80 yıla yaklaşan ömrünü iman ve Kur'an hizmetinde geçiren Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Mehmet Emin Birinci Hakk'ın rahmetine kavuştu.
Alınan bilgiye göre Mehmet Emin Birinci, Üsküdar'daki Hospital Türk Hastanesi'nde kanser tedavisi görüyordu.
Merhum'a Allah'tan rahmet, kederli ailesine başsağlığı diliyoruz.
Mehmet E. Birinci'nin cenazesi YARIN
Bediüzzaman Said Nursi'nin talebelerinden Mehmet Emin Birinci vefat etti.
Cenaze namazı 4 Nisan 2007 Çarşamba günü ikindi namazını müteakip FATİH CAMİİ'NDE kılınacak, EYÜP SULTAN KABRİSTANINDA defnedilecektir.
Mehmet EMin Birinci'ye, Cenab-ı Haktan rahmet ve mağfiretler gönüldaşlarına başsağlığı diliyoruz.
Mehmet Emin Birinci KİMDİR?
Mehmed Emin Birinci Ağabey, 1933'te Rize-Pazar Hisarlı köyünde dünyaya geldi. Üstad Bediüzzaman'ı ilk defa 1953’te İstanbul’da ziyaret etti. Öğretmenliği bırakarak Nur hizmetine girdi. Bundan sonra Bediüzzaman’ı pek çok defa ziyaret etti. Risale-i Nur'un neşir hizmetinde bulundu. Nur Risalelerini matbaada ilk bastıranlardandır. Ömrünün sonuna kadar gerek yurt içinde gerek yurt dışında Nur Risalelerinin yayılması ve okunması için gayret gösterdi. Namazı vaktinde kılmasıyla tanınan Birinci Ağabey, ziyaretine gelenleri de bu konuda teşvik ederdi. 3 Nisan 2007 Salı günü tedavi gördüğü Üsküdar Hospital Türk’te Hakk’ın rahmetine kavuştu.
Birinci, Bediüzzaman ile nasıl tanıştı?
Necmeddin Şahiner'in 'SON ŞAHİTLER' kitabından alınmıştır.
“İstanbul’a gelişim”
“Sene 1952... İki arkadaş, yatılı bir okula girmek için İstanbul’a geldik. Nihayet Deniz Astsubay Okuluna girmek için lüzumlu evraklarımızı tamamladık, muayenelerimiz bitti. Neticede bana dediler ki:
“Senin tansiyonun biraz yüksek, bunun için sen okula giremeyeceksin’ ve ben okula giremedim. ‘Tevekkeltü Alâllah’ deyip neticeyi beklemeye başladım. Bir müddet yakın akrabalarımın yanında kaldıktan sonra bir otelde kâtiplik yapmaya başladım.
“O günlerde Hür Adam Gazetesinde bir haber gördüm.
“Bediüzzaman Said Nursî Hazretlerinin yarın mahkemesi var’ diyordu. Dizlerimde mecâl kalmamıştı. Heyecandan titredim. Birkaç yıldan beri nurlu kitaplarını okuduğum büyük ve eşsiz Üstadı görmek nasip olacaktı. Muhakeme olacak yeri öğrendim ve erken saatlerde mahkeme koridorunda beklemeye başladım. Kısa zaman içinde koridor tamamen doldu. Mahkeme saati yaklaşınca o kadar izdiham oldu ki, aşağıdaki caddeden tramvaylar geçemez oldular, otobüsler yollarını değiştirdiler. (O zamanki Adliye, şimdiki Büyük Postahanenin üst katı idi). Halk, Adliyenin karşısındaki evleri ve hanları doldurmuş muazzam kalabalığa temaşa ediyordu. Mahkeme saati yaklaştı ve aziz Üstad, hasretini her an bütün duygularımla hissetiğim büyük insan, tarihî şahsiyeti ve kıyafetiyle koridorun başında göründü. Telaşsız ve fütursuz, vakur adımlarla dim dik yürüyerek binlerce kendisini karşılayanları iki eliyle selâmlayarak mahkeme kapısına kadar geldi. Yanında üniversitede okuyan sadık talebeleri vardı. Mahkeme kapısı açılınca kendimi içerde buldum. Yüç kişilik yere binlerce kişi girmek istiyordu. Mahkeme reisi bu izdiham karşısında mahkemenin cereyan edemeyeceğini, salonun boşaltılmasını rica etti. Fakat hiç kimse istifini bozmadı. Birkaç dakika sükûttan sonra Üstadın dönüp taleberine bir bakması kâfi geldi ve kalabalık bir anda dışarıya çıktı. Fakat yine biz mahkemeyi içerde ayakta dinledik.
