''Kur’an’da olduğu gibi, hadislerde ve bilhassa kudsî hadislerde de müteşabihat vardır.''
Safvet Senih / samanyoluhaber.com
Muhkemat ve Müteşabihat
Üstad Bediüzzaman Said Nursi Hazretleri Yirmi Dördüncü Söz’ün Üçüncü Dalında, bazı hadis-i şeriflere gelen itirazlara aklî-mantıkî cevaplar veriyor. Meseleleri “On İki Asıl” üzerinden ele almış. Bunlardan: “On Birinci Asıl” da “Nasıl, Kur’an-ı Hakîm’in müteşâbihatı var; te’vile muhtaçtır veyahut mutlak teslim istiyor. Hadislerin de Kur’an’ın müteşâbihatı gibi müşkilâtı vardır. Bazan çok dikkatli tefsire ve tabire muhtaçtır.” diyor.
Bir arkadaşımız Tevrat ve İncil uzmanı bir profesör ile görüşürken, o kişi Hıristiyan olmasına rağmen “Ya benim bunlara inanasım gelmiyor” diyor. Arkadaşımız ona, “Bunların aslı vahiydir. Ama zamanla tercüme üstüne tercümelerle yapılan hata ve yanlışlıklar, bazı yorumcuların çıkardıkları bazı yanlış mânâlar aslındanmış gibi karışması, kafaları karıştırabilir. Bazı Hanefi fıkıhçıları, asıllarına hürmeten onlara saygı gösterilmesini, hatta abdestli olarak dokunulmasını söylemiştir. Hem sizde muhkemât ve müteşâbihat diye bir ayırım yok. Halbuki Kur’an-ı Kerim: ‘Bu muazzam Kitabı sana indiren O’dur. Onun âyetlerinin bir kısmı muhkem olup bunlar Kitab’ın esasıdır. Âyetlerin bir kısmı ise müteşabihtir. Kalblerinde eğrilik olanlar sırf fitne çıkarmak, insanları saptırmak ve kendi arzularına göre yorumlamak için müteşâbih kısmına tutunup onlarla uğraşır dururlar. Halbuki onların hakikatini, gerçek yorumunu Allah’tan başkası bilemez. İlimde ileri gidenler: -Biz ona olduğu gibi iman ettik. Hepsi de Rabbimizin katından gelmiştir, derler.’ (Âl-i İmran Suresi, 3/7) buyuruyor. Mesela: İhlas Suresindeki, “De ki: O, Allah’tır, gerçek İlâhtır ve Birdir. Allah Samed’dir (Herşey Kendisine muhtaç olduğu halde, hiçbir şeye muhtaç olmayandır.) Ne doğurdu, ne de doğuruldu. Ne de herhangi bir şey O’na denk oldu.” İfadeler muhkem âyetlerdendir. Meselâ “Rabbimiz o Allah’tır ki, gökleri ve yeri altı günde yarattı. Sonra da ARŞA İSTİVA buyurdu.” (Âraf Suresi, 7/54) Âyette geçen Arş, hükümdar tahtı demektir. İstiva, istila ve kurulmak mânalarına gelir. Bu bir müteşâbih ifadedir. Bu muhkem âyetler ışığında tevil edilir. Yani insanları Cenab-ı Hakkın yüce iradesiyle bütün kainatı ve içinde olanları idare etmesini, ancak bir sultanın saltanat tahtında ülkesini idare etmesi şeklindeki bir temsille anlayabilir. Zamanı da mekanı da, tahtı da yaratan Allah’tır. Hiçbir şeye muhtaç değildir, eşi benzeri yoktur. Ama bilhassa avam halkın anlayabilmesi için böyle bir benzetme ihtiyaç vardır.
İşte Kur’an’da olduğu gibi, hadislerde ve bilhassa kudsî hadislerde de böyle müteşabihat vardır.
On İkinci Asıl: Peygamberlik, tevhid ve iman nazarı Allah’ın birliğine, âhiretin varlığına ve ulûhiyete baktığı için, hakikatı ona göre görür. Felsefe ve fenni ilimlerle meşgul olanların nazarı, kesrete, sebeplere, tabiata bakar, ona göre görür. Bakış noktaları birbirinden çok uzaktır. Felsefî ve fennî görüşün en büyük bir maksadı, usûlü’d-Din ve ilm-i Kelam âlimlerinin maksatları içinde görünmeyecek bir derecede küçük ve ehemmiyetsizdir.
