''Birinci tanık, ikinci tanık, üçüncü tanık… Bir zamanlar birlikte çay çorba içilip güzel şeylerden bahseden bu insanlar iftira ile farklı cephelere sürüklenmiş. Kader şimdi onları bir araya getirmiş, yüzleştiriyordu. Kalbim sıkıştı. Böyle mi olacaktı Allah’ım, dedim. ''
Fatma Betül / TR724
Hayatında ilk kez bir mahkeme salonu görecek olanlara ve ömründe ilk kez duruşmaya katılanlara has bir heyecanla binmiştim aracıma. Birkaç saate duruşmamız başlayacaktı. Kim bilir yalnızlığımı bir Barış Manço şarkısı ile paylaştığım bu demlerde, belki de saatler sonra Sevdiceğim, Canım eşim yanımda oturacaktı. Gözlerim yan koltuktaki boşluğa baktı. Hafifçe gülümsedi dudaklarım. Şehrin büyük ve yüksek kapılı çok da uzak olmayan, bir zamanlar önünde özgür basın için nöbetler tuttuğumuz adliye binasına henüz varmamıştım. Hala gökyüzünü görebiliyor, denizin ve körfezin kokusunu duyabiliyor, nefes alıyordum. Oysa aylar öncesinde alınmıştı özgürlüğüm ellerimden sanki. Sanki haksız yere tutuklanan bendim de, yalnız bedenim dışarıda kalmıştı. Cesetsiz bir ruh gibiydim önceleri. Sonra sonra lokmalar geçti boğazımdan. Boğazım düğüm düğümken. Bu duyguyu bilir yaşayanlar. Eksiktir her şey fazlayken bile. Yiyecekler fazladır sofrada ama o yoksa doyurmaz sizi hiçbir şey. Çorbanın tuzu eksiktir. Salatanın ekşisi yoktur. Tatlı hiç olmamıştır. Ya da size görünmüyordur.
Eksiktir sevinçler. Değil mi ki bir yarınız içerdedir. Öyleyse evladınızın “Anne, bak çiçek topladım sana” deyişi bile “babamla topladık” diyemeyişi kadar eksiktir. Güzel hikayeler anlatılmaz, içli ve dokunaklı şiirler okunmaz olur. En hoş anıların hep bir yanları eksiktir. Tamamlamak istersiniz ama işte siz de eksiksiniz.
Tüm eksikler tamamlanmayı bekler. Tüm ayrılanlar yârini. Bir kalemin ancak bir kağıtla buluşunca tamamlandığı gibi. Yazılmak kağıdın, yazmak kalemin kaderi. Tutsak edilen senken, tutsaklık benim kaderim olduğu gibi…
“Ellerin Canım, bileklerin çok acıdı mı?” diye soramadım..
İki küçük yavrumun babalarına kavuşup kavuşamayacağına olan düşüncelerimle. Tekrar ber tekrar dinlediğim aynı eserle. Kah umutlardan kanat takıp uçarak kah ümitsizleşip yavaşlayarak gelmiştim adaletin tecelli etmesini beklediğimiz, çok beklediğimiz, belki de bekleyeceğimiz adliye binasına. Yine de her şeye rağmen “umut” bir kuştu yürek kafesimde. Cıvıltıları kalbimin odacıklarından duyulan. Sesi ve neşesi olan. Cezaevi ziyaretlerinden sonra hafif bulduğum üst aramalardan geçip duruşmamızın yapılacağı bloka ve kata çoktan gelmiştim. Erken gelmiştim. Bekledim. Kaderdaşlarımın ve ne ki benim en iyi yaptığımız değilse de en iyi öğrendiğimiz şeydi artık “beklemek”. Sabredip, beklemek. Ümit ile, duayla en çok da gözyaşıyla beklemek. Aynı kapıdan aynı salona giremeyeceğimizi bile bile bekledim. Kelepçeli getirildiği mahkeme salonunda kelepçeleri çözülürken “Ellerin Canım, bileklerin çok acıdı mı?” diye soramayacak olduğumu bile bile.
