Cumhurbaşkanı Ahmet Necdet Sezer, Harp Akademileri'nde yaptığı konuşmada cumhurbaşkanlığı seçimleri, terör, rejim ve laiklikle ilgili mesajlar verdi. Sezer şunları söyledi:
Jeostratejik konumu yönünden dünyadaki uluslararası bunalım alanlarına yakın olan Türkiye, terörizm, kitle yoketme silahlarının yayılması ve bölgesel sorunlardan kaynaklanan çok yönlü ve artan, ağır iç ve dış tehdit ve risklerle karşı karşıyadır.
Ülkemizin bütünlüğüne ve ulusal birliğine yönelik bölücü terörist eylemler ve gerici etkinlikler, birincil tehdit konumunu korumaktadır.
Türkiye'ye yönelik her türlü tehdit ve risklerin, tüm ulusal güç ögeleriyle caydırılması ve gerektiğinde etkisiz duruma getirilmesi, güvenlik politikamızın temelini oluşturmaktadır. Ayrıca, Türkiye'nin çevresinde bir "Barış ve Güvenlik Kuşağı" oluşturulması, böylece ülkemize yönelik tehdit ve risklerin azaltılması hedef alınmaktadır. Bu çerçevede, kara suları, hava sahası, münhasır ekonomik bölge ve kıta sahanlığı gibi konularda Türkiye'nin güvenliğini tehlikeye düşüren güncel uygulamalar, ulusal hak ve yararlarımızı gözetecek biçimde yakından izlenmektedir.
Türkiye, bulunduğu coğrafyadaki sorunların çözümüne yardımcı olmak amacıyla tüm birikimini ve gücünü kullanmalıdır. Bu yönde etkin girişimlerle bölgesine yönelik gündemi belirlemeli, siyasa ve çözümler üretmeli, bunları biçimlendirmelidir.
Terörizm artık küresel bir boyut kazanmış, belirli ülkelerin ya da bölgelerin sorunu olmaktan çıkmış, uluslar ve sınırlar ötesi özelliği belirginleşmiştir.
Terörden en çok zarar gören ülkelerden biri olarak Türkiye, terörizmle uluslararası savaşımı ve bu konuda işbirliğini ve dayanışmayı desteklemektedir.
Türkiye, karşılaştığı bölücü terörü tümüyle yok edebilmek için yasalar çerçevesinde büyük bir kararlılıkla savaşımını sürdürmektedir. Ülkenin ve Ulus'un her türlü tehdit ve tehlikeye karşı korunup savunulması en büyük hakkımız ve sorumluluğumuzdur.
Türkiye, bir yandan Irak'ın kuzeyinden kaynaklanan terörist tehdidin etkisiz kılınması konusundaki kimi ortak çabalara katkılarını sürdürürken, uluslararası hukuktan kaynaklanan meşru savunma hakkını saklı tutmaktadır.
Siyasallaşmaya çalışan bölücü terörle savaşımda ulusumuzun gösterdiği birlik ve beraberliği, tüm güvenlik güçlerimizin sergilediği özverili ve kahramanca çabayı beğeniyle karşılıyor, aziz şehitlerimize Tanrı'dan rahmet diliyor, gazilerimizi gönül borcuyla anıyorum.
Kuruluşundan bu yana Cumhuriyetimizi sinsi bir gölge gibi izlemiş olan gerici tehdit, bugün ulaşmış olduğu boyutlarla kaygıya neden olmaktadır. Türkiye'nin laik düzenini ve Cumhuriyet'in çağdaş kazanımlarını hedef alan etkinlikler ile dini politikaya yansıtma çabaları toplumsal gerginlikleri artırmaktadır.
Cumhuriyet'in demokratik, laik ve sosyal hukuk devleti niteliğinin, ulusu ve ülkesiyle bölünmez bütünlüğünün sonsuza kadar korunması ve kollanması Devlet'in hak ve görevidir.
Cumhuriyet'in temel değerlerine ve anayasal ilkelere inanmayanların, aydınlanmayı ve çağdaşlaşmayı içine sindiremeyenlerin, ülkenin geleceğine ilişkin kötü niyet taşıyanların laik, demokratik Türkiye Cumhuriyeti'ne ve kurumlarına yönelik saldırıları, ulusumuzu ve devletimizi yolundan geri döndüremeyecektir.
Anayasamızın 117. maddesi gereğince, Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin manevî varlığından ayrılmayan Başkomutanlığı temsil görevim yakında sona erecektir. Dünyanın en büyük ve en kahraman ordularından birinin başkomutanlığını temsil görevini, yaşantımın en mutlu ve onurlu anılarından biri olarak hep koruyacağım.
Bu olanaktan yararlanarak, Silahlı Kuvvetlerimiz ile ilgili kimi görüş ve düşüncelerimi sizlerle paylaşmak istiyorum.
Savunma politikamızın dayandığı temel düşünce, Silahlı Kuvvetlerimizi, yurdumuza yönelik iç ve dış tehditleri caydıracak, yurdu güvenle savunacak, toprak bütünlüğümüzü ve ulusal çıkarlarımızı koruyacak çağdaş güç ve kudrette ve yüksek bir hazırlık durumu içinde bulundurmaktır.
Silahlı Kuvvetlerimiz bu anlayışla, ülke tarihindeki en güçlü konuma erişmiştir. Türk Silahlı Kuvvetleri'nin yüksek bir caydırıcı güç olma niteliği, bölgemizde barışın en önemli etkenidir.