“İşte onun içindir ki, kainattaki varlıkların mahiyetlerinin, özelliklerinin ayrılık, tafsilat ve detaylarında fennî ve felsefî görüş çok ileri gitmişler. Fakat hakiki hikmet olan âlî İlahî ve uhrevî ilimlerde o kadar gerilerdir ki, en basit bir müminden daha geridirler. Bu sırrı anlamayanlar, İslamî ilimleri derinlemesine tahkik edip araştıran âlimleri, felsefî ve fencilere nisbeten geri zannediyorlar. Halbuki akılları gözlerine inmiş, kesret ve çokluk içinde boğulmuş olanların ne haddi var ki, Peygamber vârisliği ile âlî, İlahî, Kudsî maksatlara, hikmetlere yetişenlere yetişebilsinler!..
“Hem bir şey iki nazarla ile bakıldığı vakit, iki muhtelif hakikatı gösteriyor. İkisi de hakikat olabilir. Fennin hiçbir kesin hakikatı, Kur’an’ın kudsî hakikatlarına ilişemez. Fen kısa eli, onun münezzeh ve muallâ eteğine erişemez. Numûne olarak bir misal zikrederiz. Mesela: Küre-i arz, fennî düşünceyle bakılsa hakikatı şudur ki, Güneş etrafında orta büyüklükte bir gezegen gibi hadsiz yıldızlar içinde döner. Yıldızlara nisbeten küçük bir mahluk. Fakat ehl-i Kur’an nazarıyla bakıldığı vakit, hakikatı şöyledir ki: Kâinatın meyvesi olan insan; en câmî (pek çok şeyi içinde toplayan, çeşitli âlemlerin bir nüshası, bir fihristesi) en bedi’ (hârika yaratılmış), en âciz, en aziz, en zayıf, en lâtif bir Kudret mucizesi olduğundan, beşik ve meskeni olan küre-i arz, göklere nisbeten maddeten küçüklüğüyle ve hakirliğiyle beraber, mânen ve san’aten bütün KÂİNATIN KALBİ, MERKEZİ… Bütün sanat mucizelerinin meşheri, sevgisi… Bütün İlahî Güzel İsimlerin tecellilerinin mazharı, odak noktası… Nihayetsiz Rabbânî faaliyetlerin mahşeri, mâkesi (yansıma yeri)… Hadsiz İlâhî hallakıyenin (yaratıcılığın), bilhassa nebatat ve hayvanatın küçük nevilerinden cömertçe icâdın vesilesi, çarşısı ve pek geniş âhiret âlemlerindeki sanat eserlerinin küçük ölçekte nümunegâhı, ebedî dokuma ve işlemlerin sür’atle işleyen tezgâhı, ebedî sermedi manzaraların çabuk değişen taklitgâhı, daimî bahçe ve bostanların tohumcuklarına sür’atle sünbüllenen dar ve muvakkat tarlası ve terbiyegâhı olmuştur.
“İşte arzın bu mânevî azametinden ve sanat yönünden ehemmiyeti sebebiyledir ki, Kur’an-ı Hakîm, göklere nisbeten büyük bir ağacın küçük bir meyvesi hükmünde olan arzı, bütün göklere karşı, küçücük kalbi, büyük kalıba mukabil tutmak gibi denk tutuyor. Onu bir kefeye, bütün gökleri bir kefeye koyuyor, tekrar tekrar. ‘Göklerin ve yerin Rabbi” diyor.
“İşte diğer meseleleri buna kıyas et ve anla ki; felsefenin ruhsuz, sönük hakikatleri, Kur’an’ın parlak, ruhlu hakikatleriyle çarpışamaz. Bakış noktası, ayrı ayrı olduğu için, ayrı ayrı görünür.”
“Rabbü’s-semâvat-ı ve’l-arz” veya “Halaka’s-semâvâtı ve’l-arz” ifadelerindeki, bütün gökleri arza denk tutma meselesindeki sır ve hikmet ancak bu kadar güzel ifade edilir. “Aya gidince ne tarafa doğru namaz kılacağız?” sorusuna işte okuduğum hikmet ve sırrın ışığında “Dünyaya doğru… Çünkü dünya kainatın kıblesi, kalbi ve merkezi” diye cevap vermiştim.