Ömrümde duruşma görmemiştim. Şimdi bildim.
Göz göze gelmemize müsaade etmeyecek olduklarına bilerek bekledim. Gam etmedim. Hayal ettim. Belki dedim, bu kapıdan birlikte çıkarız, tahliye işlemlerini yaptırmak üzere gerekli yerlere gideriz. Hatta belki işimiz çok uzar deyip yanıma okuma kitabı bile almışlığım, çıkacağına bu kadar inanmışlığım var. Az şey mi bunlar… Heyecanlı ve ümitli beklerken kapıda. Buyrun dediler mahkeme salonuna. Geçtim. Ömrümde duruşma görmemiştim. Şimdi bildim. Filmlerdeki gibi kocaman bir salon değildi ki bu. En fazla 35 m2. Karşımızda Hulusi Kentmen misali babacan bir hakim de oturmuyordu üstelik. Üstelik hepsi de bu Ramazan gününde, çay çorba içme derdinde. Elbette bu durum bu şehir için son derece normal. Mahkeme heyeti dört kişiydi. Önlerinde bilgisayar ekranları, üstlerinde cübbeleri. Ne kadar heybetli olmaları gerekiyorsa o kadar heybetli, ne kadar adaletli olmaları gerekiyorsa o denli adaletten uzak görünmeleri; bir bana mı öyle geldi?
Yorgundu. Ve gözleri hala aynı. Bakışları emniyetim oluyordu
Klimanın etkisiyle buz gibi olan salona O geldi. Salon ışıdı sanki. Ürpertim geçti. Tutuklu olan, beni kendine tutuklu eden yârim sevdiceğim, masumlardan bir masum, Yusuflardan bir Yusuf geldi. İçim ısındı. Zahir ki benim ile onun arasında bir kader düğümü bir elest bezmi yazgısı, kalu belada “beli” demişlik vardı. Üzerinde kareli turkuaz renkli bir gömlek, ellerinde demir soğuğu cennet anahtarı kelepçeleri vardı. Ramazanın 13’üydü. Oruçtu. Adliye nezarethanesinde eksi bilmem kaçıncı katta bekletilmiş, şimdi salona getirilmişti. Yorgundu. Ve gözleri hala aynı. Bakışları emniyetim oluyordu. İlk kez ve tek başıma bir savcı, bir mahkeme başkanı, iki mahkeme üyesi, bir katip, bir mübaşir, bir avukat, bir tutuklu, yedi asker ile bir arada bir duruşmadaydım. Demek ki kaderde suçsuz yere hapse atılmak ve adaletin olmadığı mahkemelerde adalet aramak vardı.
Mahkeme başladı. Önce sanığın kimlik bilgilerinin tespiti, sonra iddianamenin kısmen okunması. Ardından “sanığa soruldu: Hakkında F… denilen yapı ile ilgili silahlı terör örgütü kurma ve yönetme suçundan dava açılmış. Bu yapıyla alakan nedir? Telefon uygulaması olan malum iletişim programını kullandın mı?
Sorular bunlardı.. Cevaplar ise hukuksuzluklara birer işaret haksızlıklara tokattı. Ne de olsa var olanın ispatı kolaydı. Zor olan ‘yok’u ispatlamaktı. Sizin en başından suçlu olduğunuza inanan bir mahkeme ve masumiyet karinesinin hiçe sayıldığı bir adalet sisteminde; savunmanız dilsiz, çığlığınız dipsiz kuyuların derunundaydı.