Akşehir Palas’ta
“Üstadın Akşehir Palas’ta kaldığını öğrenince ertesi günü hemen otele gittim. Görüşmek istedim. Mahcubiyetimden ve heyecanımdan ısrar edemiyordum. Yanında kalan ve hizmet eden Üniversiteli Nur Talebelerine gıbta ediyordum. Ne olurdu ben de onların yanında bulunaydım, diye coşar bir arzu ile istiyordum. Kaç kere Akşehir Palas Oteline gittimse de orada görüşmek nasip olmadı.
“Yine bir defasında görüşmek için gittiğimde o zaman hizmetinde bulunan Üniversiteli Muhsin Alev dedi ki: Üstad yarın karşımızdaki küçük camide Cuma namazına gidecek, sen de gel oraya, görürsün.’ Gittim. Üstad arka tarafta müezzin mahfelinde namaza durdu. Ayaklarındaki çorapları çıkarmıştı. Çok dikkatli bakıyordum. Her selâmdan sonra dişlerini misvaklıyordu. Namaz bitti. ‘Sübhânallah, Elhamdülillah, Allahüekber...’ Sonra herkes dua etmeye başladı. Ben baktım Üstada. Tesbihatı bitirmediğinden bir eliyle tesbih çekiyor, diğer elini kaldırmış, umumî duaya amin diyordu. Namazdan sonra görüşmek yine nasip olmadı. Bu arada Abdülmuhsin Alev’in kaldığı Süleymaniye’deki evine gitmeye başladım. Yavaş yavaş orada Risaleleri daha fazla okuyabiliyordum. Hem de oraya gelenlerle beraber okuyorduk.
“Bir gün Abdülmuhsin, benim bulunduğum otele gelerek ‘Filan gazetede bir haber var. Onu Üstad görmek istiyor, tanıdığın bir bayi varsa, para vermeden emaneten o gazeteyi al, sonra iade edersin? dedi. Ben de gittim, aldım, sonra bayiye geri verdim.
“Yine bir başka gün Abdülmuhsin yanıma gelerek ‘Üstada sormak istediğin, yazılmasını arzu ettiğin bir sualin var mı? Üstad soruyor. Sualin varsa söyleyelim’ dedi. Hiç unutmam. Demiştim ki: ‘Namazın ta’dil-i erkânına dair bir kitap yazsa iyi olur.’ Gülümsüyordu. Gitti. Ve ondan birkaç gün sonra bir bavulla bana gelerek, ‘Bunlar senin yanında biraz kalsın. Üstad Hazretleri Akşehir Palas’tan çıkıyor. Fatih’teki Reşadiye Oteline gidecek. Bunları bir müddet sonra alacağız’ dedi. Üstadın eşyaları imiş. Bir müddet sonra aldılar. Ve Üstad Akşehir Palastan Reşadiye Oteline gitti.
“Üstadı ilk ziyaretim”
“Artık sabrım tükenmişti. Ne yapıp yapıp Üstadı görecektim. Aradan birkaç gün geçtikten sonra Fatih’e gittim. Reşadiye Otelini buldum. ‘Falan odada kalıyor’ dediler. Çıktım. Beni Abdullah Yeğin Ağabey karşıladı. Ve Üstadın hizmetinde bulunanların kaldıkları odaya götürdü. Üstad kendi odasından bir ara abdest almak için çıkınca tekrar odasına giderken beni gördü. ‘Bu kimdir?’ diye sormuş olacak ki, biraz sonra beni çağırdılar, gittim. Titreyerek, çekinerek, ürkerek Üstadın odasına gittim. Elini öpmek için yaklaşırken bana işaret ederek ‘otur’ dedi, oturdum. O esnada Hz.Üstad, Türk Milliyetçiler Derneği tarafından Süleymaniye Camiinde okutulmakta olan Mevlid-i Şerifi küçük el radyosundan dinliyorlardı.
