Kulları kıyamete kadar saptırmak için mühlet istedi. Verildi. Yemin etti. Sağlarından, sollarından, önlerinden, arkalarından yaklaştı. Günahı işleyen kuldu. Çünkü ona uydu. Huzurdan kovulmuş şeytan hiç vazgeçmedi, vazgeçmeyecek.
Yâ Muhammed! İzzet ve celâl sâhibi Rabb'inin emriyle zelîl sûrette sana geldim. Âdemoğullarını nasıl kandırdığımı, sana doğru olarak haber vereceğim.
- Mâdem doğru söyleyeceksin, haber ver bakalım! Halk içinde en sevmediğin kim?
-Birincisi sensin Yâ Muhammed! Yaratılanlar arasında senden ziyâde sevmediğim kimse yoktur ve senin gibi kim olabilir?
- Benden sonra buğzettiğin kimlerdir?
- Varlığını Allah yolunda fedâ eden, Allah'tan korkan genç...
- Sonra sevmediğin kimler?
- Sabırlı olan ve şüpheli işlerden sakınan âlim.
- Sonra?
- Şikâyet etmeyip hâlinden râzı olan, ihtiyâcını kimseye bildirmeyen sabırlı fakir... İhtiyacını birine üç gün üst üste anlatan, sabırlı sayılmaz!
- Sonra?
- Helâl kazanıp mahalline sarf eden zengin.
- Ümmetim namaz kılarken hâlin nedir?
- Beni sıtma tutar, titreme gelir. Çünkü Allah için secde eden bir derece yükselir.
- Oruç tuttuklarında ne haldesin?
- O zaman iftar edinceye kadar bağlı kalırım.
- Haccederlerse?
- O zaman çıldırırım. Kur'an okuduklarında erimiş kurşun gibi olurum. Sadaka verdiklerinde hâlim pek haraptır. Sanki o kişi testere ile beni ikiye böler.
- Ebûbekir hakkında ne dersin?
- O bana cahiliyyede de itâat etmedi.
- Ömer hakkında?
- Allah'a yemin ederim ki onu gördükçe kaçarım.
-Ya Osman hakkında?
- Rahmân'ın melekleri utandığı gibi ondan utanırım.
- Ali hakkında ne dersin?
- Onun elinden kurtulup hem kendim yalnız kalmak hem de onu yalnız bırakmak isterim; amma ben onu bıraksam da, o beni bırakmaz.
Muhyiddin İbn Arabi'den rivayetle Allah Resûlü ve şeytan arasındaki bu diyalog şeytanın sevdiği ve sevmediği pek çok vasfı kısaca özetliyor bize. İbadetlerden, imtihanlar karşısındaki duruşumuza kadar şeytanın inancımız ve ibadetlerimiz karşısındaki tutumunun nasıl olacağına dair bir tablo sunuyor adeta. Etrafımızda müşahede ettiğimiz her şeyin bir yaratılış hikmeti olduğu gibi şeytanın hilkatinin bir hikmeti var elbette. Risale-i Nur Külliyatı'nda Bediüzzaman Said Nursî, meseleye hikmet boyutunda bakıldığında 'şerrin yaratılması'nın değil, uygulanmasının kötü ve çirkin olduğunu açıklıyor. Bu izahı da ateş örneğinden yola çıkarak yapıyor. İnsanların ateşten zarar gördüğünde "Ateşin yaratılması şerdir" demesi ne kadar abesle iştigalse, Nursî'ye göre kâinattaki zararlı şeylerin ve şeytanların yaratılış sebebini sorgulamak da o nisbette abes. Zira insanlık âlemi melek ve hayvandan farklı olarak alâ-yı illiyyin ve esfel-i safilin arasındaki yükseliş ve düşüşlere açık. Bu sebeple şeytanın var olma sebebini kötü bilmek yerine kendisini kötü bilmek daha akıl kârı olacaktır.
Şeytan aslında insanın dünyada daha dikkatli ve temkinli bir hayat sürmesine yol açıyor. İnanan bir kula düşen ise şeytandan sakınarak Hakk'a sığınmak; böylece manen yükselip Allah'a yakınlık kazanmak oluyor. Bu şüphesiz kolay değil. Çünkü ateşten yaratılan cin sınıfına mensup bu varlık (Kehf, 18/50), milyonlarca sene tecrübesi ve ilmiyle insanın zaaf noktalarını çok iyi biliyor. Fakat bildiği bu kadar ilme karşılık düşündüklerimiz, hissettiklerimiz, hayallerimiz, ideallerimiz, planlarımız yani dışa aksettirmediğimiz şeylere asla vâkıf olamıyor. Zihnimizdekileri iyi veya kötü niyetleri yerli yersiz paylaştığımızda, yani onları şeytanın ulaşabileceği hale getirdiğimizde bizimle uğraşmak, kalbimize ve zihnimize vesvese atmak için çok kolay bir ortam buluyor. Bunu önlemenin yolu ise az konuşmak ve her düşündüğümüzü her yerde söylememekten geçiyor.
