Paris'te gezip gördüklerim-1

Tarihçi Eyüp Ensar Uğur Paris'te gezip gördüklerini kaleme aldı
Paris…

Ülkemizin ilim, sanat, edebiyat, siyaset ve medya alanlarında tanınmış birçok ismin yolunun düştüğü, yaşadığı ve hatıralarını kaleme aldığı şehir.

Şinasi, Ziya Paşa, Namık Kemal, Abdülhak Şinasi Hisar, Ahmet Hamdi Tanpınar, Yahya Kemal, Ahmet Haşim,Cahit Sıtkı Tarancı,Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Atilla İlhan, Melih Cevdet Anday ve daha nicesi. Herbiri ömrünün bir diliminde Paris'te bulunmuşlar.

Kimisi ülkenin gelecek vadeden bir genç talebesi olarak devlet tarafından gönderilmiş, bir kısmı dönemin siyasi iradesiyle sorunları olduğu için Paris'e kaçarak gelmişlerdir. İdeolojileri ve fikirlerinden dolayı Paris'e adeta sürgün gelmiş olanlar, ülkelerinde siyasi otoritelerin değişimiyle ülkelerine dönmüşlerdir.

Ziya Paşa gibi zamanın Osmanlı hükümetiyle arası bozuk olduğu için ülkeyi terk etmek zorunda kalan ama sonrasındaki hükümetlerde devletin yüksek makamlarında görev alanlar da az değildir. Benzer örnekler Türkiye Cumhuriyeti dönemlerinde de olmuştur. Anlayacağınız bu isimlerin bir kısmı devletle daha doğrusu yöneticilerle sorunları hep dönemsel olmuş, kimisi sonraki dönemlerde devletin temsilcileri olmuşlardır.

Türkiye’nin Kültürel, Sosyal, Siyasi Mayasında Paris’in Etkisi

Günümüz Türkiyesinin siyasi, sosyal ve kültürel oluşumunun temellerinde Paris’te bulunmuş isimlerin etkisi yadsınamaz.  Her biri Paris yaşamlarından kalan hatıraları kaleme almış, kitaplar ve şiirler yazmışlardır. Ve bu eserlerle ülkelerinde büyük tesirler uyandırmışlardır.

Her şehir gibi Paris'te geçmis zamanlara göre çok şey değişti. Ama Paris'in değişimi diğer şehirlerdeki gibi fiziksel yapısından çok sosyal ve nüfus anlamında oldu. Yoksa Paris'in eski şehir kısmı, 150 yıldır bir kaç yeni bina dışında hemen hemen hiç değişmemiştir. 150 yıl önce bu şehrin merkezinde yürüyen aydınlarımız ne gördüyse bugün ben de aynı binaları, sokakları, parkları hatta aynı isimli kafeleri görüyorum. Bu yönüyle bu şehirde dolaşmak çok keyifli. Zira Türk Edebiyatında geçen Paris yerli yerinde durmakta. Velhasıl 500 yıllık geçmişi silinmiş hatta çocukluk dönemimizin dahi epey bir değişmiş İstanbul'u değil Paris. 

Özellikle 19. yy Paris'iyle göze çarpan farklılık İnsan popülasyonun çeşitliliği.  Paris artık Fransızların şehri olmaktan çıkmış, her renk ve inançtan tüm Dünya milletlerinin şehri halini almış. Bir Namık Kemal'in Paris'te gördüğü Frank homojenliği yok bugün.  Bunun yanısıra Türk aydınlarımızın hiç akıllarına belki de gelmeyecek yoğun bir Türkiyeli bir nüfus barındırıyor burada. Bir zamanlar en seçkin talebeler, aydınlar ve zenginlerin geldiği bu meşhur kente 1960'larda Almanya'ya işçi gidenlerden arda kalan Anadolu'lu insanlarımız gelmiş.

