Yönetimin, yönetim kurullarının başında isek, lütfen kendimizin bir insan, dolayısıyla noksan olduğumuzu, yanılabileceğimizi düşünelim ve ona göre davranalım… Kimden olursa olsun, her sese kulak verelim.
SAFVET SENİH- SAMANYOLUHABER.COM
Yönetimin, yönetim kurullarının başında isek, lütfen kendimizin bir insan, dolayısıyla noksan olduğumuzu, yanılabileceğimizi düşünelim ve ona göre davranalım… Kimden olursa olsun, her sese kulak verelim.
En başta alttan gelen şikayetleri dikkatlice dinleyelim… Bir profesör arkadaşımız Prof. Dr. Mazhar Osman’dan bahsederken dedi ki: “Bir hastasını, baştan sona iyice dinlemiş. Sonra, ‘Son bölümünü tam anlayalım, bir daha anlatır mısın?’ demiş. Hasta tekrar anlatmış. Sonra konuşmalarından bazı bölümleri soru haline getirip sorup, tekrar tekrar dinlemiş. Hasta nihayetinde ‘Tamam, ben derdimi bütün detayları ile anlattım. Artık tedaviye ihtiyacım yok’ deyip gitmiş. Meâlen anlattığım bu mesele ders kitaplarına da yazılmış…”
Unutmayalım, problemler başka türlü çözülemez.
Hüsnü zanlar, çok şeyleri görmemize engel olabilir. Eğer bir kişiden, altındakilerin çoğunun şikayetleri varsa, ortada bir problem var demektir. Duyarsız olmamak, insaf etmek gerekir. Tabanın sesini dinlemek, imkân dâhilinde elden geleni yapmak icap eder.
Bütün insanlar, Allah’ın ahsen-i takvim potansiyeli olarak yaratılmış harika birer sanatı ve birer nakş-ı âzamıdır. Hepimiz Allah’ın kuluyuz. Emrinizde, işinizde çalışan insanlar da size Allah’ın bir emanetidir. Şefkatle davranmak zorundasınız. Eğer elimizden bir şey gelmiyorsa bile, onların vicdanlarında “Eğer ellerinden gelseydi, yaparlardı.” Kanaatını verecek gerçek bir doğruluk ve göz ardı edilemeyecek bir dürüstlük sağlamak sorundasınız. Evet bazan çok istemenize rağmen, müdahale etmek, meseleleri halletmek elinizden gelmeyebilir, ama gerçekten işin derdini çekiyorsanız, Cenab-ı Hak sizin bu dertlenmelerinizi kalblere hissettirir…
İhlas Lem’alarını bilhassa Yirmi Birinciyi dikkatli okuyalım. Zira onun başında “Bu Lem’a hiç olmazsa onbeş günde bir defa okunmalıdır.” diye bir ihtar mevcuttur. Eğer ihlasın sırrını kendimize yerleştirirsek, Cenab-ı Hak söyleyeceğimiz sözleri bile kalbimize yerleştirir. Hatta farkına varmadan söylem birliği bile oluşur.
Konuşmalarımıza dikkat etmeliyiz. Eğer, bir cümlede, “Ben, kendim, bizzat okudum” diyenin ifadesinde olduğu gibi, tam dört tane ben, ben, ben, ben varsa, buna da büyük bir enaniyet ve kibir vardır demektir… Vicdanlar sönmemiş ve kalbler ölmemiş ise, bu ağırlığı hissederler.