Hz. Âdem'in yaratılmasıyla birlikte aslında ilk ve tek imtihanında kaybeden şeytan, insanları saptırma adına sadece gurur, kibir, inat, ırkçılık gibi kendi kaymış olduğu noktaları kullanmıyor. İblis, Âdem yaratılıp, kendisine O'nun (as) önünde secde etme emri verilmesiyle denemeye tabi tutulduğunda asıl hissiyatı ve içinde gizledikleri ortaya çıkar. İlahî emir gelince ilk işi secde etmekten kaçınma, isyan, kibir ve küfrünü ilan olur. Enaniyet içerisinde kendini temize çıkarmaya kalkışırken bunlara ilave olarak bir de "Ben ondan daha hayırlıyım." diyerek hem yalan söyler hem de bilgiçlik taslar. Bu yüzden o, bu imtihan sürecinin hiçbir diliminde istenileni ortaya koyamaz ve kabiliyetlerini kötüye kullandığı için sürekli alçalır. Van Yüzüncü Yıl Üniversitesi İlahiyat Fakültesi'nden Prof. Dr. Abdülhakim Yüce, şeytanın kibir, gurur, şehvet, haset, yaradılış maddesiyle övünme gibi hiçbir dönem değişmeyen bu zaaf noktalarını her insanda ufak değişikliklerle kullandığına dikkatlerimizi çekiyor. Mesela İblis, dün "Ateş topraktan daha hayırlıdır." diyerek ırkçılık yaparken, bugün teknik gelişmişliği her türlü insanî değerden üstün sayarak aynı olumsuz düşünceyi savunuyor.
Şeytanın bizzat içimizde taşıdığımız bir işbirlikçisi olmadan bize belli oranda kötülük işlettirebilmesi ise oldukça zor. Bu sebeple nefs-i emmare denen ve 'kötülüğü emreden' şeklinde nitelenen nefsimizle olan ittifakı neticesinde imtihanımız çok daha zorlaşıyor. Müfessir er-Razî, bu durumu açıklar mahiyette: "Nefsin 19 kuvvesi vardır. Bunların bütünü insanı, bedenî ve maddî lezzetlere davet ederler. Bunlar, tatmak, görmek, koklamak, işitmek, dokunmak, hayal, vehim, hafıza, terkip gücü, şehvet, gazab, cazibe... ve diğerleridir. Bütün bunlara karşı bir tek kuvve olan akıl, Allah'ın ibadetine ve mânevî saadete davet eder. Diğer taraftan, maddî lezzetlere çağıran bütün duygular insanın doğmasıyla âdeta kemâl derecesinde bulunurlarken, akıl ancak, yılların eğitimiyle olgunlaşabilmektedir. Bundan ötürü insanların birçoğu maddî hayata mağlub olur ve şeytanın şu sözüne masadak olma bahtsızlığına dûçar olurlar: 'Sen onların çoğunu şükretmeyenlerden bulacaksın.'" (Araf, 17) diyor.
ŞEYTANIN ELİNDEKİ TEK KOZ: VESVESE
İnsanoğlunun düştüğü en büyük yanılgılardan biri de bu mel'un varlığa icat kabiliyeti yüklemek. Hatta pek çok kötü şeyi bize bizzat onun yaptığını ya da yaptırdığını düşünmek. Bu düşünce ne yazık ki ona karşı takınmamız gereken tavrın da dengesini bozuyor. Bu sebeple İblis'in taşıdığı özellikleri, yapabileceklerinin sınırını ve tahribat seviyesini bilmek onunla mücadele etmede çok önem arz ediyor. Zira şeytan aslında ne bir şey yaratabilir ne de bizlere zorla bir şey kabul ettirip yaptırabilir. Prof. Dr. Abdülhakim Yüce, onun en çok cehalet ve gafletten yararlandığını hatırlatıyor. Başta imanî meseleler olmak üzere, bir insanın bilmesi gereken konularda gayret göstermeyip kendini cahil bırakması ve yine başta Allah hakkındaki gaflet olmak üzere, etrafında ve dünyada olup biten olaylara karşı duyarsızlığı, onu şeytana maskara yapıyor. Halbuki kovulmuş bu varlığın yaptığı tek şey aslında bize vesvese verip dürtmekten ibaret. Her insan için farklı farklı taktikler deneyerek şehvet, mal-menal, evlat, şöhret, makam-mansıp, yaşama hırsı gibi insanın zaaf ve ihtiyaçlarını onu dünya ve ahiret saadetinden mahrum etmek için çok iyi kullanıyor. Güzellikleri çirkin, çirkinlikleri de güzel göstermede oldukça başarılı. Şeytan "Sen beni lânetlediğin için ben de Senin kullarının yolunu keserek sürekli onları gözlemeye koyulacağım; onlara pusular kuracak, sonra da kâh önlerinden, kâh arkalarından, kâh sağlarından, kâh sollarından gelerek onları ifsat edeceğim." (A'râf Sûresi, 7/16-17) diyerek ademoğluna duyduğu kin, nefret ve hıncını sergiliyor. Allah da iblisin bu ifadelerini bizzat ayet-i kerimeyle bildirerek bizleri ona karşı temkinli ve sağduyulu olmaya davet ediyor. Nitekim şeytan da insanları bohemlikle, okşayıp pohpohlayarak, ümitsizlik girdabına düşürerek ya da açıktan açığa küfretmesine sebep olarak bu yeminini yerine getiriyor.