 Paris'in uzak-yakın çevresindeki Türklerin yoğun yaşadığı mahalleler bir yana şehrin merkezinde bile bir getto havasında Türk ismini taşıyan bir mahalle var.
 
Fransa’da, Sefiller veyahut Balzac'ın ünlü romanlarında geçen fakir bir halk, adil olmayan zorba bir yönetim yok artık. Bugün sosyal devletin sağladığı her çeşit imkandan ayrım görmeden istifade eden bir halk var. Dünün burjuva, sömürgeci veya Jakoben dedeleri mezardan kalksa şoka girecekleri bir Paris'le karşılaşacakları şüphesiz. Bu Frank dedeler, kendi insanları içerisinde sınıflandırma, sömürme veya karşıtlık üzerine siyasetlerini bina ettikleri ülkenin, bugün tüm dünya halklarının yaşayıp istifade ettikleri bir yere dönüşmesi karşısında torunlarını fena halde haşlarlardı.

Gelelim meselenin bizi ilgilendiren kısmına. Kaderde Paris'te bu sefer bizlerin alacağı nefes varmış. Bilinmeyen bir zamana kadar bulunacağım Paris'ten sizlere bir günlük formatında izlenimlerimi ve tecrübelerimi aktarmayı düşünüyorum. Bu günlükte gezip gördüğüm, tanıdığım, karşılaştığım mekanlar, sokaklar ve insanlardan bahsedip, analizler yapmaya çalışacağım.

Bu yazılarımın ilkini devasa bir bulvar olan Richard-Lenoir'daki gördüklerim üzerinden yaptım. Buyrun.
 
PARİS GÜNLÜKLERİMDEN NOTLAR 1
Richard-Lenoir Bulvarı’nda

Bugün Paris’te Richard-Lenoir Bulvarı boyunca yürüdüm, oturdum, seyreyledim.

Adını Endüstriyel devrimin başladığı yıllarda Fransa’nın yüz akı olmuş, birbirlerini çok seven Normandiyalı iki tekstilci ortaktan almış bu bulvarı size bir kaç cümlede anlatmam mümkün değil elbet. Harika bir uyuma sahip gri çatılı binalar arasındaki bu yolun genişliği bir defa başlı başına bir olay. Tam altmış metre. Bu genişlik içerisinde her çeşit hareketli şey için yol bulunmakta. üçer şeritli gidiş dönüşlü iki caddede otomobil ve otobüsler yol alırken bu caddelerin ortasında bulunan yürüme ve koşma parkurlarında yayalar, işaretlerle belirtilen özel yollarında ise, bisikletliler, kay kaycılar, patenciler yol alıyorlar.

1870’lerde böyle düzenlenmiş bu şehir, Dünya 2500'lü yılları görürse o dönemin Parislilerin de işlerini görecek gibi.

İstanbul'un ise çarpık yapılaşmasının böyle gitmesi durumunda 2050'dekiler için yaşanmaz bir kent olacağında şüphe yok. Hatta mevcut haliyle bile. Bakmayın bugünün İstanbullusunun umarsızca yaşamasına. Biraz ilim irfandan nasibi olanların bunca betonlaşmadan ruhlarının nefes alması mümkün olur mu hiç? Şimdilik kalp, gönül, letafet arkalandığından insanca yaşamın önündeki sorunlar mesele edilmiyor sadece.

Nereden çıktı şimdi bu İstanbul sözünüzü duyar gibiyim. Sahip olamadığını başkalarında gördüğünde iç çekip eşine huysuzluk yapan kimi kadınlar gibi bir duygusallık işte.

Neden bizim şehrimiz böylesine bütüncül ele alınıp çocuklar, yaşılar, kadınlar, engelliler, tabiat-tarih-sanat severler için hayatlarını güzelleştirecek, işlerini kolaylaştıracak, bedenlerine-ruhlarına hitap edecek bir şekilde inşa edilmiyor? Sorun elbet yeni değil. Onlarca yıllık ihmaller ve suistimaller sözkonusu. Belki de geçmişin bütün bütün ihmalleri bugün şehrin üzerine inşa edilen en ufak şeyi gözlerde büyüttüğünden ideale doğru gerekli adımların görülmesi perdelenmekte.
Dört-beş yıl önce İstanbul'un imarıyla ilgi yetkili bir zata söylediklerim geldi aklıma.

