Bugün 29 Ekim 1923’te ilan edilen Cumhuriyet’in 93. yıl dönümü...
Galatasaray Üniversitesi Öğretim Üyesi Prof. Dr. İlber Ortaylı, Cumhuriyet'in ne anlama geldiğini, Türkiye'ye neler kazandırdığını anlattı.
Hürriyet'ten İpek İzci'nin haberine göre Ortaylı'nın açıklamaları şöyle:
- ‘Cumhuriyet’, bizim dilimize Arapçadan geçen bir kelimedir, çocuklar. ‘Bütün halkın idaresi’ demektir. Bu kelime ‘cumhur’dan yani halktan çıkar. Cumhuriyette egemenlik, kral, kraliçe, padişah, sultan gibi tek bir kişiye değil halka aittir. Halk, belirli zamanaralıklarında oy vererek, yine halktan olan yöneticilerini seçer.
“Bu kelime Arapçadan geldi” dedim ama Araplar bu kelimeyi hiçbir zaman bildiğimiz cumhuriyet anlamında kullanmadılar. Çünkü bu rejimi hiç uygulamadılar. Cumhuriyet lafını eden biz Türkleriz.
Cumhuriyet anlayışı zamanla değişmiş, gelişmiştir. Örneğin cumhuriyet rejimi Eski Yunan’daki demokrasidir, halk idaresidir; fakat orada o demokrasi çok sınırlı bir kesim tarafından kullanılırdı. Halkın çoğunluğu yabancılardı, seçme-seçilme hakları yoktu. Bir de köleleri vardı; onların hiçbir hukuku yoktu. Zengini ve fakiriyle çok küçük bir vatandaş kitlesi oy verirdi. Bu biçimiyle buradan da Roma İmparatorluğu’na geçti ama Roma’da da yine halkla, toprak sahibi soyluların arasında bir fark vardı. Meclisleri bile ayrıydı.
Cumhuriyet kelimesi, I. Dünya Savaşı’ndan evvel her yerde antipatiyle karşılanırdı. O dönemlerde kibar bir muhitte krallar aleyhinde konuşmak, cumhuriyeti övmek sizin o toplumdan kovulmanıza dahi sebep olabilirdi.
Büyük devletler arasında bir tek Fransa cumhuriyetti. Bir de o zamanlar yükselen bir devlet konumunda olan Amerika Birleşik Devletleri bir cumhuriyetti. O da 18. yüzyıldan itibaren yeni yeni ortaya çıkıyordu. Bu iki cumhuriyet, Batı dünyasında yeni bir atılımdı. Ama artık dünya değişti. Modern Türkiye dahil, dünyada birçok ülke cumhuriyetle yönetiliyor.
Cumhuriyet’ten önce Türkiye ne durumdaydı?
- Çocuklar, 29 Ekim 1923’e, yani Cumhuriyet’in ilanına gelene kadar, ülkemizin ne koşullar altında olduğunu bilmek çok önemlidir. Türkiye, I. Dünya Savaşı’ndan sonra çok şey kaybetmişti. Dört yıllık bir savaş bütün ülkeler için çok uzundur. Hiç kimsenin bu kadar büyük, uzun savaş tecrübesi yoktu. Bu kadar tahrip edici silahlarla topyekûn savaşılmamıştı. Onun için savaşın sonunda yenilenlerle kazanan arasında fark yoktu. Hepsi perişandı, sadece savaşın galiplerinin galip hukuku vardı.
Bir kere, bizim kayıplarımız en başta aydınlarımız oldu. Bildiğiniz bütün bu yüksekokulların, Tıbbiye’nin, Mühendis Mektebi’nin sınıfları boşalmıştı. Gençlerin çoğu şehit düştü. Anadolu’da en iyi zanaatkârlar, tarlaları süren çiftçiler, eli ayağı tutanlar öldü. Biz birçok cephede savaştık. Bu uzun bir savaştı, bize milli bir bilinç getirdi. Ordularımıza dayanıklılık verdi, harbin içinde kaybettiğimiz cepheler oldu ama kazandıklarımız da oldu. En başta Çanakkale, Irak’ta Kûtu’l-Amâre; fakat sonunda mağlupların arasındaydık ve ağır kayıplar vermiştik. Aynı yılın sonunda Mondros Mütarekesi’ni imzaladık, ülkemiz işgal edildi ve bu işgal üstelik galiplerin keyfine bırakıldı.