21. yüzyılda da Silahlı Kuvvetlerimizin çağdaş ve güçlü durumda tutulmaya devam edilmesi, Devletimizin ve rejimin geleceğinin en önemli güvencelerinden biri olacaktır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, Yüce Türk Ulusu'nun gönlünde, her zaman üst düzeyde yer almıştır. Bunda, elbette gücünü ve ruhunu ulustan almanın büyük payı vardır.
Türk Ordusu, başta her düzeydeki komutanları olmak üzere, geleneksel olarak çok iyi eğitilmiş, günümüzdeki teknolojik gelişmeleri yakından izleyen ve yetenekleri üst düzeyde personelden oluşmaktadır.
Silahlı Kuvvetlerimiz en önemli desteklerden birini kapsamlı, çağdaş ve ulusal nitelikteki savunma sanayii alt yapımızdan almaktadır. Bu nedenle, Türk savunma sanayiinin güçlendirilmesine yönelik çabaların aralıksız sürdürülmesi yaşamsal önem taşımaktadır.
Silahlı Kuvvetlerimizin yüreğini oluşturan Harp Akademilerinde subaylarımıza verilen eğitimin her yönden en üst düzeyde olduğuna inancımız sonsuzdur.
Kurmay subay, sorunları önceden sezen, karmaşık durumları hızla değerlendirerek, çözüme yönelik en uygun kararı verebilen, farklı durumlar karşısında seçenek üretebilen, bilim ve teknolojiyi görevin başarısı için kullanabilen, üstün ve önder nitelikli askerdir.
Girdiği her savaşta, en üst düzeyde önderlik ve kurmay yeteneği sergilemiş olan Büyük Atatürk'ün, savaşın en ateşli dönemindeki kimi kararların, hesap ve mantıkla açıklanması güç olsa da, üst düzeyde gözlem, sezgi ve değerlendirme yeteneği gerektirdiğine ilişkin sözlerini unutmayınız.
Birçok kez üzerinde durduğumuz kimi konuları, Devletimizin ve ülkemizin geleceği yönünden çok önemsediğim için bir kez daha vurgulamak istiyorum.
Sistemi eleştirmek ve değiştirilmesini istemekle mevcut kuralları uygulama zorunda olmak çok ayrı şeylerdir.
Anayasa Mahkemesi Başkanı iken, Anayasa'yla öngörülen Cumhurbaşkanı'nın görev ve yetkilerinin, parlamenter demokrasinin gerekleriyle bağdaşmadığını söylemiştim. Bu düşüncemi bugün de koruyorum.
Ancak, Cumhurbaşkanı'nın, kurallar değişmedikçe Anayasa ile verilen görevleri yerine getirmesi, yetkileri kullanması zorunludur. Üstelik, laik Cumhuriyet rejimini, Anayasa'nın uygulanmasını gözetme bağlamında koruyup kollama görevi, bu zorunluluğu kimi zaman daha da artırmaktadır.
Anayasalar, devletlerin temelini oluşturan kurucu düşünceyi kurallaştırarak somutlaştıran, devlet rejimini belirleyip siyasal sistemi kuran toplumsal sözleşmelerdir. Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin temeli, ilkeler ve değerler bütünü olan Atatürkçülük ideolojisine dayanmaktadır.
Anayasamızda, Devlet rejimini belirleyen temel ilkelere ve bu ilkeleri belirginleştirecek kurallara yer verildiği ve bu kuralların bağlayıcılığının sağlandığı görülmektedir.
Anayasa'nın üstünlüğünü ve bağlayıcılığını düzenleyen 11. maddesinde, Anayasa kurallarının, yasama, yürütme ve yargı organlarını, yönetimi, özel ve tüzel kurum ve kuruluşları, seçilmiş ya da atanmış tüm görevlileri ve tüm yurttaşları, kısaca herkesi bağladığı açıkça belirtilmiştir.
Ayrıca, Anayasa'nın özel kurallarında, Yasama Organı'na, Cumhurbaşkanı'na ve Anayasa Mahkemesi'ne, uygulamada anayasal kurallara uyma, bu kurallara uyulmasını sağlama ve kurallara uyulup uyulmadığını denetleme görev ve yetkisi verilmiştir.
Anayasa'nın yine 11. maddesinde, yasaların Anayasa'ya aykırı olamayacağı belirtilerek, Yasama Organı, Anayasa'ya uygun yasa çıkarmakla yükümlü kılınmıştır.
Anayasa'nın 148. maddesinde, Anayasa Mahkemesi'ne, yasa, yasa gücünde kararname ve Türkiye Büyük Millet Meclisi İçtüzüğü'nün Anayasa'ya uygunluğunu denetleme görev ve yetkisi verilerek, Yasama işlemleri Anayasa'ya uygunluk denetimine bağlı kılınmıştır. Anayasa Mahkemesi'nin bu görev ve yetkisi, aynı zamanda anayasal Devlet rejiminin korunması yükümlülüğünü de içermektedir.
Anayasal rejimin korunup sürdürülmesi yönünden görev ve yetki verilen bir başka organ Cumhurbaşkanlığı'dır. Anayasa'nın 104. maddesinde, Devlet'in Başı sıfatıyla Cumhurbaşkanı'na, Türkiye Cumhuriyeti'ni ve Türk Ulusu'nun birliğini temsil etme, Anayasa'nın uygulanmasını, Devlet organlarının düzenli ve uyumlu çalışmasını gözetme görev ve yetkisi verilmiştir.