İçim, başkanın sorduğu sorulara acıdı
Biri gizli tanık olmak üzere altı tanık olan dosyamızda beş tanık mahkemeye çağrılmıştı. Ön sırada askerlerin oturduğu iki sıralı oturma düzeninin olduğu salonda arka sıradaydım. Her tanığın baktım gözlerinin içine. Ne hissettiğini görebilmek için. Yazık ki, endişe ve korku vardı gözlerinde. Ellerini koyacakları bir yer bulamıyor, sesleri ağlamaklı bir biçimde hakimin her sualinde titriyordu. Koca koca adamların seslerinin titremesine, kelimeleri yakalayıp bir türlü bir araya getiremeyişlerine içim acıdı. Ama en çok içim mahkeme salonunda başkanın sorduğu sorulara acıdı:
– Size Kur’an-ı Kerim öğretti öyle mi diyorsun?
– Ne kadar süre öğretti?
– Size dini içerikli sohbetler yaptı mı?
– Risale okudu mu?
– Burs himmet adı altında öğrenciler için para topladı mı?
– O toplantıda kimler vardı?
– Malum bankada cüzi de olsa neden paran vardı?
– Umreye neden ve kimler ile gittin?
Kulaklarım duyduklarına inanamıyor, başım zonkluyordu. Anladım ki bu mahkemede yargılanan “biz” değildik. İnancımızdı. İnandığımız gibi yaşama çabamızdı yargılanan ve suçlu bulunan. O an, ne tutukluluk ne haksızlık, ne hukuksuzluk acıttı canımı. Canımı yakan Kur’an-ı Kerim’ e takınılan bu tavır ve dinin garip bırakılışıydı. Kendimi tutmasam “Bunların yargılandığımız ‘silahlı terör örgütü kurma ve yönetme’ suçu ile ne ilgisi var Allah aşkına! Kur’anı Kerim öğretmek anayasanın hangi maddesinde suç? Siz anayasa da suç teşkil etmeyen şeyleri sorarak, bizi nasıl bambaşka bir suçlama ile yargılarsınız? Mesleğiniz ve üzerinizde taşıdığınız cübbeniz size adaletli olmayı emretmiyor mu?” diyecektim. Diyemedim.
İçimde koptu fırtınalar. O fırtınaların yaşları yanaklarıma süzüldü. Yine de başımı eğmedim. Göz yaşlarımı elimin tersiyle sildim. Karşımda bir kaç metre ötemde zaman zaman göz göze geldiğim ve mahkemeyi tüm art niyetiyle yöneten savcının gözlerine bir masum ne kadar gururlu bakabilirse işte o kadar gururlu ve sükunetle baktım.
Birinci tanık, ikinci tanık, üçüncü tanık… Bir zamanlar birlikte çay çorba içilip güzel şeylerden bahseden bu insanlar iftira ile farklı cephelere sürüklenmiş. Kader şimdi onları bir araya getirmiş, yüzleştiriyordu. Kalbim sıkıştı. Böyle mi olacaktı Allah’ım, dedim. İnsanlar muhalif bir rüzgarla bu denli mi savrulacaktı? Kardeş kardeşe, dost dostuna böyle mi kıyacaktı? Bunca emeğe çileye göz yaşına yazıktı… Yüreğim kanadı.
Dördüncü tanık, kendini temize çekti, bizi attı ateşe, kendi serin ve selametteydi. Öyle bildi…
Dördüncü tanık neredeyse her şeyi anlattı. Sormadıklarını da aktardı.
-Ben o yapının içinde çok az kaldım Hakimim, karakoldaki ifademde de bahsettiğim gibi pek bir alakam olmadı. Sadece evlerinde kaldım, burslarını kullandım. Bir de az biraz vazife yaptım. Hepsi bu. Ben yanlışı bundan seneler evvel anladım. Şimdi akademisyenim, işimde gücümdeyim, tutuksuz yargılanıyorum zaten diyeceklerim bu kadar beni bırakın…
Beşinci tanık orta yaşın üzerinde bir amcaydı. Ömrünün çoğunu beraber geçirdiği insanların isimlerini vermiş, şimdilerde neredeyse her gün bir mahkemede tanık olarak dinlenmedeydi. O da benzer şeyler söyledi. Kendini temize çekti. Bizi attı ateşe kendi serin ve selametteydi. Öyle bildi…
Tanıklar geldi, tanıklar geçti. Eşime, o karınca ezmez beyefendiye son sözleri soruldu. Benim için o an duruşmanın bitip hayatımın son döneminin gözlerimin önüne serildiği yerdi.
