Medyayı susturma girişimini tek kelimeyle anlattı

Medyayı susturma girişimini tek kelimeyle anlattı
Anayasa Hukukçusu Prof.Dr.Mustafa Erdoğan, muhalif medyayı susturma talimatını değerlendirdi.

İşte Erdoğan'ın Zaman'da yer alan değerlendirmesi;

Gazetelerde 17 Mayıs tarihinde yer verilen bir haberde, Ankara Cumhuriyet Başsavcılığı nezdindeki “Anayasal Düzene Karşı İşlenen Suçlar Soruşturma Bürosu”ndan bir savcının, “Cemaat” hakkında yürütülmekte olan sözde terör örgütü soruşturması çerçevesinde, 27 Nisan’da Ulaştırma, Denizcilik ve Haberleşme Bakanlığı’na Cemaat’e yakın medyanın susturulmasına ilişkin skandal niteliğinde bir talimat yazısı göndermiş olduğunu öğrendik.

Savcılığa göre, sözde “Silahlı Fetullahçı Terör Örgütü” devlet imkânlarını kullanarak bu yolla “örgüt propagandası” yaptığı için Türksat Genel Müdürlüğü’nün “Cemaat”e yakın “görsel ve basılı yayınlar”ı engellemesi gerekmektedir.

Hemen şunu belirtmek zorundayım: Savcılığın bir kamu kurumuna bu şekilde bir talimat vermesi herhangi bir demokratik rejimde tasavvur dahi edilemeyecek bir durum olduğu gibi, daha özel olarak Türkiye şartlarında bile apaçık bir hukuksuzluk ve Anayasa’yı tanımazlık iradesini yansıtmaktadır.

Anayasa, ifade ve basın özgürlüğü dahil temel hak ve özgürlükleri bazı kayıtlarla da olsa tanıyıp güvence altına almıştır. Anayasa’nın kendisinin koyduğu kayıtlara ilâveten, bu haklara “sınırlama (m. 13), “durdurma” (m. 15) ve “kötüye kullanma”yı müeyyidelendirme (m 14) gibi yeni kısıtlamalar getirmek ancak kanunla ve belli şartlara bağlı olarak yapılabilir. Anayasa’nın 90. maddesine göre, Türk mevzuatıyla çatışması halinde uygulanma önceliğine sahip olan uluslararası insan hakları antlaşmalarından olan Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi de benzer bir sisteme sahiptir. Bu Sözleşme’nin uygulayıcısı olan Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi’nin içtihadı da aynı hüküm gereğince ulusal hukuka önceliklidir ve bu içtihat özellikle ifade ve basın özgürlüğü için Sözleşme metninin öngördüğünden daha da ileri düzeyde bir güvence sistemi öngörmektedir.

Talimatlar ‘anayasal hak’ ihlâlidir

Adı geçen savcılık Türksat’tan açıkça bazı basın-yayın araçlarının (başta TV ve radyoların) susturulmasını istemektedir. Bu talep veya talimat hem ifade hem de basın-yayın özgürlüğüne devletin keyfî olarak müdahalesini sağlamaya yönelik olup, bu nedenle açık bir “anayasal hak” ihlâli niteliğindedir. Nitekim, Anayasa’nın 26. maddesi (1. fıkra) düşünceyi açıklama ve yayma hürriyetinin “resmî makamların müdahalesi olmaksızın haber veya fikir almak ya da vermek serbestliğini de kapsadığı”nı belirtmektedir. Bu hürriyetin özel bir türü olan basın hürriyeti ile ilgili olan 28. madde ise 1. fıkrasında basının hür olduğunu ve sansür edilemeyeceğini âmirdir. Aynı maddenin müteakip fıkralarında basın ve yayınlarla ilgili olarak hangi nedenlerle ne tür sınırlamaların yapılabileceği gösterilmiştir. Nitekim 4. fıkra dağıtımın “tedbir yoluyla önlenmesi”ni, 6. fıkra “süreli ve süresiz yayınların toplatılması”nı ve 8. fıkra ise süreli yayınların belli suçlardan mahkûmiyet halinde “geçici olarak kapatılması”nı öngörmüş ve bunların şartlarını belirtmiştir. Görüldüğü gibi, bunlar arasında “yayınların engellenmesi” şeklinde kısıtlayıcı bir tasarruf yer almamaktadır.

Basın hürriyeti devlet tarafından sağlanmalıyken...