Cumhurbaşkanı'na ve Anayasa Mahkemesi'ne verilen görev ve yetkiler, siyasal iktidar gücünün, dengelenip frenlenerek "çoğunluk diktatörlüğüne" dönüşmesinin önlenmesi ve Anayasa'da somutlaşan Devlet rejiminin korunması yönünden çok önemlidir.
Anayasa'nın dayandığı temel görüş ve ilkeleri belirten ve Anayasa metnine dahil olan Başlangıç bölümünde, Türk Yurdu ve Türk Ulusu'nun sonsuza uzanan varlığı ve Yüce Türk Devleti'nin bölünmez bütünlüğü kabul edilmiştir. Yine Başlangıç bölümünde, hiçbir etkinliğin, ulusal çıkarlar, Türk varlığı, Devlet'i ve Ülkesi'yle bölünmezliği esası karşısında korunma göremeyeceği belirtilmiştir.
Anayasa koyucu bununla yetinmemiş, Anayasa'nın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin Başlangıçta belirtilen temel ilkelere dayandığını, niteliklerini, 3 ve 4. maddelerinde, Türkiye Devleti'nin Ülkesi ve Ulusu'yla bölünmez bütün olduğu ve bunun değiştirilemeyeceğini vurguladıktan sonra, 5. maddesinde, Devlet'e, Türk Ulusu'nun bağımsızlığını ve bütünlüğünü, Ülke'nin bölünmezliğini, Cumhuriyet'i ve demokrasiyi koruma görevini vermiştir.
Görüldüğü gibi Anayasamızda, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin kuruluş düşüncesi, tek Ulus ve ulusal devlet, tekil devlet, laik devlet, demokratik devlet, sosyal devlet, hukuk devleti ilkelerine dayandırılmış ve bu ilkeler kurallarla anayasal belirginliğe kavuşturulmuştur.
Anayasal kuralların bağlayıcılığı yanında, içtiği ant ve Anayasa'nın uygulanmasını gözetme görev ve yetkisi, Cumhurbaşkanı'nı, yukarıdaki ilkeleri özümseyerek uygulamak ve uygulatmakla yükümlü kılmaktadır. Başka bir anlatımla, uzlaşma ve uyum ancak anayasal rejim çerçevesinde olanaklıdır. Bunun dışında bir uzlaşma aramak anayasal kuralları savsaklamak anlamına gelecektir.
Cumhurbaşkanı, Cumhuriyet'in ilkelerinden ve anayasal içeriklerinden yana taraftır, Anayasa'nın buyurucu kuralları karşısında taraf olmak zorundadır. Başka ve güncel bir deyişle, bu ilkeler ve onların anayasal içerikleri Türkiye Cumhuriyeti Devleti rejiminin "kırmızı çizgileri"dir. Yürürlükteki anayasal kurallar uyarınca, başta aynı doğrultuda andiçen milletvekilleri olmak üzere tüm yurttaşlar da Devlet rejimini oluşturan anayasal kurallar çerçevesinde bu ilkelere uymak zorundadırlar.
Cumhurbaşkanı'nın tarafsızlığı siyasal tarafsızlıktır. Anayasa'nın 101. maddesinin son fıkrasında, "Cumhurbaşkanı seçilenin, varsa partisi ile ilişiği kesilir" denilerek, Cumhurbaşkanı'nın siyasal yönden tarafsız olması gerektiği açık biçimde belirtilmiştir.
Bu özellik, Cumhurbaşkanı ile siyasal liderler arasındaki önemli bir farkı oluşturmaktadır. Asıl önemli fark ise, Anayasa'nın 104. maddesine göre, Cumhurbaşkanı'nın Devlet'in başı; 112. maddesine göre ise, Başbakan'ın, bir siyasal organ olan Bakanlar Kurulu'nun başkanı olmasıdır. Başbakan, yürütme görevinde, ancak ilişkin bulunduğu siyasal görüşü temsil edebilir. Oysa, Cumhurbaşkanı Türkiye Cumhuriyeti'nin ve Türk Ulusu'nun temsilcisidir.
Temelinde Atatürk ilke ve devrimleri bulunan çağdaş Türkiye Cumhuriyeti ideolojisi, tüm yurttaşların taraf olması gereken bir Devlet ideolojisidir. Cumhurbaşkanı, anayasal devlet rejimine egemen olan değerleri savunurken toplumun çeşitli kesimleriyle birlik içinde olabilir. Cumhurbaşkanı'nın anayasal ilkelerden yana taraf olması, siyasal taraflılık biçiminde yorumlanamaz.
Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin temel ilkelerine karşı ortaya konulan eylem ve uygulamalara karşı çıkmak ve engel olmak, Cumhurbaşkanı'nın içtiği andın ve anayasal görevinin gereğidir. Bunun "siyasal muhalefet" görevi ile karıştırılması son derece yanlıştır.
Yukarıda vurgulanan anayasal zorunluluğa bağlı olarak, Anayasa'ya, hukukun evrensel ilkelerine ve kamu yararına uygun görülmeyen yasalar ya da kimi maddeleri, bir kez daha görüşülmesi için Türkiye Büyük Millet Meclisi'ne geri gönderilmiş; Türkiye Büyük Millet Meclisi'nce aynen kabul edilip de Anayasa'ya aykırılık içeren yasalar ya da kimi kuralları için Anayasa Mahkemesi'nde iptal davası açılmıştır.