“Mevlid yayını bitince kalktım ve büyük Üstadın elini öptüm. Hz. Üstad da alnımdan öperek nereli olduğumu ve ne yaptığımı sorunca dilim tutulmuştu. Orada beni tanıyanlar cevap verdiler. Risale-i Nuru okuduğumu, elimden geldiği kadar hizmet ettiğimi söylediler. Hz. Üstad bana dönerek:
“Seni, hem Zübeyir, hem Bayram, hem Ceylân, hem Hüsnü, hem Tahirî, hem de Abdülmuhsin gibi kabul ettim. Risale-i Nur’a hizmet eyle’ dedi.
“Kendime geldiğim zaman, o mübarek zatın sıcacık eli hâlâ şakaklarımdaydı. Ruhumla birlikte bir anda bütün duygularımın yıkandığını hissetim. İkindi namazını oradaki arkadaşlarla kıldıktan sonra otelden ayrıldım.Bütün vücudumda bir hafiflik, bir rahatlık hissediyordum. Büyük Üstadın elini öpüp, onun mübarek duasına nail olmanın huzuru ve saadeti gönlümde bambaşka ufuklar açmıştı. Hele bana iltifat ederek bizzat kendine hizmet eden has talebeleri arasına dahil etmesinin sevinci içimi daha bir başka yakmakta idi. Tarifi imkânsız bir saadete kavuştuğumu hissediyordum.
“Kendimi Nurlara vermeliyim”
“Artık bundan sonra ben de kendimi Nurlara vermeliydim. Bu hayatımı Nur’un inkişâf ve tealisi uğruna vekfetmeli, feda etmeliydim. Nasip, kısmet bu. Cenab-ı Hakkın takdiri bu. Nereden, ne için İstanbul’a geldim? Nasıl, ne biçim hâdise ile karşılaştım. Elbette ‘kader söylese ihtiyar-i cüz’î susar, iktidar-ı beşer konuşmaz.’ Bizim de ihtiyar-ı cüz’îmiz sustu. Ve iktidarımız elimizde olmayan bir istikamete itildi. Ve Nur’un, Nur cemaatinin, halis-muhlis mü’minler topluluğunun müşfik kucaklarına düştüm. Merhamet dağıtan sinelerine rabt oldum. Memleketin ücra bir köşesinde gerçekten ihtiyarımız harici karınca kararınca birkaç seneden beri yapmakta olduğumuz, daha doğrusu istihdan edildiğimiz kudsî hizmetin, cihanşümûl îman davasının nurlu menbaını bulmuş, Allah’ın inayetiyle kafile-i Nur’a dahil olmuştum. Sevincim hudutsuzdu. Ehemmiyetsiz bir sebepten dolayı demek ki hıfz-ı İlâhî bizim gibi bir âcizi büyük Üstadın hizmetinde istihdam edecek bir kemter olarak kabul buyurmuş ki, böyle bir saadete nail oluvermiştim.
“Halis niyetin kabule karin bir dua olduğunu Risale-i Nur’da okumuştum. Daha ilk Risale-i Nur’u Üniversite Nur Talebelerini duyup onların hizmetlerinden bahsedilirken kalbimden geçirmiştim ki, ne olurdu ben de aralarında olsaydım. Nasıl onlar Üstada ve Risale-i Nur’a hizmet ediyorlarsa ben de onlara hizmet edeydim. Cenab-ı Hak bu niyetimin kabûlünü Hz. Üstadı bilfiil ziyaret etmek suretiyle gösterdi. Hadsiz hududsuz hamdü senâlar...