İngiltere lüzumlu gördüğü her yeri işgal ediyor, kendi işgal edemediği anda da sonradan savaşa giren taze kuvvet, müttefiki Yunanistan’ı Ege’ye çıkarıyordu. İşte Türkiye burada dayanamadı. Ve Ege’de direnişler başladı. Aslında her yerde başladı. Ama mühim olan her yerdeki direnişler değildir. Her kafadan bir ses çıkarsa bir işi yapabilir misiniz? İyi iş yapmaya niyetlenseniz bile herkes kendi başına kılıç sallasa, kendi başına kahraman olsa bir şey olur mu? Şimdi siz bu bahçeyi temizlemek istiyorsunuz; herkes kimseye sormadan, danışmadan temizlemeye kalksa ne olur? Bahçe altüst olur. Yani daima bir baş lazımdır, bir merkez lazımdır. İşte Mustafa Kemal Paşa budur. O, Çanakkale’de, Bitlis’te, Filistin cephesinde isim yapan genç bir komutandı. İyi bir kurmay subaydı. Osmanlı ordusunda kurmaylık çok önemliydi. Yani kurmay subay, harp okulundan sonra eğitime devam eden, karar mekanizmalarına oturan, savaş planlarını yapan demektir. Mustafa Kemal zeki bir insandı. Dâhiydi. Öbürleri arasında öne geçmişti.
Atatürk Cumhuriyet’i nasıl kurdu?
- 23 Nisan 1920’de, Ankara’da, Türkiye’yi işgal eden düşmanlara karşı direnişi sürdüren, Kurtuluş Savaşı’nı yürüten Mustafa Kemal önderliğinde bir meclis kuruldu.Bu meclisin adı ‘hükümet’ti. Meclis hükümetiydi.
Yani 1920 Nisan’ında, ufuktaki Türkiye’nin rejimi ve saltanatın kaderi belli olmaya başlamıştı. Meclis en başta padişahı reddetmese de, cumhuriyet, fikren ortaya çıkmaya başlamıştı. Mesela bu mecliste bakanlar vardı, onları meclis seçiyordu. Meclis her şeye hâkimdi. Başkomutan Mustafa Kemal de meclisin emrindeydi ama aynı zamanda meclis reisiydi.
Bu, 1923’te, egemenliğini halktan alan, halkın kendi kendini yönettiği bir cumhuriyete dönüştü. Gazi Mustafa Kemal ve arkadaşları cumhuriyeti ilan ederek bu sistemin adını koydu. Ancak, adını koymanın çok kolay olduğunu sanmayın, çocuklar. Çünkü mebuslar (milletvekilleri) içinde hâlâ halifeyi ve padişahı isteyenler vardı. Hatta bunların bazıları Kurtuluş Savaşı komutanlarıydı, “Biz padişaha yemin etmişiz, öyle asker olmuşuz” demişlerdi.
İşte burada Atatürk faktörü devreye giriyor. Atatürk olmasaydı zaten bu kadar insanı bir araya getiremezdiniz. İkincisi, Atatürk’ün uzak görüşlülüğünün önemi... Daha en başında, Cumhuriyet kurulmadan da önce, Kurtuluş Savaşı’nın birçok komutanı bile İstanbul’a girmek, onu geri alabilmek ümidinde değildi. Anadolu’nun bir kısmını kurtarmak onlara göre o an için yeterliydi. Halbuki Atatürk bir dâhi olduğu için karşı tarafın açığını görmüş ve “Ordular! İlk hedefiniz Akdeniz’dir. İleri!” demişti.Cumhuriyet’in ilanı da böyle bir uzak görüşlülüğün eseridir.
Cumhuriyet bize neler kazandırdı?
- O kadar çok şey var ki... Türkiye Cumhuriyeti’ni kuranlar, Kurtuluş Savaşı komutanları, perişan Türkiye’nin sanayi ihtiyacını, okul ve sağlık ihtiyacını gördükleri için bir sürü askerin göze alamayacağı fedakârlığı ve politika değişikliğini yaptılar: Askeri harcamaları kıstılar. Ve Türkiye kapalı köylerde yaşayan bir ülkeyken özellikle II. Dünya Savaşı’ndan sonra dünya ticaretine entegre olup bir birikim sağlayabildi.