Yine, anayasal kuralların özüne, hukuk devleti niteliğine, onun gereği olan liyakat ve kariyer ilkelerine, hukuka, kamu yararına ve hizmetin gereklerine uygun olmayan kararname taslakları da imzalanmayarak geri gönderilmiştir.
16 Mayıs 2000 günü Türkiye Büyük Millet Meclisi'ndeki konuşmamda,
"Kimse hukukun üstünde değildir; hukukun üstünlüğü ilkesi herkesi bağlamalı, Anayasa'nın, yasaların ve hukukun gereği her zaman ve herkese karşı yerine getirilmelidir. En büyük felaketin, hukuka ve adalete duyulan güvenin yitirilmesi olduğu unutulmamalıdır."
demiştim. Tüm meslek yaşamımda olduğu gibi Cumhurbaşkanlığım döneminde de bu düşüncenin uygulayıcısı, izleyicisi ve gözeticisi olmaya çalıştım.
"Türk Ulusu", birlik ve bütünlüğümüzün ve bunun yarattığı ulusal devletin temel kavramıdır. Yüce Atatürk, "Türkiye Cumhuriyeti'ni kuran Türkiye halkına Türk Ulusu denir" anlatımıyla Ulus'un adını açıkça vurgulamış, içeriğini belirlemiştir.
Atatürk Ulusçuluğu, bu anlatımda da görüldüğü gibi ırk, dil, din, mezhep temeline değil, birleştirici, bütünleştirici temele dayanır. Bunun doğal sonucu olarak Anayasa'da, "Türk Devleti"ne yurttaşlık bağıyla bağlı olan herkes "Türk" sayılmıştır. Bu, ülke bölünmezliğini sağlayan bir ulusal kimliktir.
Çok kültürlü toplumlarda "birlik" ulusal devletle sağlanmış ve "tek ulus" ilkesi bu birliği sağlayan ve pekiştiren en önemli öğe olmuştur. Toplumu oluşturan yurttaşların tek ulus çatısında toplanması, laiklikte olduğu gibi, farklılıklar korunarak birlikte yaşamanın en etkili yoludur. Bu gerçeği göremeyen devletlerin tarihsel süreci çok kısa olmuştur.
Anayasa'daki egemenlik kayıtsız koşulsuz Türk Ulusu'nundur kuralı, "Türk Ulusu" kavramının çoğunluk-azınlık ya da din, dil, ırk, mezhep ayrımı yapılmadan yurttaşların tümünü kapsadığını göstermektedir.
Bayrağımızın dalgalandığı bu topraklarda yaşamak hepimizi mutlu etmeli, bağımsızlığımızın sembolü İstiklal Marşı'nın okunması hepimizi coşkulandırmalı, duygulandırmalı, her kademede ayrım yapılmaksızın bu ülkeye hizmet etme, hepimize düşen görev ve sorumluluk olmalıdır.
Ülke ve Ulus birliğine zarar verecek, tekil ve ulusal devleti bozmaya kalkacak hiçbir eyleme izin verilmeyeceği asla akıllardan çıkarılmamalıdır.
Türkiye'yi çağdışı rejime sürüklemek isteyenlerin demokrasiden sözetmelerinin bir oyun olduğu görülmelidir. Huzur ve iç barış olmadan siyasal istikrarın, ekonomik kalkınma ve toplumsal gelişmenin hiçbir anlamının olmayacağı anlaşılmalıdır. Temeli Atatürkçü düşünceye dayalı çağdaş Cumhuriyet'te huzur da, denge de, istikrar da, ancak laiklik, bölünmezlik ve ulus devlet yapısı güvenceye alınıp sürdürülerek sağlanabilecektir.
Unutulmamalıdır ki, bu ülkeye ve rejimimize en büyük kötülük, aymazlıktan gelmektedir ve bundan kurtulmak rejimi korumanın koşuludur.
Anayasamıza göre, seçme ve seçilme hakkını da kapsayan temel haklar ve özgürlükler, bireyin topluma, ailesine ve diğer bireylere karşı ödev ve sorumluluklarını da içermektedir. Yurttaşların oy kullanmaları aynı zamanda topluma karşı ödevi ve sorumluluğudur.
Türkiye'de siyasal rejim, Cumhuriyet kurulduğundan beri, hiçbir dönemde günümüzde olduğu kadar tehlikeyle karşı karşıya kalmamıştır. Laik Cumhuriyet'in temel değerleri ilk kez açıkça tartışma konusu yapılmaktadır.
İç ve dış güçler, bu konuda aynı amaç doğrultusunda çıkar birliği içinde hareket etmektedir.
Dış güçler, Türkiye'nin İslam ülkelerine model olabilmesi için öncelikle siyasal rejiminin "laik Cumhuriyet"ten, "demokratik Cumhuriyet" adı altında, "Ilımlı İslam Cumhuriyeti"ne dönüştürülmesini öngörmektedirler. Ilımlı İslam, Devlet'in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal düzeninin din kurallarından belli ölçüde etkilenmesi anlamına gelmektedir. Bu niteliğiyle Ilımlı İslam modeli, İslam'ı kabul eden diğer ülkeler için bir ilerleme sayılsa da, Türkiye Cumhuriyeti yönünden büyük bir geriye gidiş, daha açık söylemiyle, "irticai" bir modeldir.