Fatih’te Cuma namazı
“Üstad Hazretlerini ziyaretimden kaç gün geçtiğini bilemiyorum. Bir gün dediler ki: ‘Yarınki Cuma namazını Üstad Fatih Camiinde kılacak.’ Namaz vakti camiye gittim. Daha evvel tanıdığım birkaç arkadaş da orada idiler. Osman Köroğlu ismindeki bir arkadaş hemen orda bulduğu seyyar bir fotoğrafçıya tembihleyerek Üstad Hazretleri camiden çıkarken fotoğrafını çekmesini söylemişti. Hz. Üstad ezan okunurken camiye geldi. Namazı müezzin mahfelinde kıldıktan sonar, Nur Talebeleriyle birlikte dışarı çıktık. Üstad bizim beş metre kadar önümüzde gidiyordu. Tam Fatih türbesine girilen kapının önüne gelince durdu. Kabristana yarım dönük vaziyette ellerini açıp Fatiha veya dua okumaya başladığa zaman fotoğrafçı hemen birkaç resim çekti. Hz. Üstad ses çıkarmadı. Hep beraber Reşadiye Oteline kadar yürüdük. Onlar yukarı çıktılar. Biz de yerlerimize gittik.
“İkinci defa Üstadımızı görmüş olmak bana dünyalar verilse değişmeyeceğim bir sevinç verdi. Artık sık sık Süleymaniye’deki 50 numaralı eve gidiyor ve oradaki Nur Taleberinden hizmetin usûl ve metodlarını öğreniyordum. Baktım olacak gibi değil. Otelde çalışırken biriktirdiğim bir miktar param vardı. ‘Tevekkeltü Allah, bu bitinceye kadar Allah Kerim’dir’ dedim ve otelden ayrılarak ben de onların yanında kalmaya başladım. Her hallerini dikkatle takip ediyordum.
Sabah dersleri
“Sabah namazını evde kılıp çıkıyor, sabah derslerine Aksaray ve Saraçhanebaşı’ndaki parka münavebeli gidiyorduk. (Aksaray ve Saraçhanebaşı’nın şekli o zaman başkaydı.) Sabahın erken saati olduğu için etraf sessizdi. Oralarda bir-iki saat Risale-i Nur’dan okur ve tefekkür ederdik. Ara-sıra bazı kimseler de derslerimize iştirak ederlerdi.
“Yine bir gün Aksaray parkında Risale-i Nur’dan haşre dair bir bahis okunmaktaydı. Bir genç karşı kanepeye oturmuş bizi dinliyordu. Her meseleyi olduğu gibi, haşir meselesini de iki kere dinliyordu. Her meseleyi olduğu gibi, haşir meselesini de iki kere iki dört eder derecesinde isbat eden Risale-i Nur’un muknî ve müdellel izahlarına o genç hayran kalmış, bilhassa ‘İncir ağacı kendisi çamur yer, yavrusu hükmündeki meyvelerine süt içirir’ mealindeki cümle çok hoşuna gitmiş. Bundan sonra derslerimize devamlı gelmeye başladı. Artık yavaş yavaş arkadaşlara ısındım. Beraber hizmete devam ettik. Bir gün Abdülmuhsin ‘Arkadaşlar! Üstad bir yerde diyor ki: ‘Ben dünya yükümü bir elimle kaldırabilirim’ (elindeki büyükçe bir bohçayı göstererek), ‘İşte Üstadın dünyadaki malı mülkü, hepsi bu kadar’ dedi.
“Memlekete döndüm”
“Hz. Üstad, İstanbul’dan Emirdağ’a gitti. ben de altı ay kadar İstanbul’a hizmette bulunduktan sonra askerlik yoklaması için memlekete gittim. Yanımda merhum Eşref Edip’in bastığı küçük Tarihçe-i Hayat’tan bir miktar götürmüştüm.
“Bizim Kadir Amca Risale-i Nur’un hakikatlarını herkese anlatmak istiyor, kendisinin eline daha evvel geçmediği için hayıflanıyordu. Müftülere, hocalara, kahvlere gider, daima Üstad Bediüzzaman’dan, onun büyük hizmetlerinden bahseder ve anlatırdı. Bu hal bazı münafıkların ve din düşmanlarının hoşuna gitmez, çeşitli bahaneler ararlardı. ‘Ata et, arslana ot atılmayacağını’ yani her mevzuun herkese anlatılmasının mahzurlu olacağını tam kestiremeyen Kadir Amca, halis bir niyetle ve insanları irşad etmek kasdiyle gece gündüz demeden anlatıyordu. Onun bu vaziyeti gizli din düşmanlarının şikâyetine mucib oldu. Defalarca şikâyet edildi. Savcılık harekete geçmeyince, bu kere, ‘Gizli bomba imal ediyor’ yalan ihbarlarıyla savcılık arama kararı çıkartarak Kadir Amcanın atölyesini ve evini arattırıyor. Neticede Risale-i Nur’dan birkaç parça ile dinî kitaplardan başka birşey bulunamıyordu. Aynı arama kararında benim ve Halil Santepe isimli -Bize ilk Risale-i Nur’u getirenlerden- zatın evinin aranacağını haber aldık. Ben aramaya gelenleri iskele dediğimiz yerde bekledim. Birkaç saat sonra geldiler, beni sordular.
