Samanyoluhaber.com yazarı Prof. Dr. Osman Şahin ' Realiteler ışığı altında hadiseleri yorumlamak' başlıklı yazı dizisinin dördüncü yazıısını yayınladı
PROF.DR. OSMAN ŞAHİN - SAMANYOLUHABER.COM
REALİTELER IŞIĞI ALTINDA HADİSELERİ YORUMLAMAK 4
Hazret-i Ali’nin (RA) savunduğu adalet-i mahza düşüncesinde haklı olduğu, buna mukabil onun karşısında adalet-i izafiyeyi savunanların haksız oldukları Ehl-i Sünnet alimlerince kabul edilen bir husustur. Hazret-i Ali’nin (RA) yaşadığı dönemde hala adalet-i mahzanın uygulanması mümkün olduğu için böyle bir hükme varılmıştır. O dönemde, daha önceki Raşid Halifelerde olduğu gibi hilafetin ve adalet-i mahzanın devam etmesi hala mümkündü.
Sonrasında, hilafetin saltanata dönüşmesi, bütün Müslümanlar açısından hoşlanılmayan bir durum olsa da toplumun hızla değişen yapısı, bütün dünyada hâkim olan yönetim anlayışının saltanata dayalı olması ve neredeyse bu saltanatların tamamının hanedanlar etrafında şekillenmiş olmasına binaen hilafetin devam etmesi mümkün değildi. Er ya da geç hilafet yerini saltanata bırakacaktı.
Hazret-i Ömer’e (RA) bile sahabelerden “Halife olarak kendi yerine oğlun Abdullah’ı düşünmez misin?” diyen sahabeler vardı. Benzer şekilde, Hazret-i Ali’den (RA) sonra yerine Hazret-i Hasan’ın (RA) seçilmesinde ve daha sonra da hilafetin A’li Beyt üzerinden devam etmesi gerektiği düşüncesinde bile bu hâkim anlayışın izlerini görmek mümkündür. Elhak, Hazret-i Hasan ve Hazret-i Hüseyin efendilerimiz bu işe diğerlerinden daha fazla liyakat sahibiydiler.
Bulunduğumuz asra gelinceye kadar, insanlık umumi olarak demokrasi ile yönetilebilecek bir kıvama ulaşamamıştır. Hala günümüzde bile, yeryüzünün ekseriyetinde gerçek anlamda demokrasi bir yönetim şekli olarak kabul edilip uygulanmamaktadır.
Dolayısıyla, insanlık tarihi boyunca ülkelerin idaresinde hanedanların hâkim olduğu realitesini görmek ve İslâm coğrafyasında hilafetin yerini saltanata bırakmış olmasına çok da şaşırmamak gerekir.
Bu realiteleri hesaba katmadan, şimdi bulunduğumuz zamanda oturup önceki asırlarda yaşananları kritik etmek istediğimizde hem olayları doğru anlayamayacak hem de verdiğimiz hükümler isabetli olamayacaktır.
DEVLETLERİN BEKALARI İLE HANEDANLARIN ÖMÜRLERİ ARASINDAKİ GÜÇLÜ İLİŞKİ
Tarih boyunca, bir devletin bekası, sürekliliği veya yıkılması ile hanedan üyelerinin hayatları arasında çok güçlü bir ilişkinin var olduğu görülmektedir. İnsanlar kendilerini yönetecek olanlarda, onların nezdinde meşru olan bir hanedana mensup olmaları şartını arıyorlardı.
Bu şekilde, insanlar hanedandan bir fert etrafında kenetlenip bir birlik oluşturabiliyorlardı. Bu bağlılığın azalması durumunda veya daha güçlü hanedan üyelerinin bir alternatif olarak ortaya çıkması durumunda ise devletler zayıflıyor, toplumlarda saltanat mücadeleleri sebebiyle büyük mağduriyetler yaşanıyor veya devletler parçalanıp gidiyorlardı.
Bütün dünya üzerinde durum böyleydi. Saltanatta olanlar ister şahsi iktidarlarının devamı için olsun isterse de devletlerinin bekasını koruma adına olsun hakimiyetlerinde asla şerik kabul etmeye yanaşmamışlardır.
Bu realiteyi, Hazret-i Bediüzzaman 23. Lema’da ve 30. Lema’da şöyle ifade etmektedirler: “Hâkimiyetin en esaslı hassası istiklâldir, infiraddır. Hattâ hâkimiyetin zayıf bir gölgesi, âciz insanlarda dahi, istiklâliyetini muhafaza etmek için, gayrın müdahalesini şiddetle reddeder”, “Çok padişahlar, bu redd-i müdahale haysiyetiyle mâsum evlâtlarını ve sevdiği kardeşlerini merhametsizce kesmişler. Demek, hakikî hâkimiyetin en esaslı hassası ve inşikâk kabul etmez bir lâzımı ve daimî bir muktezası istiklâldir, infiraddır, gayrın müdahalesini reddir.”
Saltanat mücadeleleri yüzünden, tarih boyunca çok büyük acılar ve zulümler yaşanmıştır. 14. ve 15. asır Orta Çağ Avrupa’sında, hanedanlar ve hanedan üyeleri arasındaki mücadelelerin yol açtığı büyük kıyımları görmek için 116 yıl süren Yüzyıl Savaşları ile Güller Savaşına bakmak yeterlidir. Bu savaşlarda üç milyon civarında insan hayatını kaybettiği rivayet edilmektedir.