Türkiye bölge için, ancak laik, demokratik hukuk devleti niteliği ile örnek oluşturabilir; bu yöndeki deneyimlerini paylaşmaya hazırdır.
Ülkelerin yönetim sistemlerinin değiştirilmesine direnen en önemli ögeler, ulus devletlerdir. Bu nedenle, ulus devletlerin parçalanıp yok edilmesi ya da bölünüp siyasal denetime alınması küresel sistemin başarısı için gerekli görülmektedir. Bunun için de, ulusal ülkü, ulusal bilinç ve ulusal dilin zayıflatılması, bu yolla ulusal benliğin yok edilmesine çalışılmaktadır.
Kimi ülkelerin düşün önderlerinin son yıllarda Atatürk'e ve Atatürkçü düşünce sistemine yönelttikleri yoğun eleştirilerin anlamı ve amacı açıktır.
İşin dikkat çekici yanı, Türkiye Cumhuriyeti rejimini ılımlı İslam'a dönüştürmek için, dış ve kimi iç odakların çıkar birliği yapmaları ve bunu demokratikleştirme adı altında gerçekleştirmeye çalışmalarıdır.
Oysa bu odakların bilmesi gereken üç önemli gerçek vardır: Birincisi, ister "ılımlı", ister "köktenci" olsun, din devleti ile demokrasinin yan yana getirilmesi, tarihe ve bilime ters düşen bir yaklaşımdır. İkincisi, ılımlı İslam'ın çok kısa sürede radikal İslam'a dönüşmesi kaçınılmazdır. Üçüncüsü de, Türkiye Devleti, rejim seçimini, Cumhuriyet'in kuruluşuyla birlikte 84 yıl önce yapmıştır. Bu rejim, Atatürk ilke ve devrimleri ile Atatürk Ulusçuluğu'na bağlı, laik, demokratik, sosyal bir hukuk devleti temelinde biçimlenen aydınlanmacı ve çağdaş bir rejimdir.
Türkiye Cumhuriyeti'nin kuruluş felsefesi, siyasal yönden tekil devlet yapısını ve tam bağımsızlık ilkesini, yönetsel yönden laik, demokratik, sosyal, hukuk devletini, ekonomik, sosyal, kültürel ve sanatsal yönden de çağdaş bir Türkiye'yi hedeflemektedir.
Türk Devrimi'nin genel amacı, aydınlanma çağını yakalamak ve Türk toplumunu çağdaşlaştırmaktır.
Küresel sistemin üzerinde durduğu bir başka alan ülkelerin doğal kaynakları ve üretim araçlarıdır. Sistem, özelleştirme uygulamaları ile bu kaynak ve araçları ele geçirmeye çabalamaktadır. Bunun ayırdında olan Amerika Birleşik Devletleri, İngiltere ve Fransa gibi gelişmiş ülkeler, ulusal güvenlikle doğrudan ya da dolaylı ilgili stratejik şirketlerin yabancı sermayeye satışını önlemek için koruyucu önlemler almaktadır. Rusya ve Latin Amerika ülkeleri ise, stratejik şirketleri yeniden devletleştirmek için yoğun çaba içindedirler.
Türkiye'de de stratejik konu ve kuruluşların özelleştirilmesinden vazgeçilmelidir.Türkiye'nin henüz tam olarak Küresel Sistem'in egemenliğine girmemiş olması, Sistem ülkelerini rahatsız etmektedir. Bunun nedeni, tüm çabalara karşın hala sağlam bir Atatürkçü yapının sürüyor olması ve Cumhuriyet'in anayasal kurumlarının ulusal çıkarlardan ödün vermeyen sağlam bir duruş sergilemeleridir.
Ulus devletin, Ulus birliği ve Ülke bütünlüğünün, tekil devlet ve laik Cumhuriyet'in koruyucusu ve güvencesi olan Türk Silahlı Kuvvetleri de, ilk kez iç ve dış odakların hedefi durumuna gelmiştir. Bu odaklar niyetlerini açıkça sergileyerek işi "hesap sorma" söylemine kadar vardırmışlardır.
Türk Silahlı Kuvvetleri, anayasal rejimin korunması yönünden, tüm anayasal organ ve kurumlar gibi görevli ve taraftır. Ordu'yu yıpratarak etkisizleştirmek için, zamanlaması ayarlanmış bir oyun oynanmaktadır.Oysa, özellikle bölgesel karışıklıkların yoğunlaştığı ve küresel güçlerin Ülkemiz üzerindeki planlarının açığa çıktığı günümüzde Ordumuzu yıpratmak, bu planlara destek olmak amacı taşımıyorsa, hiç düşünülmemesi gereken bir olgudur.
Atatürkçü Cumhuriyet rejiminin yaşadığı iç tehlikeleri ise uzun uzun anlatmaya gerek yoktur. Bunun için 1930'lu, 40'lı, 50'li, 60'lı yıllara dönmeye de gerek yoktur. Türkiye'de son 15-20 yıldır yaşanan toplumsal gelişmeler, toplumsal ve bireysel yaşamda sergilenen çağ dışı görüntüler, dinci fetvalar, saldırılar ve karışmalar, kamusal alanlarda türban kullanılmamasına ilişkin tüm yüksek yargı kararlarına karşı tutumlar, görevi din adamı yetiştirmek olan okulları bitirenler ile tarikat ve cemaat mensuplarının Devlet'in her kademesine yerleştirilmeye çalışılmaları, Türkiye'nin nereye götürülmek istendiğinin anlaşılması için yeterli olacaktır.
