Sağ salim dönmüş olmasına seviniyoruz...
Hüseyin Aygün, kim ne derse desin, müstesna bir siyasetçidir.
Devletle barışık olmaması artı puan...
Salih Mirzabeyoğlu’na yapılan işkenceyi gündeme getirmesi...
Dersim konusunda partisiyle ayrı düşmesi, ayrı düşmeyi göze alması...
PKK’nın şiddet siyasetine karşı zaman zaman eleştirel bir mesafede durması...
Halaoğlunu üzmek pahasına, “resmi CHP siyasetiyle” imtizaç etmediğini göstermesi ve söylemesi...
Bütün bu olumlu hususiyetlerini, “Evet, Alevilik farklı bir dindir” gibi, sadece “teolojik” bir karşılığı olabilecek ve ancak teolojik çerçevede ele alınabilecek, kimi Alevi gruplarda burukluk yaratan siyasal bir çıkışla taçlandırmasaydı (!), daha da iyi olacaktı.
Oldu bir kere...
Dediğim gibi, sağ salim dönmüş olmasına seviniyoruz.
Dönemeyebilir miydi?
Kaçırılma hadisesinin başından beri buna ihtimal vermedim.
Haberi aldığımda, elim ayağım buz kesmedi mesela...
Donup kalmadım.
Eylem, evet hayasızcaydı.
Evet, tüm parlamentoya karşı yapılmıştı.
Evet, “İstediğimiz kişiyi alırız, ruhunuz bile duymaz” mesajı taşıyordu.
Evet, PKK adına girişilmiş en saçma, en akılsız, en dangalakça eylemdi.
Bütün bu “evet”lerin toplamından oluşan bir dürtüyle (hadi bir duyguyla) Hüseyin Aygün’ün kısa sürede salıverileceğini, uzun vadede PKK’ya “olumsuz piar” olarak dönecek bu “tutukluluğun” fazla devam etmeyeceğini, ettirilemeyeceğini biliyordum ve tahmin ediyordum.
Peki, Hüseyin Aygün’ü kaçıranlar ne elde etmiş oldular?
Çok şey...
Birincisi, kimi Paşa çocuklarının “delirmiş ve çıldırmış” olarak nitelediği Erdoğan’ın “kötü yönetimiyle” (!) ortaya çıkan güvenlik boşluğu, PKK eliyle bir kez daha tescil edilmiş oldu...
Liberallerimiz (“çakma” olanları) buradan ateş edip durdular...
İkincisi, “Meclis toplansın” deyip duran CHP ve BDP, “Şu zor zamanda bile Meclis’ten kaçtılar” deme imkânına kavuşmuş oldu.
“Meclis’e bu kadar düşkünlerdi de, neden yemin boykotu rezaletine imza attılar?” diyeceksiniz.
İmza attılar işte...
İttihat ve Terakki’nin sülbünden gelmiş partilerden ne bekliyordunuz ki?
Biri “Türk ulusalcılığı” davası güder, diğeri “Kürt ulusalcılığı” davası güder...
Görünüşte düşmandırlar ama mütemadiyen birbirlerini üretip dururlar.
Birbirlerine muhtaçtırlar.
Üçüncüsü, “Türkiye yönetilemiyor” diyen Kemal Kılıçdaroğlu ve paşa çocukları haklı çıkmış oldu.
Paşa çocuklarından biri, “ancak bize çok acı çektirecek bir altüst oluşla demokrasiye ulaşacağımızı” söylüyordu, yani aba altından “27 Mayıs sopası” gösteriyordu.
Bunun babası da “Yaşa, varol kahraman Türk ordusu” diyerek darbeyi alkışlamıştı.
Dördüncüsü, Türkiye kamuoyu, “çok saygılı, çok kibar, çok anlayışlı PKK militanlarıyla” tanışmış oldu.
Hani Selahattin Demirtaş, “PKK kaçırdıklarını öldürmüyor ki...” diyerek, zımnen bu eyleme meşruiyet atfediyordu ya...
Meğer karakolları basanlar saygılı çocuklarmış...
Metropollerde bomba patlatanlar...
Belediye otobüslerini ateşe verip insanları diri diri yakanlar...
Hamile Kürt kadınlarını öldürenler...
Farklı düşünen Kürt aydınlarını “ajan” ilan edip katledenler...
Devlet birimlerinin yürüttüğü “müzakereye” rağmen masayı devirip kaçanlar ve Çukurca’da kafa çıkaranlar...
Hepsi saygılı çocuklarmış...
Liberallerimiz (tabii ki “çakma” olanları) buradan da ateş edip duracaklar; “zavallı ve sefil” olarak niteledikleri Başbakan’ı “Kürt haklarının inkârcısı” saymaya devam edecekler. Hiç utanmayacaklar.