Ama önemli bir soru şudur çocuklar: Bu başarıyı sağlayan elemanlarımız nereden çıktı? Okullar, imparatorluktan kalmaydı; Cumhuriyet, üstüne çok iyilerini ilave etti. Mesela Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi, Ziraat Enstitüsü... Buralardan yeni tip bilginler, yeni entelektüeller çıktı. Onun için Cumhuriyet bir seferberliktir.
Türkiye Batı müziğini eskiden de tanıyordu; bizim kompozitör padişahlarımız bile vardı. Ama onu halka yayan, konservatuvarlar kurup müziğimizi geliştiren Cumhuriyet’tir. Biz bir müddet bunu küçümsedik. Bugün pek çok ülkede Avrupa kentlerinde Türk sopranoları ve baritonları, tenorları görüyorsunuz. Artık müzisyenlerimiz var. Orkestra kurabiliyoruz. Bunlar yoktu...
Biz savaşlarda çok kayıp verdiğimiz için okulu bitiren herkes iş buldu. 1930’ların Avrupa’sı ve Amerika’sı işsizlikten kavruluyordu. Yani dünyada öyle büyük bir işsizlik vardı. Türkiye bunu hissetmedi. Okumuş insan, işsiz kalmadı.
Köylü zaten fakirdi. Ama kim ne derse desin Türk köylüsü, Cumhuriyet’ten önceki ezikliğinden, fakirliğinden kurtuldu. Bilhassa II. Dünya Savaşı’ndan sonra...
Ve en mühimi, Cumhuriyet’in getirdiği hukuk sistemidir. Bu, bize hayatı kolaylaştıran bir yaşam biçimi ve modeli sundu.
Başka alanlara da bakalım... Cumhuriyet’ten evvel, Türkiye’de kadın hareketlerinde, kadının aydınlanmasında bir atılım vardı. Ancak Cumhuriyet, bu hareketleri yönlendirmeyi, kanunlaştırmayı, sistemleştirmeyi başardı. Kadının toplum hayatındaki yerini, üstelik birçok Batı toplumundan önce kadınlara seçme-seçilme hakkı vererek sağlamlaştırmış olması, Cumhuriyet’in en önemli kazanımlarından biridir.
29 Ekim 1923’ten sonra en hızlı hangi alanlarda ilerledik?
- Özellikle de eğitim ve sağlık alanlarında başarılıydık. Cumhuriyet’in ilk yıllarında çok iyi bir öğretmen sınıfı türedi. Kendinden emin, kendine saygısı olan ve başkalarının saygı gösterdiği öğretmenlerdi bunlar... Anadolu’nun her vilayetindeki her lise, İstanbul’daki kadar iyiydi. İster İstanbul’da, Kabataş’ta veya Haydarpaşa’da, ister Konya’da, Erzurum’da okuyun, iyi yetişirdiniz. Teknik lisenin sınavlarını herkes kazanırdı. Ben örneğin, 9. Cumhurbaşkanımız, rahmetli Süleyman Demirel’e, “Efendim, eğer siz bugünkü aynı liselerde okusanız, Teknik Üniversite’yi, bütün zekânıza ve hafızanıza rağmen zor kazanırdınız. Ama o zaman dereceyle kazandınız” demiştim. Çünkü eğitimde bölgeler ve sınıflar arası belirgin bir eşitlik vardı. Abdülbaki Gölpınarlı gibi bir değer, Balıkesir Lisesi’nde hocaydı ve bizim büyük tarihçimiz Halil İnalcık’ı o eğitti. Yani Cumhuriyet, eğitim getirdi.
İkincisi, sağlık getirdi Cumhuriyet. Anadolu, bütün ülkeler gibi hastalıktan kırılıyordu. Sıtma, verem, başka kronik hastalıklar vardı. O milli eğitim ordusunun yanında, sağlık ordusu bunları çok önemli ölçüde halletti. 1930’larda Almanya’dan kaçan Profesör Eckhart, Sağlık Bakanı Refik Saydam’ın talimatıyla bir araştırma, bir tarama yaptı. Şaşırtıcı sonuçlar çıktı. “Beslenme ve bazı hastalıklar sandığımdan daha iyi düzeyde” dedi Eckhart. Yani Türkiye, Cumhuriyet’in daha ilk yıllarında bazı şeyleri başarmıştır. II. Dünya Savaşı’ndan sonraki Birleşmiş Milletler programını, okuma-yazma ve sağlık taramalarını beklemeden daha evvel, eğitim ve sağlık gibi önemli konularını çözmüştür.