OSMANLI DEVLETİ
Selçuklu ve Osmanlı gibi İslâm devletlerinde de hanedan üyeleri arasındaki savaşlardan dolayı büyük acılar yaşanmıştır. Buna binaen, ülkede bir iç savaşı başlatma potansiyeline sahip olan veya ayaklanmış olan hanedan fertlerinin öldürüldüğü görülmektedir.
Bu yaşanan felaketlerin boyutu, Osmanlı padişahlarının kardeş katli uygulamalarını kanunlaştırmalarını netice vermiştir. Osmanlı padişahları, hanedan savaşlarında devletin yıkılmasının ve vatandaşlarının topluca katledilmelerinin engellenmesi adına, vicdanların kabulde çok zorlanacağı ve adalet-i mahzaya da aykırı bulunan, mâsum evlâtlarının ve sevdikleri kardeşlerinin katledilmesine evet demeye kendilerini mecbur bilmişlerdir.
Onlar kendilerini, iki zulümden birisine evet demek mecburiyetinde görmüşler ve Alem-i İslâm’ın temsili ve himayesi vazifesi işini üzerine almış devletlerinin ve halklarının katledilmelerinin yerine kardeşlerinin ve evlatlarının katledilmesini kabul etmişlerdir. Tarihçi Eyüp Ensar Uğur, Orta Çağ Avrupa’sında, yukarıda örnek olarak verdiğimiz Yüzyıl Savaşları ve Gül Savaşları’nda hanedan fertleri yerine halkların katledilmesinin tercihi yoluna gidildiğinin tespitini yapmaktadır.
Şüphesiz ki, birtakım yönlendirmeler ve bazı olayların etkisiyle uygulamada yapılan yanlışlıklar veya fertlerin hatalarından kaynaklanan bazı tutarsızlıklar, aslı zulüm olan bu olayın şiddetini daha da arttırıcı etki yapmışlardır.
Yukarıda zikredilen realitelerden ayrı olarak, bu kadar ağır ve ciğersûz bir işe evet demelerinde, Osmanlı Devleti’nin yerine getirdiği misyona olan inançlarının önemli bir payı bulunmaktaydı.
Bu misyonu Hazret-i Bediüzzaman Mektubat’ta, şöyle tarif etmektedirler: “Eskidenberi î’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslam için, farz-ı kifaye-i cihadı deruhde ile kendini yekvücud olan âlem-i İslama fedaya vazifedar ve hilafete bayraktar görmüş olan bu devlet-i İslamiye…”
Fethullah Gülen Hocaefendi ise bu hakikate şöyle şehadette bulunmaktadırlar: “Osmanlı’nın büyüklüğe yürümesindeki asıl sâik, i’lâ-yı kelimetullah aşkı ve dini ihya sevdasıdır. Osmanlı Devleti’nin temel gayesi î’la-yı kelimetullah ve beka-yı istiklaliyet-i İslamdır ve bu uğurda kendilerini İslama feda etmeye vazifeli görmüşlerdir.”
Sonuç olarak diyebiliriz ki, geçmişin analiz ve tahlillerini yaparken ve bunlardan hükümler çıkarırken, içinden bulunduğumuz zaman diliminden sıyrılarak, hadiselerin yaşandığı zaman dilimine giderek, o zamanın sosyokültürel altyapısının, maddi ve manevi değer yargılarının, gereklerinin, şartlarının ve anlayışlarının farkında olarak hareket edilmelidir ki doğru analizler yapılıp sağlıklı hükümler elde edilebilsin.
Şüphesiz ki, geçmişte her dönemde yapılan güzellikler ve doğru şeylerle beraber yapılan yanlışlıklar, hatalar ve çirkinlikler de vardır. Önemli olan, her zamanın kendi şartları içerisinde ele alınarak kritiğinin yapılması, her şey çok güzeldi ya da her şey çok kötüydü gibi genellemelere girmemek, yapılan yanlışlar kadar yanlışları konuşurken ortaya konan güzellikler kadar da onlardan da bahsedilmesidir.
Fakat her nedense, bu tespite katılan ve hatta dillendiren insanların ekseriyeti dahi, daha çok menfiliklere yoğunlaşıp hep onlardan bahsetmektedirler. Bazıları sadece felaket tellallığı yapmakta, bazıları da on dört asır gibi çok geniş bir zaman dilimi ve çok geniş bir coğrafya içerisinde yaşanan problemleri her fırsat bulduklarında dile getirip genellemeler yapmak suretiyle geçmişi karanlığa mahkûm etmekte ve yapılan güzelliklerin üstünü örtmeye çalışmaktadırlar.
Bu menfi bakış açısıyla meseleye yaklaşanların böyle bir malzemeyi bulmaları ise doğal olarak çok kolaydır. Bu konuya daha önceki yazılarda da temas edilmiştir.
Şüphesiz, Osmanlı hakkında yapılan bu tespitler, Müslümanlar eliyle inşa edilen diğer devletler ve medeniyetler için de aynen geçerlidir.