Aslına bakılırsa, savcılığın yayınların engellenmesine ilişkin söz konusu talebi teknik-hukukî anlamda bir temel hakkın “sınırlanması”nı değil, fakat “durdurulması”nı veya “askıya alınması”nı istemektedir. Böyle olduğu için de tamamen anayasa dışı bir taleptir. Çünkü, temel hakların durdurulması, Anayasa’nın 15. maddesine göre, ancak “savaş, seferberlik, sıkıyönetim veya olağanüstü hallerde” başvurulabilecek bir tedbirdir ve o da bazı kayıtlara bağlıdır. “Milletlerarası hukuktan doğan yükümlülükleri ihlâl etmemek” ve “durumun gerektirdiği ölçüde” olmak bu kayıtlar arasındadır. Oysa, Anayasa’nın 119., 120. ve 122. maddelerine göre olağanüstü rejim ilânına “Cumhurbaşkanı başkanlığında toplanan Bakanlar Kurulu” karar verebilir, ama bildiğimiz kadarıyla Türkiye’de resmen böyle bir olağandışı rejim ilân edilmiş değildir.

Öte yandan, savcılığın hedef aldığı basın-yayın organlarını “devlet imkânları”ndan yararlandırılmama talebi de anayasal dayanaktan yoksundur. Bunun anayasal dayanağı bulunması şöyle dursun, tam tersine Anayasa 28. ve 29. maddeleriyle devlete bunun tam da aksi yönde bir ödev yüklemektedir: “Devlet basın ve haber alma hürriyetlerini sağlayacak tedbirleri alır.” (m. 28/2); “Süreli yayınlar devletin ve diğer kamu tüzel kişilerinin veya bunlara bağlı kurumların araç ve imkânlarından eşitlik esasına göre yararlanır.” (m. 29/son)

Türkiye, anayasa dışı bir rejim altında

Bu nedenlerle, yayınların önlenmesi talebinin ilgili kurumca yerine getirilmek şöyle dursun, Anayasa’nın 137. maddesi gereğince “kanunsuz”, hatta “konusu suç teşkil eden emir” sayılıp reddedilmesi gerekir. Savcının, talebine kanunî bir dayanak göstermemiş olması da bu bağlamda anlamlıdır.

Yakınlarda tanık olduğumuz benzer tuhaflıklar gibi, bu son olay da gösteriyor ki, resmen ve usulünce ilân edilmiş bir olağanüstü rejim söz konusu olmamakla beraber, Türkiye bir süredir fiilen böyle bir rejim altında yaşamaktadır. O yakıcı tuhaflıkların en çarpıcı olanını da hatırlayalım: Bir mahkemenin verdiği karar, başka bir yargı mercii tarafından “kanun yolu” incelemesi marifetiyle kaldırılmadığı veya değiştirilmediği halde, ilgililerce Anayasa’ya ve kanuna aykırı olarak uygulanmamaktadır. Bu kararı veren hâkim kararından dolayı tutuklanmıştır. Aynı hâkim meslekten çıkarılmıştır.

Artık gerçekten de sözün bittiği yerdeyiz. Şakası yok: Türkiye gerçekten de anayasa dışı bir rejim altındadır. Öyle olmasaydı, yani anayasal bir rejimde yaşıyor olsaydık, Anayasa’nın mahkemelerin bağımsızlığı ve hâkim teminatıyla ilgili açık hükümlerine rağmen bunlar yapılabilir miydi?.. Anayasal bir rejimde yaşıyor olsaydık, dinî-hayrî bir cemaatin “Anayasal Düzene Karşı Suçlar Bürosu” tarafından soruşturulması diye bir şey tasavvur edilebilir miydi?.. Anayasal bir rejimde yaşıyor olsaydık, savcı unvanlı bir “hukukçu”nun böyle bir oluşum hakkında “Silâhlı Fetullahçı Terör Örgütü” gibi akla ziyan bir niteleme yapması mümkün olur muydu?...

Bunlar olabiliyor, çünkü şunca insan (kişi, grup, topluluk) bu meselenin sadece “Cemaat”le ilgili olduğunu sanıyor veya öyle olmasını temenni ediyor. “Bu olup bitenler beni ilgilendirmiyor” diye düşünenler, umarım kısa zamanda intibaha gelir ve aslında bu gidişat karşısında hiçbir kişi veya grubun güvende olmadığını idrak ederler. Başka kusurları veya meziyetleri ne olursa olsun, en azından şiddetle, silâhla hiç işi olmamış olan bir topluluğa “silâhlı terör örgütü” yaftasını yakıştırabilenlerin, kendilerinden olmayan sıradaki diğerlerine neler yapabileceğini kestirmek çok mu zor?

ZAMAN

22 Mayıs 2015 09:55
DİĞER HABERLER