-Sağolasınız, yeni bir çok şey kazandırdınız bu şehre. Ama bu baştan aşağıya çarpık görünüme sahip şehirde yapılması gereken milyonlarca işin yanında yaptıklarınız tek tük kalmıyor mu?

Neyse biz yine Paris'in sıradışı bulvarına geri dönelim. Bu arada geniş caddelerin bağlandığı ana buyuk yollarımızın ilhamı da, ismi de Paris’ten kaynaklandığını ekliyeyim. Paris'te bol bulunan “boulevard” yani Fransızca okunuşu olan bulvar'dan.

DEVASA BULVARIN ORTASINDAKİ PARKLAR

Devasa caddenin yarı genişliği yürüyüş parkuruna ayrılmış. Gidişli gelişli bulvarın orta kısmı olan bu parkur çimen, ağaçlar, oyun alanları, fiskiyeler ve sanatsal anıtlarla süslü. Bulvarın orta alanlarında belli zamanlar olsa gerek pazarlar kuruluyormuş. Sebze-meyveden tutun giysi ve antika eşyalara kadar. Ve tabii ki kitapçılar da şehir merkezindeki diğer pazarlardaki gibi burada bulunmakta.

Richard-Lenoir Bulvarı, Fransız Devrimi'nin sembol meydanı Bastille’den başlayıp St. Martin Kanalı'nın üstünden doğruca gidiyor. Yani 4.5 km'lik kanalın üçte birinin üstü kapatılarak bu bulvar oluşturulmuş. Böylece 1789'da başlayıp altmış yıl süren devrim, karşı devrim, çarşı devrimi derken Paris'in eski dar sokaklarında çarşı-pazar tezgahları ve fıçılar yığarak yapılan ihtilallerin ve bu nevi gürültülerin önü alınmış. Zira bu yeni bulvarın bir ucu Arsenal denen askeri bir mekana uzanmakta. Bakın yeni bir şey daha. Dünyayı, Avrupa'yı ve şehirleri futbol takımları üzerinden de olsa tanıma bahtiyarlığında bulunan yurdumun epeyce bir insanının ilgisini çekecek bir bilgi.

Arsenal Avrupa'da bilinen anlamıyla cephanelik demek. Yani Osmanlı'nın cebeci ocağının sorumlu olduğu ceb-hane.
Bu arada Osmanlı derken Osmanlıspor'u kastetmiyorum elbet. Ama sizlere şaka gibi gelecek;  tr uzantılı google'de Osmanlıspor'un, Osmanlı'dan daha fazla arandığını biliniz. İnanmayan hemen bakabilir. Evet ecdadyla pek de övünen milletimiz Osmanlı ismini taşıyan futbol kulübü hakkında bilgi almayı Osmanlı devletinden daha ilgi çekici bulmuş. Vesselam. masselame!.....

Tamam bulvar haberciliğinden yine bahsimiz olan bulvara geçeyim.

Bazen caddenin ortasındaki sıralı parkların içinden, bazen de parkın hemen dışındaki iki tarafı çınarla sıralanmış yaya yolundan yürüyorum. Paris'i 150 yıl önce adeta baştan sona yenileyen efsane vali Haussman, dalları gelişigüzel serpildiği için beğenmediğini söylese de arasından yürüdüğüm bu çınar ağaçları da onun icraatinin mirası. Yani arasından yürüdüğüm ağaçlar binalarla yaşıt. Hepsi 150 yaşlarındalar.

Her tarafta her renkten ve ırktan insan karşıma çıkıyor.