Demokrasiyi yanlış yorumlayıp değerlendirenlerin tutum ve davranışlarının en büyük zararının Cumhuriyet'e ve demokrasiye olacağı gözden uzak tutulmamalıdır.
Türkiye'nin siyasal rejimi, laiklik konusunda duyarlı dengeler üzerine oturtulmuştur. Laiklik, din ve inanç özgürlüğüne indirgenemez. Çünkü, Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin sosyal, siyasal, hukuksal, ekonomik ve toplumsal temelinde laiklik ilkesi vardır. Tüm ilke ve devrimler, başka bir deyişle Atatürkçü Cumhuriyet laiklik ilkesine dayanmaktadır.
Anayasa Mahkemesi'nin çeşitli kararlarında da belirtildiği gibi, laiklik, ülkelerin içinde bulunduğu tarihsel, siyasal, toplumsal koşullara ve her dinin bünyesinin gerektirdiği isterlere bağlı olarak ülkeden ülkeye farklılık göstermektedir. Dini ve din anlayışı tümüyle farklı ülkelerde laikliğin, aynı anlam ve düzeyde benimsenip uygulanması beklenemez.
Anayasamızın dayandığı temel görüş ve ilkeleri içeren, maddelerin amacını ve yönünü belirten Başlangıç bölümünde, laiklik ilkesi gereği kutsal din duygularının Devlet işlerine ve politikaya kesinlikle karıştırılmayacağı belirtilirken, açık ve kesin biçimde laikliğin tanımı da yapılmıştır.
Bu tanıma göre laiklik, dinin sosyal, siyasal ve hukuksal bir güç olmasını önleyen temel ilkedir. Bu işlevine uygun olarak Anayasa'nın 24. maddesinde,
- Devlet'in sosyal, ekonomik, siyasal ve hukuksal temel düzeninin kısmen de olsa din kurallarına dayandırılamayaca§,
- Dinin ya da din duygularının yahut dince kutsal sayılan şeylerin siyasal ya da kişisel çıkar yahut nüfuz sağlama amacıyla kötüye kullanılamayacağı belirtilmiştir.
Laiklik ilkesinin, Anayasa'nın 24. maddesindeki tanımı ve içeriğiyle, din kurallarının toplumsal yaşam dışında yalnızca bireysel yaşam alanını düzenlediğinin kabulü zorunludur.
Anayasamızın 2. maddesinde, Türkiye Cumhuriyeti'nin nitelikleri arasında sayılan hukuk devletinin en önemli özelliği hukukun üstünlüğünün kabul edilmiş olmasıdır. Hukuk devleti ilkesinin işlerliği yönünden ve hukukun üstünlüğünün gereği olarak, yasama ve yürütme işlemleri yargı denetimine bağlı tutulmuştur.
Güçler ayrılığını benimseyen parlamenter demokrasilerde, yargı, rejimden ve demokrasiden sapmayı önleyici bir denge düzeneği olarak öngörülmüştür. Bunun sonucunda yargı erki, yasamaya, özellikle gerçek gücü elinde bulunduran yürütmeye ve bu iki erkin birlikteliğinden oluşacak üstün güce karşı korunmuş ve bağımsız kılınmıştır. Tam bağımsız olmayan yargının, denge öğesi görevini sağlıklı biçimde yerine getirmesi olanaksızdır.
Yargı bağımsızlığının gerçekleştirilebilmesi için, mahkemelerin yanında, yargı erkinin en önemli öğesi ve temsilcisi olan yargıçların da bağımsız ve güvenceli olması gerekmektedir.
Bu nedenle, Anayasa'nın 9. maddesinde, yargı yetkisinin Türk Ulusu adına "bağımsız mahkemelerce" kullanılacağı, 138. maddesinde de, yargıçların görevlerinde bağımsız oldukları belirtilmiştir.
Yine Anayasamızda, yargı erkinin yürütmenin etki ve karışmasından uzak tutulabilmesi için kimi düzenlemeler yapılmıştır. 140. maddede, yargıçların, mahkemelerin bağımsızlığı ve yargıçlık güvencesi ilkelerine göre görev yapacakları; 138. maddede de, Anayasa, yasa ve hukuka uygun olarak vicdani kanaatlerine göre hüküm verecekleri, hiçbir organ, makam, merci ya da kişinin, yargı yetkisinin kullanılmasında mahkemelere ve yargıçlara emir ve talimat veremeyeceği, genelge gönderemeyeceği, tavsiye ve telkinde bulunamayacağı kurala bağlanmıştır.
Yargı organlarının kuruluşu, çalışma ilkeleri, yargıçların seçimi ve özlük hakları konularında yargı bağımsızlığını gölgeleyecek yöntemlerden uzak durulması, hukuk devleti ilkesinin gereğidir.
Yargıç ve savcıların tüm özlük ve disiplin işleri, Yargıtay, Danıştay ve Uyuşmazlık Mahkemesi üyelerinin seçimi gibi önemli yetkilerle donatılmış Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun oluşumunda bir siyasal parti mensubu olan Bakan'ın ve onun buyruk ve yönergeleri ile hareket eden Müsteşar'ın yer alması yargı bağımsızlığını, dolayısıyla hukuk devleti ilkesini zedelemektedir.
