Şimdi ne olacak?

"Başkan Uysal’ın yerine atanan Naci Ağbal ise sonradan edindiği siyasi kimliği olsa da, Ankara’da ekonomi yönetimindeki en basiretli ve deneyimli teknokrattı. Uysal’dan daha farklı ve iyi yönde yönetim göstermesi muhtemel olsa da geçmiş deneyimler bunun mümkün olamayacağını söylüyor bize. Zira bizatihi Merkez Bankası başkanlarını görevden alan siyaset zihniyeti bu sorunun kaynağı."
Uğur Gürses | ugurgurses.net
Bu defa denileni yapan gönderildi

Yine bir sabah Merkez Bankası Başkanı’nın görevden alınma haberiyle uyanıyorsanız Türkiye’desiniz demektir. ‘Türk usulü’ başkanlık sistemi TL’ye istikrar kazandıramadı ama iki yılda ikisini kovup üçüncü Merkez Bankası Başkanı’nı atadı; Murat Uysal görevden alınarak yerine Naci Ağbal getirildi.

6 Temmuz 2019’da Merkez Bankası Başkanı Murat Çetinkaya’nın görevden alınma kararı, yerel seçimlerde iki büyük metropolün kaybının ardından gelmişti. İktidar seçim kaybetmişti.

Şimdi bugün, 2019’da azledilen Murat Çetinkaya’nın yerine atanan Murat Uysal azledildi. Bu defa karar, TL’nin çok kısa sürede yani 1 yıl içinde yüzde 30’u aşan değer kaybı sonrasında geldi. Ankara bu defa ekonomiyi kaybetmiş durumda.

Çetinkaya’nın görevden alınması Beştepe’nin faiz indirimi dahil taleplerini yerine getirmemiş olması idi muhtemelen. Uysal ise tamamen Beştepe’nin direktifleri doğrultusunda görev yapmıştı.

Oysa Uysal atandığında yaptığı ilk açıklamada, “fiyat istikrarını sağlamaya odaklı para politikası araçlarını bağımsız bir şekilde uygulamaya devam edeceğini” belirtmişti. Ne fiyat istikrarı geldi ne de bağımsız olabildi.

Uysal’ın Beştepe’nin siyasi direktifleri doğrultusunda hızla negatif reel faiz koşullarını sağlaması, aşırı gevşek para politikası ve devasa kredi genişlemesine yol vermesi Beştepe’yi memnun etmiş olmalıydı. Bu politika koşullarının sağlanması için döviz rezervlerinin devasa boyutta eritilmesi de akıl alır gibi değildi.

Uysal dönemi herhalde Merkez Bankası tarihinde en basiretsiz ve kötü yönetilen bir dönem olarak tarihe geçti.

Sadece para politikasında değil, idari kararlarda da Beştepe uyumu dikkat çekti. Merkez Bankası’nın “idare merkezinin” Ankara olduğu yasasında yazılı olduğu halde, etraftan dolaşma ile bankanın önemli bölümleri İstanbul’a taşındı. İstanbul Levent’te, bölgenin nadir yeşil alanı olarak kalan Merkez Bankası’na ait büyük arsa en azından park yapılabileceği halde devredildi ve cami inşaatına tahsis edildi.

Bu para politikasının direktiflerinin Beştepe ve ekonomi yönetimince verildiği çok belli iken, bunun sonuçlarının TL’ye hızla değer kaybettirmesi kaçınılmazdı. Öyle de oldu.

Halk nezdinde feda edilecek bir “günah keçisi” gerekiyordu. O da Başkan Murat Uysal oldu; görevden alındı.

Merkez Bankası başkanlarının görevden alınması konusundaki hukuksal tartışmalara hiç girilemediği bir dönemde olduğumuzdan, görevden alınmanın ekonomik ve politik tarafları çok daha öne çıkıyor.

Oysa Merkez Bankası yasasında göre görevden alma koşulları belli. Yasada tarif edilmemiş olsaydı Cumhurbaşkanlığı kararnamesi ile görevden alınması hukuken mümkün olabilirdi. Ancak yasada tarif edilen görevden alma koşullarından biri yok; bu görevden almayı hukuksal olarak geçerli kılmıyor.

2013’ten bu yana TL’nin değer kaybını “bizi yıkmak isteyen dış güçlerin operasyonu” olarak anlatan ekonomi yönetimi, son birkaç yıldır bu ‘operasyonun’ swap işlemleri kanalından yapıldığını anlatıyordu. 2019’dan itibaren de swap işlemleri ile yabancı kurum ve bankalara TL borç verilmesini yasakladıktan sonra bu argümanın da geçerliği kalmadı. Ama TL değer kaybı devam etti. Gerçekler tarafında ise yerleşik yurttaşlar ve şirketlerin döviz ve altına hücumu vardı.

Uysal’ın görev süresinde TL yüzde 34 değer kaybederken (dolardaki artış yüzde 51), TL değer kaybını önlemek ve negatif reel faiz ortamını korumak için bu dönemde Merkez Bankası’nın döviz rezervlerinden kabaca 100 milyar dolar eritildiğini de not edelim.