Paris'i ilk gördüğümde,  19. yy.da Galata Köprüsünün ortasında durup Osmanlı İstanbul'unun popülasyon çeşitliliğini şaşkınlıkla izleyen İtalyan seyyah Edmond De Amicis'in duygularını yaşamıştım.

Insanların ten renkleri ikimizin de şahit olduğu üzere tüm Dünya renklerini içerse de Amicis, enfes Galata Köprüsü tasvirinde, Osmanlı topraklarında yaşayan farklı milletlerin kendilerine has kıyafetlerini de uzun uzun anlatıyor. Bugünün çoğulcu yaşamının adresi olan Batı ülkelerinde her ne kadar serbestse de milletlere göre farklı bir kıyafet çeşitlemesi pek kalmadı. Az olan farklıca giysiler genellikle Müslüman Kadınların tesettürleri. Onların da ekseriyetinin ekserden farkı sadece baş örtüleri diyebiliriz. Çünkü kıyafetlerinin diğer kısımları tüm dünyada giyilen türden.
  
Farklı Olanlarla Birlikte Yaşam İslam Şehirlerinin Yitiği

Detaylar bir yana şunu hep söyleyeceğim, hatırlatacağım, haykıracağım;
Avrupa Kıtası farklı inanca sahip ve farklı ırklara ait insanların birlikte barış içerisinde yaşamlarına Müslümanların hakim olduğu Endülüs İspanyası'nda şahit oldu. Hem de Avrupa'da farklı Hristiyan mezheplere sahip olanların dahi boğazlandığı kanlı bir kıtanın bir kenarında.

Yakın geçmişe kadar, Osmanlı'nın dahil İslam Ülkelerinin şehirleri Müslümanın, Yahudinin, Hristiyanın ortak yaşam alanlarıydı. Osmanlı'yı, tüm gayri müslimleri düşman gören ve onlarla sürekli savaşmış kuru bilgisiyle; öven de, hümanistçe bir edayla söven de aynı yalan zeminde karşılıklı patinaj yapmaktalar.

Osmanlı'nın son dönemine kadar başkentinde dahi nüfusunun yarısına yakını Müslüman değildi. Ne paradoks ki Müslümanların başlarına geçen aşırı laik yöneticiler, gıpta ettikleri 19. yy. Paris'inin homojen nüfusuna benzetme yani tek millet hedefi için bin yılı aşkın olan bir geleneği yirminci yüzyılda peyderpey ortadan kaldırdılar. Ve ne trajikomik ki ilham alınan bugünün Paris'i başta olmak üzere Batı kentleri, eski İslam şehirleri gibi her milletin ortak yaşam alanları oldu. Bu işte medeniyetleri zenginleştiren ve güçlendiren mantelitedir.

Hem ekonomik hem de zulümlerden kaynaklı Ortaçağ’da Batı'dan Doğu'ya doğru insan akışı, bugün tersine akmakta. Gel de birileri hala kıyamet alameti olarak güneşin Batı'dan doğacağını gözetleyedursun. Güneş çoktan Batı'dan doğmuş. Sadece tepeye ulaşıp tam bir parlaklığı ulaşmamış diyeyim. İnşallah o kemalata da, hidayete de şahit oluruz bir gün. Bu konuyu daha sonra  ördüklerim üzerinden işlemeyi düşünüyorum.

Yerine modern bir opera binası yapılmış tarihi Bastille Hapishanesini arkama alarak bulvara giriş yaptım. Bu modern camekan bina 30 yıl evvel Mitterand liderliğindeki sosyalist hükümetin icraatı. Bu sosyalistlerin arası tarihle hiç düzelmedi.

Rengarenk Çiftler

Yolun karşı tarafından genç bir siyah baba ile bir sarışın anne el ele geliyor. Baba kucak beşiğinde melez bebeklerini taşıyor. Bu görüntü buralarda o kadar çok alalede ki.. Türkiye'de kendi gelin veya damatlarınızın siyahi olduğunu bir hayal edin. Hele siyahi torunlarınızı, yeğenlerinizi oyun parkına götürdüğünüzü.. Tabi biz öncelikle bizle aynı rengi ve dini paylaşan ötekilerle olan sorunlarımızı önce bir halledelim de.(!)