Avrupa Komisyonu'nun 08.11.2006 günlü Türkiye 2006 İlerleme Raporu'nda, Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'nun sekreteryasının, bütçesinin ve binasının olmaması, müfettişlerin üst kurul yerine Adalet Bakanlığı'na bağlı bulunması ve Adalet Bakanı ile Bakanlık Müsteşarı'nın Kurul'un oy hakkına sahip üyeleri olması eleştiri konusu yapılmıştır.
Yine, 06.03.2007 gününde yayımlanan Amerika Birleşik Devletleri Dışişleri Bakanlığı 2006 yılı İnsan Hakları Raporu'nun Türkiye'ye ilişkin bölümünde, her yıl olduğu gibi, "Adalet Bakanı'nın Hakimler ve Savcılar Yüksek Kurulu'na üye olarak katılmasının Adil Yargılanma Hakkına aykırı olduğu" belirtilmiştir.
Çeşitli hükümet programlarında da vurgulandığı gibi, yargının kişiselleştirilmesi ve siyasallaştırılmasının önlenebilmesi için, yargı bağımsızlığıyla bağdaşmayan bu durumun ivedi olarak düzeltilmesi gerekir.
Unutulmamalıdır ki, yargıç güvencesi yargı bağımsızlığının, yargı bağımsızlığı da devlete güvenin ön koşuludur.
Yasama ve yürütme organlarının da yargının siyasallaştırılmasından özenle kaçınmaları gerekir. Yargının siyasallaştırılması durumunda bundan zarar görecek olan başta yine Devlet organlarıdır. Bununla da kalmayacak, tüm Devlet kurumları, insani değerler ve bireyler de bu zarardan paylarını alacaklardır.
Anayasa'da, demokratik devlet niteliği Türkiye Cumhuriyeti'nin değiştirilemez nitelikleri arasında sayılmış; demokrasiye en uygun yönetim biçimi olarak parlamenter hükümet sistemi kabul edilmiştir.
Yine Anayasamıza göre, egemenlik kayıtsız koşulsuz Ulus'undur ve Türk Ulusu egemenliğini, Anayasa'nın koyduğu esaslara göre, yetkili organları eliyle kullanmaktadır.
Ulusal egemenliğin kaynağı ulusal istençtir ve ulusal istenç, ancak özgür seçimlerle yaşama geçirilebilir. Bunun için Anayasa'da, tüm yurttaşlara seçme, seçilme ve siyasal etkinlikte bulunma hakkı getirilmiştir. Seçme, seçilme ve siyasal etkinlikte bulunma hakkı, demokrasinin yeterli değil, ancak gerekli koşuludur.
Devlet yönetiminin aksamaması da gözetilerek ulusal istencin parlamentoya en geniş biçimde yansıması, çoğulcu ve katılımcı demokrasinin ve ulusal egemenliğin gereğidir. Bu nedenle, Anayasa'da, seçim yasalarının "temsilde adalet" ve "yönetimde istikrar" ilkelerini bağdaştıracak biçimde düzenlenmesi öngörülmüştür.
Bu iki ilkenin, seçme ve seçilme hakkının özünü zedelemeyecek ve Devlet yönetimini aksatmayacak biçimde dengelenmesi, demokratik toplum düzeninin gerekleri ve ölçülülük ilkesi çerçevesinde bağdaştırılarak seçim sistemine dengeli biçimde yansıtılması anayasal zorunluluktur.
Yönetimde istikrar ilkesi, salt çoğunluğu sağlayacak seçim sistemini değil, istikrarlı yönetimi olanaklı kılacak adaletli bir temsil sistemini gerektirmektedir. Adalet, yönetimde istikrarın da temel koşuludur. Yalnızca istikrar ilkesini gözetmek, temsilde adalet olmayınca istikrarsızlık yaratacaktır.
Seçim sistemimiz incelendiğinde, iki ilke arasında olması gereken dengenin, yönetimde istikrar ilkesi lehine önemli ölçüde bozulduğu görülmektedir. 2002 yılındaki seçimlerde geçerli oyların yaklaşık üçte birini alarak Meclis'te yaklaşık üçte ikilik temsil oranına ulaşılması bunun açık kanıtıdır.
Ayrıca, toplam kayıtlı seçmen sayısına göre, seçmenlerin yüzde 59.14'ü, toplam oy kullanan sayısına göre ise, yüzde 48.37'si Meclis'te temsil edilmemiştir. Bu durum, iki ilke arasındaki dengenin nasıl bozulduğunu göstermektedir. Bunun da nedeni Seçim Yasası'ndaki ülke geneli barajıdır.
Siyasal ve bunun getirisi olarak ekonomik istikrar uğruna temsilde adalet ilkesinin gözardı edilmesi, Türkiye Cumhuriyeti rejiminin istikrarını bozacak düzeye ulaşabilecektir.
Seçim sisteminin, ulusal istencin adaletli olarak Meclis'e yansımasını sağlayacak biçimde ivedilikle düzeltilmesinde, başka bir deyişle ülke geneli barajının düşürülmesinde yarar bulunmaktadır.
Unutulmamalıdır ki, demokrasi, yalnızca çoğunluk yönetimini öngördüğü için değil, azınlıkta kalanların haklarının korunduğu, seslerinin duyurulduğu, görüşlerinin yönetime yansıtıldığı için üstün nitelikli bir yöntemdir.
