümidindeyim.
Hocaefendi’yle 1966’dan 1970’e kadar beraber kaldık. O'nun her davranışı beni etkiliyordu. Tabii Cenab-ı Hak ona bir hizmet nasip etmiş. O hizmeti onun istediği ölçülerde bize nasip etmemiş. Biz o hizmeti yapamadık. Ondan sonraki dönemlerde Hocaefendi daha ciddi hizmetler verdi. Allah kendinden razı olsun. Cenab-ı Hak yaptığı bu hayır ve hasenatı kabul etsin.”
SONRAKİ BÖLÜM: Berzahî Haritalar: Kamplar