Tüm millet kombinazyomlarının çiftlerini yol boyunca ya yürürken ya da parklarda otururken temaşa eyledim  :) Çekik gözlü sarı bir kadın ile sarışın Avrupalı bir beyaz, Malay ırk bir melez erkek ile Latin bir kız, Mağripli bir delikanlı ile Slav bir hanım ve diğer farklı eşleşmeler. Evliler değiller tabi bilemiyorum. Zira burada miras hakkı dışında karı-koca yaşamı olan resmi erkek-kız arkadaş birlikteliği de var.

Ayrıca bir diğer taraftan, çokça karşıma çıkan anne-baba görünümlü Avrupalı çiftlerin yanlarında bulunan ama onlara hiç benzemeyen farklı renk veya çekik gözlere sahip bebeler, çocuklar var. Yani evlatlıklar. Bu durum o kadar yaygın ki Batı'da. Hadi bir şey demiyeyim, yetim peygamberin bu dünyaya ahiret için çalışmaya geldiğine inanan ümmetine. Bu durumun bizim coğrafya adına olabilirliğini gayri artık sizler kritik ediniz.
 
Köpekler Değil İnsanlar yalnız

Evet daha önce de söylediğim üzere Batı şehirlerinde yalnız kedi veya köpek göremezsiniz. Buralarda yalnız yaşayanlar sadece insanlar. Özellikle de yaşlılar. Ömrü ahirlerinde sevgi ve şefkat beklediği nazarlar tarafından terk edilmiş insanlar.
İki büklüm dâl şeklini almış bir çok ihtiyar gördüm bu bulvarın her bir parkında ve banklarında.

Batı insanının gençleri heves ve arzularından kaynaklı tasavvufça tabirle gafletten dolayı hep tekrarlana duran bu gerçeğe duyarsızlar. Orta yaştan itibaren bu coğrafyanın özellikle orjinine sahipler bir nevi depresyon hali yaşıyor gibiler. Giyiminden dolayı yüzünü görene kadar gencecik zannettiğin yaşlandığını kabul etmek istemeyen yaşlı kadınlara sık rastlarsınız.

Sokaklarda kendi kendine konuşan orta yaş üstü insanlara sık şahit oldum. Hastanelerde ötenazinin yani yasal intiharlar çoğalmış. Yalnız başlarına ölmek ve cenazelerinin günler sonrası bulunması çok olası buralarda. İnsan olma yönüyle ne hazin bir tablo. Yaşlılık dayanılması zor ömrün son merhalesi. Burada çok daha zor. Bu da büyük büyük bir boşluk oluşturuyor Batı'nın seküler hayatında.

İnsanoğlu, çok istediği şeylere sahip olanları mutlu zannediyor.

Bugün bulunduğum şu coğrafyada yaşayanlar, bizim coğrafya insanlarının içlerinde ukde kalmış çok şeye sahip olmuşlar. Zenginlik, güç, sosyal devlet, mükemmel şehir altyapıları, hukuk, bilim,eğitim, seyahat, bireysel özgürlük, eğlence, bohemilik gibi gibi..

Ama bunların hiçbiri geçici bir hayata sahip olan insanoğlunu tatmin edebilecek amaç olmayı haketmiyor. Hepsi araçsal. Bahsettiklerime sahip olmayanları, elbet bir gün sahip olabilme hayali ve mücadelesi, yaşama motive etmekte ama şunu onlara söylemeden de edemeyeceğim.

-Arzuladıklarınıza sahip olan yaşamları gözlemimle diyorum ki; "bir gün ulaşsam çok mutlu olacağım" dediğiniz tepeye vardığınızda korkarım ki hayal kırıklığı yaşayacaksınız. Mutlu olmak bir yana kahrınız artacak. Tatminsizlikle bu sefer başka tepelerin zirvelerinde bulunan, amaç zannettiğiniz araçları gözünüze kestirecek ve ömrünüzü araçlarda, yollarda heba edeceksiniz.