Anayasa'nın 68. maddesinde, siyasal partilerin demokratik siyasal yaşamın vazgeçilmez ögeleri olduğu belirtildikten sonra 69. maddesinde, siyasal partilerin iç düzenlemeleri ve çalışmalarının demokratik ilkelere uygun olacağı vurgulanmıştır.
Böylece, Anayasa Koyucu, siyasal partisiz demokrasi olamayacağını kabul ederken, siyasal partilerin demokrasiyi gerçekleştirebilmeleri için öncelikle iç yapılanmalarının ve çalışmalarının demokrasinin gereklerine uygun olmasını zorunlu görmüştür.
Günümüzde, siyasal partilerin en önemli sorunu parti içi demokrasinin eksikliğidir. Partilerin her kademedeki görevlileri, lidere bağlılıkları esas alınarak göstermelik seçimlerle işbaşına gelmekte, seçimle oluşan organların yeterli güvencesi bulunmamakta, ülke sorunlarıyla ilgili düşüncelerini özgürce dile getirememektedirler.
Siyasal partilerin topluma öncülük edebilmesi ve çoğulcu demokrasiyi etkin kılabilmesi, parti içi hukuksal ve demokratik düzenin kurulması ve işlerlik kazanmasıyla olanaklıdır.
Türkiye'nin demokratikleşme sürecini başarıyla sürdürmesi ve çağdaş demokratik yapıya kavuşması için siyasal partiler ve seçim yasalarında günün koşullarına uygun değişikliklerin yapılması, Siyasal Partiler Yasası'nda parti içi demokrasiyi sağlayıp güvence altına alacak sistemin getirilmesi zorunlu duruma gelmiştir.
Anayasa'nın 83. maddesinde, Türkiye Büyük Millet Meclisi üyeleri için yasama sorumsuzluğu ve yasama dokunulmazlığı birlikte düzenlenmiştir.
Maddenin birinci fıkrasına göre, milletvekilleri, Meclis çalışmalarındaki oy ve sözleri ile Meclis'te ileri sürdükleri düşünceleri nedeniyle sorumlu tutulamazlar.
Parlamenter demokratik sistemi benimseyen her ülkede olduğu gibi, Anayasamızda da, çok yerinde olarak, kamu yararı amacıyla milletvekilleri için yasama sorumsuzluğu öngörülmüştür.
Yasama sorumsuzluğu, yasama organı üyelerine kişisel yarar ya da ayrıcalık tanımak için değil, ulusal istencin tam olarak gerçekleşebilmesi amacıyla öngörülen bir güvencedir.
Bu güvence ile, yasama organı üyelerinin, yasama işlevini hiçbir kuşku, baskı ya da ceza tehdidi altında kalmadan, özgür, bağımsız ve korkusuzca yerine getirmesi sağlanmaktadır.
Ne var ki, Anayasa'da bununla yetinilmemiş, maddenin ikinci fıkrasında, seçimden önce ya da sonra suç işlediği ileri sürülen milletvekilinin, Meclis kararı olmadıkça tutulamayacağı, sorguya çekilemeyeceği, tutuklanamayacağı, yargılanamayacağı ve üyelik süresince verilen ceza hükmünün yerine getirilemeyeceği belirtilerek, milletvekilleri için, parlamenter işlevi dışındaki kişisel eylemleri nedeniyle yasama dokunulmazlığı da getirilmiştir.
Yasama dokunulmazlığı, yasama organı üyelerinin, yasama işlevi dışındaki etkinliklerinden kaynaklanan her türlü suç nedeniyle sorgulanmasını, tutuklanmasını ve yargılanmasını önlemek üzere öngörülen bir ayrıcalıktır.
Yasama işlevinin sağlıklı yürüyebilmesi için yasama sorumsuzluğu gereklidir ve yeterlidir. Milletvekillerinin yasama işlevi dışındaki eylemleri nedeniyle dokunulmazlık zırhına bürünmeleri, saydam toplum isterleriyle bağdaşmamakta, yolsuzlukla savaşım çabalarına olumsuz etki yapmaktadır.
Ayrıca, bu durum, ceza adaletinde eşitlik ilkesiyle çelişmekte, Yüce Meclis'in saygınlığına gölge düşürmekte ve yasama erkinin yüceliğiyle bağdaşmamaktadır.
Bu nedenlerle belirtmek isterim ki, yasama dokunulmazlığının kaldırılması, hukuk devleti ilkesi ile demokratik değerlerin gereğidir ve toplumsal beklentilere olumlu yanıt oluşturacaktır.
Sırası gelmişken, yasama dokunulmazlığı ile memur güvencesini birbirine karıştırmamak gerektiğini de vurgulamak isterim.
Anayasa'nın 129. maddesi ve 02.12.1999 günlü, 4483 sayılı Yasa'da, memurlar ve diğer kamu görevlilerine ilişkin soruşturma açılması izne bağlanmıştır; ancak, bu düzenlemelerin yasama dokunulmazlığı ile karşılaştırıldığında iki önemli farkı olduğu görülmektedir.
Öncelikle, memurlar ile diğer kamu görevlilerinin yargılanabilmeleri için izin alınması, kişisel suçlarda değil, yalnızca "görevleri nedeniyle işledikleri suçlar"da söz konusudur. İkincisi