Hiç kimseyi vesayet altına almayı düşünmeyelim; hem de hiç kimsenin vesayeti altına girmeyi… Asla hiç kimsenin hiçbir şeyinde gözümüz olmasın…
Unutmayalım, belâ ve musibetlerde kulların hataları söz konusudur… Bazan bir musibet bin nasihattan evla olabilir. Mühim olan durum muhakemesi ve muhasebesi yapıp ders çıkarmak ve bir daha aynı hatalar düşmemeye çalışmaktır. Bu açıdan bu acılı süreç bizler için bir TEKÂMÜL KURSU gibi olmalıdır. Bunu bir yüksek eğitim vesilesi sayalım. Eğer bunu idrak edebilirsek lokallikten çıkıp globalliğe yükselebiliriz… Böylece cihan çapında bir konumun liyakatını kazanabiliriz. İnanıyorum ki, bu konuma hazır ve lâyık hale gelebilirsek, süreç de sona erebilir. Bu yorum ve değerlendirme hususunda Cenab-ı Hakkın beni utandırmamasını niyaz ederim.
Üstad Hazretlerinin Emirdağ Lâhikasında ifade ettiği gibi “Bu derûnî hisler ve ilhamlar beni hayretler içinde bıraktı. Herkes hoşlandığı manevî makamatı ve uhrevî saadetleri âmâl-i sâliha ile kazanmak ve bu yola müteveccih olmak herkesin meşru hakkı olduğu, hem de hiç kimseye hiçbir zararı bulunmadığı halde ben ruhen ve kalben bu ahvalden men ediliyorum. Rıza-i İlahîden başka fıtrî vazife-i ilmiyenin sevkiyle yalnız ve yalnız imana hizmet hususu bana gösterildi.
“Allah’a binlerce şükür olsun ki, yirmi sekiz senedir dini siyasete âlet ittihamı altında kader-i İlahî iradem hâricinde dini, hiçbir şeye âlet etmemek için insanların zâlimâne eliyle mahz-ı adalet olarak beni tokatlıyor, ikaz ediyor. ‘Sakın!’ diyor, ‘iman hakikatini kendi şahsına âlet yapma.’ Tâ ki, imana muhtaç olanlar anlasınlar ki; yalnız hakikat konuşuyor. Nefsin evhamı, şeytanın desiseleri kalmasın, sussun.
“İşte Nur Risalelerinin büyük denizlerin büyük dalgaları gibi gönüller üzerinde husule getirdiği heyecanın kalblerde ve ruhlarda yaptığı tesirin sırrı budur. Başka bir şey değil. Risale-i Nurun bahsettiği hakikatların aynını binlerce âlimler, yüz binlerce kitaplar, daha beliğane neşrettikleri halde, yine küfr-ü mutlakı durduramıyorlar. Küfr-ü mutlakla mücadelede de bu kadar ağır bir şeriat altında Risale-i Nur bir derece muvaffak oluyorsa, bunun sırrı işte budur. Said yoktur. Said’in kudret ve ehliyeti de yoktur. KONUŞAN YALNIZ HAKİKATTIR, HAKİKAT-I İMANİYEDİR.
“Madem ki, nur-u hakikat, imana muhtaç gönüllerde tesirini yapıyor, bir Said değil, bin Said feda olsun. Yirmi sekiz sene çektiğim eza ve cefalar, maruz kaldığım işkenceler, katlandığım musibetler helâl olsun. Bana zulmedenlere, beni kasaba kasaba dolaştıranlara, hakaret edenlere, türlü türlü ittihamlarla mahkum etmek isteyenlere, zindanlarda bana yer hazırlayanlara HAKKIMI HELÂL ETTİM.
“Bize işkence edenler, bilmeyerek, kader-i İlâhinin sırlarına, derin tecellilerine akıl erdiremeyerek hakikat-ı imaniyenin inkişafına hizmet ettiler. Bizim vazifemiz onlar için yalnızca hidayet temennisinden ibarettir.”
Biz de gerçek hikmet ve sırlarını idrak edince, Üstadın enginliğinde olmasa bile seviyemize göre olaylara daha müsahamalı bakabiliriz. Kaderin derin sır ve hikmetli icraatına vâkıf olunca, affetme yönümüz daha ağır basabilir, ağır basmalıdır. İnşaallah, rıza-i İlahiye uygun, şefkat ve muhabbet hislerimizle hareket ederiz… Gerçekten bize yakışan da budur…