Hayat ve ölüm paradoksuna cevap veremeyen her şey birer oyundur, eğlencedir ve nihayetinde beyhudedir. Bunu sosyologlara değil gidin zamanında herşeye sahip olmuş bu coğrafyanın efkarlı yaşlılarına sorun..
 
PARKLAR

Yine yoldan çıktım. Tekrar gireyim o halde.

Paris betonermelerden, gürültülü caddelerden bunaldığınız da hemen kendinizi bir parka atıp zihninize teneffüs aldırabileceğiniz kolaylıklar sizlere sunuyor. Her mahalle ve semtte irili ufaklı yemyeşil parklar var bu şehirde. Burada ise koca caddenin ortası boyunca.

Küçük parkların en güzel taraflarından biri köpek ile girmenin yasak olması. Her Müslüman doğulu gibi bizlere uzak bir mevzu köpekler ile hem dem bir yaşantı. Sokak arası parklar bir nevi Fransa'da köpeklerden kurtarılmış bölgeler.  :)

Richard-Lenoir Bulvarındaki parklarda sıra sıra dizilmiş akasya ağaçları bulunuyor. Akasya çocukluğumun bir hatırası. Anadoluhisarındaki evimizin arkasında gövdesi binek şeklini almış bir akasya ağacı vardı. Çocukken ata binme hayallerimizin en büyük tesellisiydi. Özellikle pazar günleri TRT'de izlediğimiz bir kovboy filminden sonra erkek kardeşlerimle birlikte bu ağacın üstünde ne çok "dıgıdık dıgıdık" yapıp oynardık. Ah! çocukluk, ah! o saf zamanlar, akasyalar..
 
Demir toplarla oynanan bir oyun Pétanque

Bulvarı orta yerine geldiğimde akasya ağaçlarının çevrelediği dikdörtgen şeklinde bir toprak alanda erkekler pétanque oynuyordu. Bu oyun tenis topu büyüklüğündeki demir topların yirmi-otuz metre ileri atılan küçük bir topa en yakın olmasına çalışılan bir sokak oyunu. Bu arada Pétanque benzeri bir oyunu Tire'de bir parkta oynandığına şahit olduğumu da ilave edeyim.
 
Richard-Lenoir Bulvarı’ndaki bir park içerisindeki 100 m2' lik alanda 4'er kişilik üç grup oynuyordu.

Banklara oturmuş on-on beş kişilik seyirciler arasına ben de katıldım. Her bir oyuncunun elinde tenis topu boyutlarında olan 3 demir top vardı. Her topun kime ait olduğu üzerine çizilen işaretlerle belli oluyordu.

İzlediğim grupta bir oyuncu en az 80 yaşlarında gözüküyordu. Gününün büyük çoğunluğunu yatakta geçirmek zorunda kalan babam gibi ağırca adeta robot gibi hareket ediyordu. Eğilemediği için ucu mıknatıslı bir iple demir toplarını yerden çekip alıyordu. Bu amcanın bu halini görünce bizim dünyada yaşlıların böyle bir aktivitesi olsa ne güzel olurdu diye yine bir iç çektim. Arkadaşlarıyla insanların ayakta böyle eğlenceli bir spor yapması, kahvahanelerde kağıt oynamaktan, çay ocaklarında hareketsiz bir şekilde vakit geçirmesinden daha evla gözüküyor.

Oyuna geri dönelim. Daha doğrusu grubun diğer üyelerini tanımaya devam edelim.