Bediüzzaman Said Nursi, 13. Lem'a'da şeytanın en büyük hilesinin kendine uyanlara varlığını inkâr ettirmesi olduğunu zikrediyor. Şeytan insana kendi kusurunu da itiraf ettirmiyor, hatta unutturuyor. Böylece istiğfar ve istiâze yolunu da kapamış oluyor. Ayrıca nefsin enâniyetini tahrik edip, kendini avukat gibi müdafaa ettiriyor. Ve bizi cehalet ve gafletle baş başa bırakıyor. Prof. Dr. Yüce, varlık hakkında yeterli bilgiye sahip olmayışımız, sadece akla dayalı deneysel bilgiyle yetinmemiz, dolayısıyla görünen âlem ve fizik ötesi varlıklar hakkındaki bilgisizlik ve inkârın, şeytan başta olmak üzere birçok varlığı yeterince tanımamıza engel olduğunu düşünüyor. Buna duyarsızlığımız da eklenince şeytan kendini kolaylıkla inkâr ettiriyor. Zaten kendini gizlemek, yok saymak, farkına varanları iftiracılıkla ve komploculukla itham etmek, silik göstermek, halk tabiriyle saman altında su yürütmek, bütün şer şebekelerinin temel özelliği değil mi? İşte tüm bunların fikir babası olarak da karşımıza şeytan çıkıyor. Ortaya konan icraatlarda İblis kendisini o kadar fazla ön plana çıkarıyor ki 'hayır ilahı' adını verdiği Allah'ın karşısına kendini 'şer ilahı' olarak koyup maalesef bazı kimselere kabul ettiriyor. Satanizmden Mecusiliğe kadar birçok din görünümlü oluşumun temelini bu sapkın düşünce oluşturuyor. Ve bu ilahlık iddiası kimi zaman benlik, şehvet, makam ya da korku şeklinde görünüyor.
Şerrinden Allah'a sığındığımız varlığın, manevi merdivenin üst basamaklarındaki kullara tahammülü hiç yok. Yazının başında zikrettiğimiz Efendimiz'le diyaloğundan şeytanın insanlara musallat olma derecesinin kulun Allah'la olan irtibatına göre değişiklik gösterdiğini anlıyoruz. Bu da demek oluyor ki manevi yolculukta kat edilen mesafe nisbetinde zeminin kayganlığı da artıyor. Etrafındaki binlerce insana rehberlik edecek kıvam ve derecede olan bir kişiyi bulunduğu makamdan alaşağı etmek, pek çok kişiyi rehbersiz bırakacağından şeytanın asıl hedefi onlar oluyor. Zira İbn Haldun, bu durumu açıklarken insan için dört seviye sayıyor. İnsan en son seviyede eğer bir rehbere tabi olmazsa, şeytanla mücadeleyi kaybetmesi kuvvetle muhtemel hale geliyor. Çünkü bu takdirde ibadetleriyle ucba düşmesi, ilminin enaniyetini okşaması, rehberliğinin mükemmelliğinden dem vurması, hatta mesih ve mehdi olduğunu iddia etmesi bile söz konusu olabiliyor. Bu yüzden şeytana sıradan bir insanla uğraşmak yerine vazifelerini yerine getirmeye çalışan hassas bir kulla mücadele etmek daha cazip geliyor.