İç çekişlerimle eşlik ettim savunmasına, o konuştu ben ağladım; o durdu, ben dayandım
“Efendim!” dedi eşim. Efendim, iki küçük bebeğim ki biri bir, diğeri iki buçuk yaşında olduğu halde 6 aydır tutukluyum. 4 kişilik tasarlanan sonraları eklemelerle 10 kişiye çıkarılan koğuşta 24 kişi ile beraberim. Fiziki şartların namüsait olması dışında henüz şüpheli ve sanık olmama rağmen hükümlü gibi muamele görmekteyim. İçerdeyken, evlatlarımızın doğum günlerini, milli bayramları ve evlilik yıl dönümümüzü kaçırdım. Eşim iki küçük bebeğimizle yanında yardımcı olacak başka kimsesi olmadığı halde evde bir tecrit hayatı yaşamaktadır. En hayati ihtiyaçları için dahi birilerine muhtaçtır. Maddi ve manevi zorluklar içinde olan genç bir annenin eşini suçsuz yere hapse atarak, beni yani eşini değil, asıl o anneyi yokluğa zorluğa mahkum etmektesiniz. Korunması gereken değerlerin başında gelen aile kurumunun ayakta durabilmesi ailemin hayatını idame ettirebilmesi için bana ihtiyaçları var. Kaçma şüphem yoktur. Yerim yurdum bellidir. Sizden bir sonraki mahkemeye kadar dahi olsa tutuksuz yargılanmamı gerekirse adli kontrol şartlarının en ağırıyla tahliyemi talep ediyor; hatta ev hapsine bile razı olduğumu bilgilerinize sunuyorum” dedi. Diyebildi.
Sesi ‘yatağına kırgın ırmaklar’ın seslerine ne kadar da benziyordu. Arada bir titredi. Yutkundu. Devam etti. Ben arka sırada, salonda tek onun sesinin yankılandığı anlarda, iç çekişlerim ve göz yaşlarım ile eşlik ettim savunmasına. Öyle ki, o konuştu ben ağladım, o durdu. Ben dayandım. Bir dakikalık o kısacık an’dı tüm mahkeme sanki. Kalbim parçalandı. Toplamadım. Az evvel mahkemeyi izlemeye gelen stajyer avukat hanım, mendil uzattı. “Sizi avukat sanmıştım dedi, yakınınız mıymış meğer, ağlamayın düzelir her şey.” Eşiyim dedim mendile teşekkür ederken, avukat değil, öğretmenim. Ama şimdi en çok öğretmeninden mahrum bırakılmış bir öğrenciyim.
Avukat bey de son savunmasını yaptı. İddia makamı, baştan belli olan kararı açıkladı, mahkeme başkanı üyelerle istişare eder gibi yapıp kararı onadı: Tutukluluğun devamına… İçim yandı. Demek bunca mağduriyet mazlûmiyet onların nazarında nokta kadardı. Demek tutukluluk kanunen suçu sabit olan kimseler için bir zaruret değil; masumları cezalandırma aracı yapılan iyiliklere sunulan mükafattı. Masumların söz hakkı demek ki zalimlerin dünyasında bu kadardı. Sonuç “Kelepçeler yine vuruldu kilit kilit yüreğime”
Giderken elleri kelepçeli, koştum yamacına. Bir mendil veremedim. Bir selam diyemedim ama söyledim onu sevdiğimi her şeyin düzeleceğini. İki yanındaki asker grubuna rağmen. Durdu. Baktı. Zaman o an, mekan o mekandı. Ben de dedi, ben de seni seviyorum. Ah ki hasret olmasaydı…