Grubun bir diğer oyuncusu Galyalıların meşhur Oburiks'e oldukça benziyordu. Beyaz bıyıkları aşağıya sarkmış, yüzü hariç görünen bütün teni dövmeliydi. Bu oyunun Galyalılardan miras kaldığı iddiasını destekleyen bir figürdü doğrusu. Zaten oyunun büyük bölümünü bu Oburiks kazandı. Neredeyse atışları küçük topu öpüyordu adeta. O kadar başarılıydı atışları.
  
Bir diğer iyi oyuncu ise adeta Nazilerin SS subaylarından Paris işgalinden geride kalmış sarışın orta yaş üstü bir tiplemeydi. Atışları tamamen küçük topa en yakın olan topu sert bir şekilde -küçüklüğümüzün misket oyununun tabiriyle- kafadan vurup küçük toptan uzaklaştırmak üzerineydi. Yani taktiği oyun bozandı. Öpücük atışları kafa atışlarına galip geldi. Yani maksada sevgiyle yaklaşan kazandı diye romantik bir çıkarım yapayım.
  
Ama bu sert görünümlü adam o kartal bakışlarıyla öyle bir konsantre ile atışlar yapıyordu ki, Naim Süleymanoğlu'nun rekor kaldırışlarındaki ağız-burun hareketleri gibi mimik hareketlerini izlemekten doğrusu keyif aldım.
Grubun dördüncüsünü Sakaryalı ama Trabzon kökenli insanlarımıza benzettim. O sıcakta mantolu oynuyordu. Sanki paltosundan her an bir pompalı çıkaracak gibiydi. Ama diğer ikisiyle başedemeyeceğini ve mağlubiyeti kabullenmiş görüntüsüyle bizim karadenizli uşaklardan olmadığını belli etti. :)

İzleyiciler ise epey ihtiyar kadın ve erkeklerdi. İnsanların en büyük oyuncakları yaşıtları. Her yerde olduğu gibi burada da yaşlılara kulak verenler kendileri gibi olanlar. Ah! bir ömür boyunca oluşmuş nice tecrübeden kendilerini mahrum eden gençler. Bulunmadıkları zamanları bizzat yaşamış ve şahit olmuş insanları "posası çıkmış moruk" olarak görmeleri kadar gençler adına kaçırılmış bir fırsat ve yanılgı bilmem.

Oyunu epey birizledikten sonra yoluma devam ettim. Tam karnımın acıktığını hissettiğimde caddenin sağ tarafında bir Lübnan fast food dükkanını gördüm. Hem şarjı biten tefonumu prize takarım hem de pratikçe karnımı doyururum diye düşündüm. Lübnan restaurant ve yemekleri Fransızlar tarafından tercih edilen bir mutfak.

Ortadoğu'nun simge yiyeceği olan nohuttan mamul fenafeli dürüm şeklinde yedim. Çıkarken az-çok şarj olduğunu düşündüğüm telefonum ne hikmetse hiç sarj olmamış. Yoksa niyetim o oyun parkına gidip hem oyunu hem ortamı hem de bahsettiğim oyuncuları sizlere sosyal medyadan fotoğraflarıyla kısa bilgilerle aktarmaktı. Ama demek ki burada tasvir ederek anlatmak varmış kaderde. Internet ve sosyal medya çıktığından beri tasvirler ve öyküler epey azaldı. Bu yazı da telefonumun şarjı bitmemiş olsaydı bilmem bu denli detaylı olur muydu?. Ya aydınların, yazarların oluşturduğu devasa bir Paris edebi literatürü yine oluşur muydu acaba?

Sanırım teknolojinin bu konuda getirdikleri fani şeyler baki olanları ortadan kaldırdı. Uzunca süren aşkları, özlemleri, sıla hasretini, samimiyeti vs.

Bu arada hikayemiz devam edecek. Özellikle 13 kasım 2015 tarihindeki terör saldırısında ölenlere adanmış parkta gördüklerimi ve bu konudaki düşüncelerim üzerine diyeceklerim var.
 (28 Ağustos 2017)
Eyüp Ensar Uğur
01 Eylül 2017 13:55
DİĞER HABERLER