“Arama kararı aldıklarını, binaenaleyh evimizi arayacaklarını söylediler. Eve doğru yürümeye başladık. Bulunduğumuz yerden evimize yirmi dakikalık mesafe vardı. Aramaya gelenlerden biri ilçe jandarma komutanı, diğeri Sami isimli bir polis memuruydu. Yağmur hafiften yağıyor ve biz hızlı adımlarla bizim eve doğru gidiyoruz. Yanımızda onlardan başka bizim akrabalarımızdan bir çocuk var. Ona mahallî lisanla, arka taraftaki yoldan çabuk bizim eve gitmesini, masada bulunan silâhı almasını, Risalelere dokunmamasını söyledim. O da öyle yapmış. Yolda giderken jandarma kumandanına gayet rahatlıkla niçin aramaya geldiklerini, suçumuzun ne olduğunu sordum, cevap vermedi. Polis memuru hayret ediyordu. Nasıl olur da konuşabilirdim? Bu cesareti nereden almıştım? Çünkü daha devr-i sabıkın zulüm ve işkence hırsları birtakım memurlarda henüz sona ermemiş ve bizim demokrasi içindeki hür düşüncelerimizi bir jandarma kumandanına söyleyebilmemizi cüret saymıştı.
“Eve gittik. Odaları aradılar. Buldukları birkaç Risale ile mektupları aldıktan sonra Halil Efendinin evini aradılar. Oradada birkaç Risale bulup gittiler. Ertesi günü savcılığa gitmemizi tembih ettiler.
“Savcılık durumu Rize Ağır Ceza Mahkemesine intikal ettirmiş. Ve Kadir Ustayı tevkif etmişlerdi. Bu hal bazı din düşmanlarının hoşuna gitmekle beraber, ehl-i îmanı incitmiş ve mahzun eylemişti. Ağır Ceza Mahkemesi ilk duruşmada Kadir Ustayı tevkif etmiş, ikinci duruşmada ise beraat ve müsadere edilen eserlerin sahiplerine iade edilmesi kararını vermişti. Bu mahkeme münâsebetiyle Risale-i Nur’lar halk arasında daha fazla duyulmaya başladı. Hattâ Kadir Usta, iade edilen Risale torbasını sırtına alarak, bir bisiklete binip, kazada dükkân dükkân dolaşarak, ‘Arkadaşlar! İşte devletin temel nizamlarını yıkmak için kullandığım âletler bu torbanın içindedir. Herkesin mâlûmu olsun’ diyerek menfi zihniyet sahiplerini protesto etmişti.
Üstad beni İstanbul’a istiyor
“1953 senesi içinde Üstad Bediüzzaman tekrar İstanbul’a gelmiş bulunuyordu. Bir gün bir telgraf aldım. Telgrafta ‘Üstad seni İstanbul’a istiyor, acele gel’ deniyordu. Bu telgraftan birkaç gün önce Millî Eğitim Müdürlüğünce ortaokul mezunlarına öğretmenlik için ihtiyaç olduğu ilân edilmiş, ben de müracaat etmiştim. Talebelere îman hakikatlarını anlatmak hissi galebe çaldığı için Aziz Üstadın davetine icabet etmeme hamakatını gösterdim. Hata ettim. Fakat kısa bir zaman sonra tokadını da yedim.
“Gerçi kısa sayılacak zamanda çocuklara çok şey öğrettim, örnek hareketler gösterdim. Hem dünyevî, hem uhrevî meseleleri birleştirerek akıl, kalb ve vicdanın nurlanmasını temine çalıştım. Fakat bütün bunlar Hz. Üstadın hizmeti yanında bir zerre bile olamayacağını sonradan öğrendim. Ama iş işten çoktan geçmişti.
moralhaber.net