Bu politikanın karar vereni elbette ki tek başına Uysal değildi. Uysal, Beştepe’nin iradesini taşıyan Berat Albayrak liderliğindeki ekonomi yönetiminin çizdiği yönde ve direktifleriyle yol aldı. Şimdi sormuyoruz bile; neden görevden alındığını.

Yerel seçim kimyayı bozdu

İşler berbat olunca da Uysal’ın ‘ipi çekilerek’, topluma müsebbip olarak ilan edilmiş oldu. Oysa ki normal bir ülkede, direktifleri uygulanan kötü ekonomi yönetiminin ve bunun getirdiği kötü sonuçların bedelini siyasi sorumluları ödüyor.

Başkan Çetinkaya 2019 Temmuz’unda görevden alındığında, yerel seçim sonrasındaki siyasi depremin, Ankara’nın ekonomi politikasında “züccaciyeci dükkanına girmiş fil” görünümündeki adımlar dizisine sürüklediğini düşünüyordum. Öyle de oldu.

Ankara kendi yarattığı girdabın içinde kaldı.

Ne yazık ki geçmiş deneyimler de gösteriyor ki ekonomiyi kötü bir eşiğe sürükleyen siyasetçiler, krizi de kötü yöneterek yarattıkları bir girdabın içinde ülkeye kaybettiriyorlar.

Başkan Uysal’ın yerine atanan Naci Ağbal ise sonradan edindiği siyasi kimliği olsa da, Ankara’da ekonomi yönetimindeki en basiretli ve deneyimli teknokrattı. Uysal’dan daha farklı ve iyi yönde yönetim göstermesi muhtemel olsa da geçmiş deneyimler bunun mümkün olamayacağını söylüyor bize. Zira bizatihi Merkez Bankası başkanlarını görevden alan siyaset zihniyeti bu sorunun kaynağı.

Benzer deneyim geçmişte var: 1993’te faiz düşürme macerasına girişen ekonomi profesörü bakan Tansu Çiller, bakanlığı döneminde Merkez Bankası Başkanı Rüşdü Saracoğlu ile çatışma halindeydi. Başbakan olduğunda da Saracoğlu haftasına istifasına etmişti. Bir süre vekaletle yürütülen koltuğa değerli bir iktisatçı, Wharton School’da görev yapan Prof. Bülent Gültekin atanmıştı. Ama aynı siyasi zihniyet değişmediğinden, gelen yeni başkan da işini yapamaz duruma düşüp çok kısa sürede istifa etmişti.

Yeni atanan Başkan Ağbal’dan beklenenin ne olduğunu bilmiyoruz. Beklenen; faizleri düşük tutmak mı, TL’deki değer kaybını durdurmak mı, Merkez Bankası kaynaklarından Hazine’ye imkân sağlamak mı? Oysa Merkez Bankası’nın da Başkanı’nın da görevi yasasında yazılı.

TL’nin rekor düzeyde düşük bir noktaya gerilemesi halinde beklenen şudur; Merkez Bankası’nın TL’yi korumak için faizleri yükseltmesi. Hele ki normal zamanlarda doğru TL faizini uyguladığınızda bile yedek silah olan döviz rezervlerinin negatife döndüğü bir ortamdaysanız.

Gelinen yerde, bankanın politika faizi yüzde 10.25, aylık repo ile piyasaya verdiği ve ihaleyle bankaların belirlediği faiz yüzde 14.94, bankanın piyasaya verdiği tüm paranın ortalama faizi ise yüzde 14.12.

Banka resmi politika faizini piyasa faizi ile eşitlese 4.75 puanlık artış yapması gerekiyor. Oysa bu faiz piyasada geçerli olduğu halde TL’nin değer kaybı durmadı. Demek ki bunun da üzerinde bir artış gerekiyor.

Son enflasyon verilerinden çıkan fiyat artış ivmesine bakılırsa çekirdek enflasyonun yüzde 16-17’lik bir patikaya girdiği, bu yüzden de bu patikanın da üzerinde bir faiz belirlenmesi gerektiği açık.

Bu ‘filmi’ hep görmüşseniz birkaç puanlık artışı yapamayan Merkez Bankası’nın çok geçmeden 7-8 puanlık artışlara gittiğine tanıksınızdır. Hem sert kur artışı sonrasında da bu artışı durdurmak için sert faiz artışının kazananı olmaz. Faizi düşük tutmak için sonunda her ikisinde de büyük zarar yaratmak basiretli bir ekonomi politikası sayılmaz.

Şimdi Ağbal’ın önünde gelir gelmez bir ‘test’ olsa da “tılsımlı” bir çıkış yolu zor. Merkez Bankası’nın itibarı öyle paspas edildi ki; faizler hemen 7-10  puan yükseltilse bile ilk fırsatta düşürüleceğine ve aynı döngünün yeniden yaşanacağına dair kaygılar hep var olacak.

Jacques Delors’un tarihe kazınmış sözünü Ankara çok kısa sürede tersine çeviriyor; “Türklerin nerdeyse tamamı tanrıya inanır ama Merkez Bankası’na inanmaz”.

Uğur Gürses
08 Kasım 2020 15:52
DİĞER HABERLER