Nur’un İlk Şehidlerinden Molla Habib

Samanyoluhaber.com Yazarı Abdullah Aymaz , Bediüzzaman Hazretleri’nin Birinci Dünya Savaşında şehit olan talebesi 'Molla Habib'i kaleme aldı
ABDULLAH AYMAZ

Doğu Bayezid’den  Habib ve Süleyman isimli talebeler  Van’a Bediüzzaman Hazretleri’nin medresesine okumaya geliyorlar. Artık o yüksek medresenin talebeleri olduktan sonra isimlerinin başına “Molla” geliyor. Hatta zamanla Molla Habib âdeta talebelerin çavuşu haline yükselmişti.
Bir gün Van’daki Horhor Medresesi’nin damında ders verirken bir hiss-i kablelvuku (ön sezi) ile memleketi yakıp yıkacak büyük bir zelzelenin arefesinde bulunduklarının dair kalbine bir duygu geliyor. Birinci Dünya Savaşı’nın patlamak üzere olduğunu hissedince Üstad bir hazırlıklara başlıyor ve talebelerini alarak, talim için Sübhan Dağı’na çıkıyor. Hedefe bir yumurta dikiyor, bu yumurtayı kim vurursa ona bir mecidiye mükâfat veriyor. Molla Habib hem ders alıyor hem de bu talimlere iştirak ediyor.

Necmeddin Şahiner Ağabeyimizin “Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said  Nursi”  isimli kitabında bahsettiği üzere, İlahiyatçı Nureddin Burak, babası Zeyneddin Burak’tan naklen o zamana ait bir hatırayı şöyle anlatıyor:

“O zamanlar Şarkta medrese usulü ile yapılan tahsil şöyle idi: Hoca sırf Allah rızası için ders verir; hatta talebelerin iâşesini de hocanın araya girmesiyle halk temin ederdi. Onun için tahsilde maddî bir imkansızlık çekilmezdi. Ancak ilim bakımından hocanın büyüklüğü tercih sebebi olurdu. Bu yüzden birisi büyük âlim diye tanındı mı onun talebeleri çok olurdu. Herkes ondan ders almayı arzu ederdi. Biz de o zaman birkaç arkadaş birleşip iyi bir hoca aramaya başladık. Bize Van’da Horhor Medresesi diye isimlendirilen bir medresede Said-i Meşhur’un olduğunu söylediler. Üç arkadaş gittik. Medreseye vardığımızda Hoca Efendi yoktu. Bizi Molla Habib diye birisi karşıladı. İçeri aldı. Beklememizi, biraz sonra hocanın geleceğini söyledi. Bu esnada medresenin duvarı dikkatimizi çekti. Mavzer tüfekleri, çeşitli silahlar, kılıç, kama ve fişekliler dizilmişti. Bununla beraber rahleler üzerinde kitaplar vardı. Biz  doğrusu şaşırıp taaccüp ettik.

Baktık ki, biraz sonra ‘Hoca Efendi geliyor!’ dediler. Kendimize çeki-düzen verdik. İçeri girdi, ‘Hoş geldiniz’ dedi ve niçin geldiğimizi sordu.

İkinci olarak da dikkatimizi çeken ve taaccüp ettiğimiz husus, Hocanın tavrı, kılık kıyafeti oldu. Çünkü tahmin ettiğimiz, eskiden beri gördüğümüz hoca kıyafetini göremedik. Bu âdetâ, başında külahıyla, ayağında çizmesiyle, belinde kamasıyla ve bir de sert adımlarla yürüyüşüyle bize bir hocadan ziyade, bir erkân-ı harp (kurmay)  bir subay intibaını vermişti. Doğrusu çok genç oluşundan dolayı da, ‘Acaba ilmi var mıdır?’ diye içimizden geçirmiştik.  (…)  

Biz, kendisinden ders okumak için geldiğimizi söyledik. O zaman bize  ‘Peki, ama benim şartlarım var. Onlara riayet etmek şartı ile tamam’ dedi. Ve ilave etti:  ‘Benim ile başlayanın artık bir daha geri dönmesi diye bir şey yoktur. Hayatının sonuna kadar benimle beraber olacaktır. Siz benim bu gece misafirimizsiniz. Burada kalın ve düşünün. Sabaha kadar kararınızı verin.’  dedi. Bu teklif karşısında ne diyeceğimizi şaşırdık. Molla Habib ile istişare ettik.  (…)  Dedi ki: ‘Bu zatın ilmi hakikaten fevkalâde, ama siz bilirsiniz. Nasıl kolayınıza gelirse’ dedi. Biz de mahcup mahcup boynumuzu büktük. Kabul edemeyeceğimizi ifade ederek ayrıldık.”

Hür Adam Gazetesi sahibi Sinan Omur Bey diyor ki: “18 yaşlarında idim. Bizi askere aldılar. Milis Alayı Kumandanı Bediüzzaman Hazretlerini ilk olarak 1915 senesi Ağustos’unda Sübhan Dağı’nda gördüm. Beyaz bir atın üzerindeydi. Başında sarık omuzunda apoletleri vardı. Milis kuvvetleri daima ordunun önünde gider, hep ön safta çarpışırlardı. At üzerinde silah kullanırlar ve attıklarını vururlardı. Üzerlerinde beyaz bir pelerin bulunur. Bununla karlı araziye uyarlar ve düşman tarafından fark edilmezlerdi. Düşman üzerine uçarcasına atlarına atlayıp giderlerdi.”

İşârâtü’l-İ’caz  tefsirini, bazen avcı hattında bazen at üzerinde bazen de sipere girdiklerine kendisi söylüyor, Molla Habib de yazıyordu. O savaşlarda Üstad’ın bir çok talebesi ve bu arada İşaratü’l-İ’caz’ın kâtibi Molla Habib, muharebenin seyrini ve düşmanın durumunu İran Cephesi’ndeki (Enver Paşa’nın amcası olan) Halil Paşa’ya bildirdikten sonra Gevaş’ta şehid düştü.  (Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi)

Bakara Suresi’nin dördüncü âyetinde “Onlar, âhirete kesin olarak iman ederler.” buyuruluyor. Onun tefsirinde Molla Habib’e işaret ediliyor:  “Ey  Habîb-İ  Şefik  Ve Ey Şefik-i Habib!  Ey Said-i Mecid ve ey Mecid-i Said! Rahmet-i İlahiyenin en lâtifi, en zarifi, en lezizi olan Muhabbet ve Şefkatine bakınız. O muhabbet ve şefkati, ebedî ayrılık ve sonsuz hicran ile karşıladığınız takdirde, vicdanı, hayal ve ruh hale geleceklerdir. O muhabbet ve şefkat en büyük en tadlı bir nimet iken, en azim bir musibete, bir belaya inkılâb eder. Acaba göz önünde apaçık görünen İlahî Rahmet, ebedî ayrılığın muhabbet ve şefkat aleyhine hücum etmesine müsaade eder mi? Vallahi hayır!”  

Bir gece bu parçayı bir sohbet grubuna Hocaefendi okurken duvarların inlediğine şahit olmuşlar. Bunları hemen öbür gün Yusuf Öztanzan’dan dinlemiştim. O haftaki Cuma vaazında da Hocaefendi “Materyalist kafalar anlamazlar ama bu hakikatleri duvarlar da tasdik eder!”  mealinde söylemişti. 

15 Mayıs 2023 11:14
DİĞER HABERLER