Türkiye belki benzeri ziyaretlere fazlasıyla alıştı ve pek dikkat çekmedi ama Lübnan, Başbakan Saad Hariri’nin kalabalık bir heyetle Türkiye’ye yaptığı geziye çok özel bir önem veriyor. Hariri’nin Türkiye ziyaretinin ikinci gününde, iki ülke arasında vizenin kaldırılmasından gayrı, savunma, sağlık ve tarım alanında anlaşmalar imzalandı.
Vizenin kaldırılması ve askeri alanda Lübnan ordusunun eğitimi, silahlandırılması ve tecrübe değiş-tokuşunu kapsayan anlaşmaların bölgesel ve uluslararası politika açısından önemi var.
Lübnan yakın tarihe kadar uzun yıllar boyunca Suriye’nin siyasi ve askeri kontrolünde bir ülkeydi ve Bekaa Vadisi, Suriye denetimindeki PKK’nın eğitim ve lojistik üslerinin merkeziydi. Bu ülkeyle vizenin kaldırılması, her iki ülke yurttaşlarının birbirlerine vizesiz gidip gelmelerinin önünün açılması, ‘güvenlik sorunu’nun ortadan kalkıp, ‘ortaklık’ durumuna dönüşmesini ifade ediyor.
Öyle bir ‘ortaklık’ ki, Türkiye Lübnan ordusunun örgütlenmesi, eğitimi ve silahlandırılmasına katkı sağlayacak. Ayrıca iki ülke arasında deniz ulaşımı bağlantısı kurulacak.
Lübnan’ın sınırları sadece Suriye ve İsrail ile. Dolayısıyla, küçük ve dini, mezhebi ve siyasi olarak gerçek bir
‘mozaik’ olan ülke üzerindeki ‘askeri tehdit’ iki komşusundan başka yerden gelemez. Suriye’nin Lübnan’daki askeri varlığı 2005 yılında sona ermişti. İki ülke arasında, şimdiki Başbakan Saad Hariri’nin babası Refik Hariri’ye yönelik suikastın ardından tırmanan gerginlik öyle aşıldı ki, kendisi bir ‘Suriye suikastı kaygısı’ altında dört yıl boyunca olağanüstü güvenlik önlemleri altında yaşayan Saad Hariri, bir ay önce Şam’a gitti ve siyaset gereği de olsa Başşar Esad ile kucaklaştı.
Gelinen aşama bu olunca, ‘vizesiz’ ilişkilere sahip olacak Türkiye ile Lübnan arasındaki ‘askeri işbirliği’nin Lübnan üzerindeki ‘tek askeri tehdit’ unsuru olarak kalan İsrail’e yönelik olmaktan başka şansı kalmıyor.
Kısa süre önce Türkiye ile Suriye ve ayrıca Türkiye ile Ürdün arasında vizenin kaldırıldığından yola çıkarsak, İsrail’in Mısır hariç tüm komşularıyla Türkiye’nin ‘vize kaldıran’ yakın ilişkiler oluşturduğu ve Lübnan örneğinde olduğu gibi, bunlarla bir de ‘askeri işbirliği’ kurma yoluna gittiği görülür.
Bu gelişmelerin tek bir anlamı var: Türkiye, İsrail’e karşı bir ‘güç merkezi’ olarak bölgeye yerleşiyor.
***
Başbakan Tayyip Erdoğan’ın ‘one minute’lu Davos’un birinci yıldönümünde dün Ankara’da konuğu Saad Hariri ile ortak basın toplantısını, İsrail’e yenilir yutulur olmayan cinsten eleştirileri yöneltmek bir kez daha vesile etmesine bakılırsa, bu sonuç yani ‘Türkiye’nin Ortadoğu’da İsrail’e karşı bir ‘güç merkezi’ olarak yerleştiği’ olgusu daha belirgin biçimde fark edilebilir.