Şeytanın bir aracı da savunma mekanizması. Şeytanın insanlarda genel olarak kendini temize çıkarma, hatası olduğunda bile bunu birtakım sebeplere bağlayarak kişiliğini yüceltmeye sevk etme eğilimi var. Psikiyatrist Prof. Dr. Sefa Saygılı kişinin kendisinin savcısı olmak yerine avukatlığını yapıp egosuna toz kondurmamasını psikolojideki 'akla uygunlaştırma' terimiyle açıklıyor. Örneğin okuldan, dersten, sorumluluktan, işten kaytaran bir kişi bazı sebepler ileri sürerek ve kabahati başkasına atarak kendini haklı bulabiliyor. Halbuki böyle kişiler en çok kendileri aldanıyor. Fakat bu bahane bulma mekanizması pek çok insanda mevcut. Böyle durumlarda özeleştiri yapmak Saygılı'ya göre en önemli kurtuluş yolu. Yani kendimizi objektif olarak değerlendirmeye çalışarak "Hatayı yapmasak olmaz mıydı?" diye düşünmek hatta acımasızca tenkit etmek şart.
Şeytanın insanoğlunu bin bir türlü hile ve desise ile yoldan çıkarmaya çalıştığını biliyoruz. Saygılı, yine şeytanın kolayca yaklaşarak kulu düşürdüğü manevi enaniyetin maddi enaniyete göre görülmez ve hassas olduğu için daha tehlikeli olduğunu hatırlatıyor. Mesela beş vakit namazın üzerine teheccüd namazı için gece yarısı uykusunu bölüp kalkan bir insanın içinden "İnsanlar ne gafil, horul horul uyuyorlar ama ben namaz için kalktım." demesi ekstra sevaba gireyim derken gurura kapılmasına yol açabiliyor.
ŞEYTANDAN KORUNMA YOLLARI
Şeytanla imtihan olduğumuz bu dünyada sınavı geçme reçetesi ise ilk olarak Kur'ân ve Sünnette veriliyor. Bir müslümanın şeytandan korunması kısaca takvâ, sünnette ittiba, istiâze, istiğfar ve duayla gerçekleşiyor. Evliyanın büyüklerinden Şakik-i Belhî anlatıyor: "Her sabah dört cepheden şeytanın saldırısına uğrarım. Önden yaklaşınca, günahlarına aldırma, manâsına 'Allah Gafûr ve Rahîmdir' der. Ona şu âyetle cevap veririm: 'Ve Ben, tevbe eden, inanan ve yararlı iş yapan, sonra da yola gelen kimseye karşı elbette çok bağışlayıcıyımdır' (Tâhâ, 82). Arkadan yaklaşınca, çocuklarımın fakirliğin pençesine düşecekleriyle korkutur. Ona şu âyeti okurum: 'Yeryüzünde hiçbir canlı yoktur ki, rızkı Allah'a ait olmasın...' (Hûd, 6). Sağdan yaklaşınca, beni övmeye, yüceltmeye çalışır. Senin gibi veli, âbid dünyada yoktur der. Şu âyetle cevap veririm: '... O halde sabret, sonuç (günahlardan kaçarak Allah'ın azabından) korunanlarındır.' (Hûd, 49). Sol cepheyi seçince dünyanın bütün güzelliğini ve şehvetlerini nazarıma verir, iştahımı kabartmaya çalışır. Hemen şu ferman-ı ilâhîyi hatırlatırım: 'Artık, kendileriyle arzu ettikleri şey arasına perde çekilmiştir.' Binaenaleyh şeytan hâib ve hâsir olarak geri döner." Demek ki şeytanîlikten duâ, tazarru, ibadet, mahviyet ve teslimiyetle ancak kurtulabiliyoruz. Şeytana karşı başarılı olmak için sağlam bir imana, engin bir ibadet hayatına, seviyeli bir duyarlılığa ve samimi yaygın bir duaya ihtiyaç bulunmalı ki bunların hepsinin en doğru ve insan fıtratına uygun olanları sünnet içerisinde bulunuyor. Mesela bir sünnet prensibi olan iktisat kişiyi haram yolla para kazanmaktan alıkoyduğu gibi, bazen şeref ve haysiyetin bedel olarak verildiği işlerde çalışmaktan kurtarıyor. Yine sünnette ehemmiyetli bir yeri olan her işte dua, şeytana karşı bir zırh giymemizi sağlıyor. Şeytandan Allah'a sığınma, aynı zamanda Allah'a olan tevekkülün de ifadesi. İnsanın bu en büyük düşmanına karşı, Allah'ın korumasını istemesi, o kişinin Hakk'a olan itimadını da gösteriyor. İstiâze (sığınma, güvenme) eden birisi bilir ve inanır ki Allah isterse kendisini şeytandan korur, onun bütün tesirlerini kırar. Çünkü O'nun (cc) her şeye gücü yeter.
ELİF KAYA