Saad Hariri’nin babasından devraldığı Al-Mustaqbal (Gelecek) gazetesinde önceki gün çıkan bir haberde, Lübnan Eğitim Bakanı Hüseyin Mneimneh Hariri’nin Türkiye ziyaretini ‘Arap dayanışması’ temelinde ‘İsrail saldırısına karşı koymak için Lübnan’da bir savunma kalkanı oluşturma’ amacına ilişkin ‘bölge turunun bir parçası’ olarak nitelemişti.
Lübnanlı bakanın Türkiye’nin bir Arap ülkesi olmadığını bilmemesi söz konusu olamaz. Ancak, ‘İsrail’e karşı Arap dayanışması temelinde Lübnan’da bir savunma kalkanı oluşturmak’ amacıyla ilgili olarak Türkiye’nin ‘olmazsa olmaz’ yeri bu şekilde vurgulanmış ve ifade edilmiş oluyor.
Bu da Türkiye’nin Araplarüstü ama Araplarla çok yakın ilişkide bir ‘bölge gücü’ olarak değer kazandığının bir göstergesi sayılabilir.
Nitekim, Saad Hariri dünkü basın toplantısının bir yerinde, Türk medyasının dikkatinden kaçtığına emin olduğum biçimde ‘Türkiye’nin eksensel gücü’nden söz etti. Arap siyaset terminolojisinde ‘kuvva el-mihverî’ dediğiniz anda ‘mihver’i sağlayan ‘merkezi güç’ten ya da ‘güç merkezi’nden söz ediyorsunuz demektir.
Lübnan’da Şiîler ülke nüfusunun en büyük hissesini oluşturuyorlar. Şiîlerin iki siyasi temsilcisi var. Emel ve Hizbullah. İlki daha ziyade Suriye’nin ikincisi ise daha ziyade İran’ın Lübnan içindeki siyasi ve kültürel yansımaları ve örgütsel uzantıları. Bu ikisinden daha güçlü olanı Hizbullah, ideolojik olarak İran’a, lojistik olarak Suriye’ye dayanıyor. Ayrıca Lübnan hükümeti içinde, Suriye ile irtibatlı Hristiyan müttefikleriyle birlikte önemli bir yer tutuyor. Bütün bu yönleri ile Lübnan, belirli ölçülerde İran’ın ve Suriye’nin nüfuz alanında sayılabilir.
Burada yeni unsur Türkiye. Türkiye, bir yandan Suriye’yi yıllardır içine itilmeye çalıştığı ‘uluslararası tecrit’ten kurtaran ‘cankurtaran simidi’ oldu ve Suriye’nin Ortadoğu’da önemli bir ‘jeopolitik kavşak’ olarak yeniden var olmasını sağladı. Suriye’nin dünyada neredeyse en yakın olduğu ülke Türkiye. Ve bu Türkiye, hem şimdi S. Arabistan ve Mısır gibi geleneksel Sünni güçlerin boşalttığı alana, Batılı ve üstelik Suriye ile çok yakın ilişkileri olan bir ülke olarak, Lübnan Sünnilerinin ve bu arada Saad Hariri’nin ‘adı konmamış hamisi’ olarak sahaya iniyor.
Bu konum ve kâh Davos sonrası kendi üzerine aldığı, kâh ister istemez omuzlarına binen
yeni rol, Türkiye’yi, İsrail’in karşısına Arap destekli bir ‘güç merkezi’ olarak oturtuyor.
***
Türkiye’nin Suriye ve Lübnan üzerinden ve giderek Ürdün’le (bu arada Irak’ı da bir kenara kaydedin) bölgede siyasi ve ekonomik entegrasyonu sağlayacak ve ‘soft power’ üzerinden hareket eden bir ‘güç merkezi’ olarak İsrail’e karşı yerleşmesi, Ortadoğu’nun alışılagelmiş ve bilinen dengelerini ve dinamiklerini altüst edecek bir potansiyeli yansıtıyor.
Bunun bir ‘siyasi maliyeti’ olabilir mi?
Türkiye’nin yakın geleceğinde ve özellikle iç politikada cereyan edecek gelişmeleri bu soruyu akılda tutarak, İsrail’i ve Atlantik ötesindeki uzantılarını ve desteklerini hesaba katarak izlemekte yarar var...